Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Zulüm düzenini korumak için değil, "fitne"yi uyandırmamak için..

Yıkmak, insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?
Onu en çolpa herifler de, emin ol becerir..
Sâde, sen gösteriver,
"işte budur kubbe" diye..
İki ırgadla iner şimdi
Süleymaniyye..
Ama, gel kaldıralım dendi mi, heyhât, o zaman,
Bir
Süleyman daha lâzım, yeniden, bir de Sinan.."

Evet, Mehmed Âkif merhûm 100 yıl önce böyle diyordu..

Durum bugün de öyle..

Bu satırların sahibinin derdi, emperyalistlerin müslüman coğrafyalarında çizdiği şu veya bu rejimin sun"î, yapmacık-uyduruk sınırlarının, korunması veya yol haritalarını emperyalist güçlerin dayattığı bu rejimlerin haritalarının değişmesi- değişmemesi değildir..

Meydana gelen bir takım tuzak sosyal hadiselerin ardından, toplumda insanların birbirine düşman olması daha bir kolaylaşır..

Beyinler el, kol ve ayakların kas gücüne veya hançerelerden yükseltilen feryadlara göre çalışmaya başladı mı, orada selîm aklın varlığından söz etmek daha bir zorlaşır.. Fitneci ve şeytanî zekânın devreye güçlü şekilde girdiği dönemlerde bizim müslüman olarak vazifemiz, müslüman olarak, durumu en az hasarla atlatmak olmalıdır.. Aksi halde, toplum kesimlerinin şeytanî hecmelerle harekete geçmesi halinde, kan çarkının nerede duracağını kimse kestiremez..

Hele de böyle zamanlarda, "Fitne uykudadır, onu uyandırmayınız.." meâlindeki nebevî ikazın manası üzerinde daha bir derin düşünmemiz gerekiyor..

*

Yakın tarihten bir kesit:

Bir parçası Bengal Körfezi"nde, diğeri Pencab Vadisi"nde olmak üzere, Doğu ve Batı Pakistan olarak birbirinden 2000 (iki bin) km. uzakta iki ayrı coğrafyada ve amma uluslararası hukuk açısından tek devlet olarak 25 yıla yakın bir süre yaşayan Pakistan, 1971"de 750 bine yakın insanın öldüğü bir büyük sel felaketi esnasında devlet otoritesinin tamamen yitirilmesiyle korkunç bir iç-savaş boğuşmasına sahne olmuştu..

Bu korkunç boğuşma sırasında, -bizdeki, acımasız silahlı mücadele gruplarının benzeri olan- "mukhti bahini" denilen bir silahlı grubun, bir çete teşkilatının mensubları, güvenlik güçlerine karşı öylesine bir saldırı başlatmışlardı ki, "Yapmayın, haramdır.." diyenleri bile katletmişlerdi..

O korkunç boğuşma, her iki tarafında da müslüman halktan bir milyondan fazla insanı yutan bir savaşla noktalanmış ve isyanın lideri Şeyh Mûcib-ur"Rahman yeni devletin ilk kurucu başkanı olmuş ve bizdeki utanç verici isimlendirmeyi hatırlatırcasına, kendisini Banga-Bandu (Bengallilerin Babası) diye andırmıştı.. (Bizim o zamanlar, ismini Mûcib-uş"Şeytan olarak telaffuz ettiğimiz bu kişi, 1975"de korkunç bir darbe ile bir küçük kızı -daha sonra başbakan bile olacak olan Şeyh Hasine Vâcid- hariç, ailesinin bütün ferdleriyle birlikte korkunç şekilde öldürülecekti..)

Bengal halkından bir müslüman lider, her iki tarafın da müslüman ve dökülen kanın haram olduğunu söyleyip, içsavaş ateşini söndürmek içini çırpınmaktaydı..

Bengladeş"in ayrı bir devlet olarak sahneye çıkması üzerine ise.. Hain diye, "düşmanla işbirliği yaptı, "istiklal/ bağımsızlık savaşımızın kırılması için savaş kırıcılığı yaptı.." gibi suçlamalarla köşe-bucak, her tarafta fellik fellik aranmaya başlanmıştı.. Düşman dedikleri, ayrıldıkları Batı Pakistan idi.. Ve o adamcağız da, müslümanların birbirini boğazlamaması için çırpınıp duruyordu.. Ama, 19-20 sene kadar gizlendikten sonra ise, nihayet yakalanmış ve hapse atılmıştı.. Bu kişi, hapse girerken de, "Ben o zaman müslümanların birliği için çalıştım. O zamanki tavrım doğru idi, bugün de yine aynı şekilde düşünüyorum.. Bu kanaatimden dolayı bunca sıkıntılar çektiğim için pişman değilim, bu benim idealim..." diyecekti..

*

Bizim derdimiz de, müslüman halkın, hangi kavimden olursa olsun, aynı inanç potasında kaynaşmış tek bir millet, İslam Milleti olduğu gerçeği ile hareket etmesini temin etmek olmalıdır..

Bugün için, ülkenin yönetim mekanizmasının en yukarılarında bulunanlar, büyük çapta, hele de son 100 yılın temel sosyal yapısıyla, mevcud diktacı rejimin kanunları içinde bir hesablaşmaya girmek gibi bir görüntü verseler ve -karınca kararınca da olsa- halkın temel değerleriyle yetişmiş olsalar da; bu durum, bu rejimin temel yapısının mahiyetini değiştirmeye yetmez..

Gerçi, lokomotifin yönetiminde onlar sözsahibidirler, ama, bu lokomotifin raylarını başkaları kendi istedikleri şekilde döşemişler, onun yol haritasını (anayasasını) da yine müslüman halkımıza tuzak kurmayı kendilerine hedef edinmiş emperyalist güçler güçler belirlemişler ve bu çerçeve içinde hareket edilmesini gözetleme vazifesini de yerli kuklalarına vermişlerdir, 100 yıl öncelerden beri..

Bu bakımdan, İslamî sorumluluğunun idrakinde olan bir müslümanın, müslüman halkımıza silahla, dârağaçlarıyla, sarhoş nârâlarıyla dayatılan bir rejimi korumayı ve onun sahte değerlerine itibar etmesi düşünülemez..

Kemalist-laik rejimin, halkımızın sosyal terkibini gözetmeyen ve temel hayat değerlerini ezmeyi esas alan "ulus-devlet" / üniter devlet" gibi çarpık anlayışlarla hangi noktalara sürüklediği ortadadır.. Kendi ideolojik ve politik yapılanmasının temelini oluşturan İttihad-Terakkî"yle birlikte 100 yıla varan bir geçmişe sahib olan bu rejim, müslüman halkımızın inanç ve iradesinin değil, hele de 100 yıl öncesinden beri müslüman coğrafyalarına galebe çalmaya özel bir dikkat gösteren emperyalist güçlerin dayatmasıdır..

*

Herşeye komplo mantığıyla baktırmak da, büyük oyunun içinde rol almak olabilir..

Şırnak- Uludere civarında, bir gece Irak tarafından, sınır ötesinden ülkeye girmek üzere olan 40 kadar insan ve onların sayısından daha az olmadığı anlaşılan katırların, PKK"lı silahlı elemanlar oldukları sanılarak, sınırdan 200 metre kadar ötede T.C. savaş uçaklarınca bombardıman edilmesi ve 35 insanın öldürülmesi faciası, vicdanı olan herkesin canını acıtmıştır..

Kamuoyu da günlerdir bu faciayla meşgul, ister istemez..

Bu son saldırı üzerine ortaya bir kez daha ve güçlü şekilde çıkan bilgiçlik tavırları da ilgi çekicidir.. Hepimiz stratejist olduk, taktisyen olduk; "gerilla savaşı"nın inceliklerini biliyor olduk.. Hepimiz istihbarat uzmanı kesildik..

Kimileri, "Ergenekon işi" diyor.. Ki, sosyal bünyemizin görünmez hücrelerinde bir heyula, bir gulyabanî gibi yer ettiği anlaşılan bu yapılanmanın, bu gibi durumlardan en büyük faydayı sağlayıcı şekilde hareket etmek imkanının hâlen de var olduğu ortadadır..

Kimileri, "Ordu"nun üst kademesindeki yeni yapılanmadan rahatsız olan ve eski tarzı sürdürmek isteyenlerin, TSK"nın yeni yüksek komuta kademesini güç duruma düşürmek için hazırladığı bir tuzak"tan söz ediyor.. (Ki, 100 yıl önce bu günlerde, ağır yenilgi aldığımız Balkan Savaşı"nda, Osmanlı ordu birliklerinin başındaki kumandanların, düşman ordularınca kuşatma altına alındıkları en dar zamanlarda bile, birbirlerinin yardımına, sırf İttihadçı olup olmadıklarına göre yardımda bulunmak gibi bir tavır sergiledikleri ve o savaşın en çok da bu yüzden kaybedildiği unutulmamalıdır.. Bugün de aynı çarpık anlayışın tekrarlanmıyacağını kimse garanti edemez..) Nitekim, kaçakçıların, gecenin o saatlerinde döneceklerine dair istihbaratın kim tarafından verildiğinin belirlenmesini isteyen Kılıçdaroğlu"nun, bu konuda bir bildiğinin var olduğu ve üzerinde durulması gerektiği ortada..

Kimileri, Suriye"deki sivil muhalefet odaklarının Beşşar Esed rejimince bombalanmasıyla bu facia arasında bir benzerlik olduğunu; hattâ, bazıları Filistin"lilerin İsrail rejimince bombardıman edilmesiyle bu hadiseyi bir tutanlar bile oldu, tv. ekranlarında..

Bir kıyaslama için gerekli olan hiç bir mantıkî unsur bulunmadığı halde..

*

Başta BDP"liler olmak üzere kimileri de, kaçakçılık yapmak için Irak tarafına geçenlerin, bölgedeki sınır karakollarının, askerlerin ve diğer güvenlik güçlerinin bilgileri dahilinde, güpe-gündüz gittiklerini belirtiyorlar..

Bazı emekli asker kişilerin ve istihbarat elemanlarının ise, tv. kanallarında, açıkça, "yapılan her operasyondan, bölgedeki korucuların da bir gün önce kadar önce haberdar edildiğini" kesin bir bilgi gibi açıklamaları daha bir ilginç.. Çünkü, bu faciada ölen kişilerin çoğunun kaçakçıların çocukları, yakınları oldukları ortada.. Onlardan birisi olan ve PKK elemanlarına karşı girişilen operasyonlarda yaralandığı için "gazi korucu" diye anılan bir kişi de daha bir ilginç bir tip.. Çünkü, hava operasyonunda ölen 35 kişiden 17 yaşındaki Salih Encü'nün babası olan Abdulaziz Encü"nün,.ölen oğlunun tabutu üzerine PKK veya BDP flamalarının örtülmesinden dolayı yüreğinin parçalandığını söylediği medyaya yansımıştı. Şimdi ise, onun "Ben öyle bir şey demedim.." şeklindeki sözleri, medyada yer alıyor.. "Ben koruculuktan 47 yaşında emekli oldum. Ben, 'yüreğim sızlıyor' dedim. Ama onlar başka şeyler yazdılar. 'Tabutlar üzerindeki bayraklar içimi sızlattı' demedim. Burada herkes beni ve ailemi tanıyor. Benim öyle bir şey söylemeyeceğimi onlar da biliyor." diyen bu kişi, ya gerçeği ifade ediyor, ya da bölgede emaruz kaldığı baskıdan dolayı öyle konuşuyor.. Ya da, medyadaki bir takım işgüzarlar, onun açıklamalarını kendi arzularına veya kendilerine verilen diktelere göre çarpıtarak yansıtıyor..

Esasen, "korucu"ların bir kısmının, T.C. yanında, diğer kısmının PKK tarafında olduğu, veya birçok "korucu"ların ise, gündüz devletle, gece PKK"yla işbirliği yaptığı ve gizli bilgilerin ânında karşı tarafın bilgisine intikal ettiği de bir ayrı gerçek.. Daha acısı ise, "korucu" denilen bir çok kimsenin, yöredeki askerî birliklerce "zorla korucu" yapıldığı gerçeği..

Yani, kimin elinin kimin cebinde olduğunun belirlenmesinin son derece güç olduğu, karmaşık bir durum..

Kimileri, "Yahu, gerilla veya çete savaşa yapanlar, o kadar büyük insan grubu halinde mi gelirler?" diye soruyor; PKK elemanlarının 10 kişilik gruplardan fazla olmadıklarından da söz ederek.. Ve bu iddialar medyada açıkça dile getirilince, elbette ki zihinlerde bir karışılık, bir buğulanma ve bir bilgi kirlenmesi de oluşuyor..

Ancak, olup bitenleri değerlendirmek isteyenlerin, her şeyin tarihini tutmadıkları unutuluuyor.. Halbuki, "Hâfızâ-i beşer nisyan (unutkanlık) ile mâluldür.." diye de boşa denilmemiş.. Meselâ, 18/ 19 Ekim 2011 gecesi 25 askerin öldürüldüğü ve ülkeyi ayağa kaldıran baskının, sınırdan topluca geçen 300 kişinin gerçekleştirdiği, şimdi hemen hiç kimse tarafından hatırlanmak istemiyor.. Onlar da dünya kadar katırlarla geçirmişlerdi, silahlarını, roketlerini, o baskın öncesinde...

Burada, o kanlı baskın sonrasında ne yazdığımı hatırlatmak gereğini duyduğumdan, 20 Ekim tarihli yazımın bir kısmını burada tekrarlıyorum:

***

"Gecenin saat 01.00"inde, sayıları 300 kadar olarak belirtilen silahlı eylemci, bünyesinde motorize birliklerin bulunduğu bir tugayın muhtelif binalarına 8-10 ayrı koldan saldırı düzenliyor..

Geride, 25 kadar askerin canını kaybetmesi, bir o kadarının da yaralanması..

Ve gecenin karanlığında eylemciler kaçıp giderler..

Sabahın ilk ışıklarından sonra, sınır ötesinde veya berisinde bir takib başlıyor.. Açıklandığına göre 20 kadar da silahlı eylemci öldürülüyor..

Nerede, insan bedeni sıcaklığını otomatik olarak haber veren termal kameralar?

Nerede, mobese kameraları?

Nerede, gece gösterdiği bildirilen (ve, infra-rouge/ kızıl-ötesi ışınla çalışan) dürbinler?.

Nerede dünya kadar para verilerek alınan "insansız hava araçları", "heron"lar..

Yüzlerce saldırgan, katır sırtlarında, roketatar gibi ağır silahları bile bir askerî birliğin yanıbaşına kadar getiriyorlar ve bünyesinde 800 ilâ 2000 arasında asker bulunan bir tugaya saldırıyorlar..

Savaşın sınırın ötesinde veya berisinde olması o kadar önemli değildir.. Üstelik, bu savaş, bazen sınırdan yüzlerce km. içerde de cereyan etmektedir..

Sınırdan sızmalara gelince..

Türkiye, daha çok komşularını suçlamakta, sınırın güvenliğinin sağlanamamasından dolayı.. Halbuki, sınır varsa, mânâsı nedir? Komşundan istediğini sen kendin niye yerine getiremiyorsun? Sınırını sen kontrol edemiyorsan, başkasından niye bekliyorsun?

Sen muktedir değilsen, başkaları senden daha mı güçlü ki?

Korunamıyorsa, sınır ne için vardır?

Başbakan Erdoğan, üç yıl kadar öncelerde, askerliğin zor bir iş olduğunu anlatmak için, "Asker ocağı yan gelip yatma yeri değildir.." demişti de, doğru olsa bile, dile getirilmesi siyaseten yanlış bulunmuştu..

Halbuki, doğrudur, "askerlik yan gelip yatma yeri değildir.."; ama, son saldırı sırasında da bir daha gözüktü ki, en azından yüksek komutanlar açısından yatma yeri gibi sayılmış.. Daha önceki nice karakol baskınlarında ortaya çıkan ihmallerin hesabı sorulamadığı için de bir yeni ihmalin faturasını daha, bütün bir halkımız derin acılar çekerek yaşadı.. Ki, bu ihmallerin neler olduğuna dair çeşitli iddialar olabilir, ama, geçtiğimiz Temmuz ayında istifa eden Genelkurmay eski Başkanı Işık Koşaner"in, geçtiğimiz Mayıs ayında yaptığı anlaşılan bir gizli toplantıda ve bizzat kendisi tarafından da kabul edilen konuşmada dile getirdiği görüşler bile, durumu ortaya koyuyordu..

*

Çöken, "kemalist-laik-türkçü resmî ideoloji"nin zulüm düzenidir.

Öldürülen askerlerin hemen tamamı er, onbaşı, çavuş veya uzatmalı asker, astsubay veya küçük rütbeli subaylar..

Yüksek rütbeli subaylar nerelerdeler?

Onlar "Ergenekon" veya "Balyoz" dosyalarından dolayı yargılanıyorlar.." diye kinayeli cümlelerle akıllarınca savunma yapıyorlar, laikler.. Halbuki, akıllarını genelde darbe çalışmaları için çalıştıran o generallerin ve diğer yüksek rütbeli subayların dışında kalan ve yüzde 80"i teşkil eden ötekiler nerelerdeler?

Karşı tarafta ise.. Gece gündüz, aynı sarp bölgelerde, katır sırtında, günler-geceler boyu taşıdıkları ağır silahlarla hazırlık yapanlar..

Onlar sanki ordudan daha fazla imkanlara mı sahib idiler?

Ama, arada bir temel fark var..

PKK eylemcisi, niçin öldürdüğünü veya öldürüleceğini biliyor, ideolojisi var..

Bu taraftaki ise.. Askerliğini savuşturmanın derdinde..

Ya da, "İnşaallah ben ölmem.." havasında..

Asker demek, üniformanın ötesinde.. Bir dâva için gerektiğinde ölmeyi, öldürmeyi, öldürülmeyi göze alacak derecede mücadele etmeyi taa baştan kabullenmiş kimse demektir..

Bu açıdan bakıldığında, iki tarafı da silahlı olan ve iki tarafı da asker durumunda kelime mânası itibariyle, kendi dâvasının askeri durumunda olan tarafların mücadelesi.. Ama, bir taraf, mecburî ve vazife anlayışıyla hareket ediyor; diğeri, dâvasının fedaîsi durumunda..

Beğenirsiniz-beğenmezsiniz..

Bu vesileyle şunu da belirtelim ki, bu bir terör saldırısı değil, savaştır..

Çünkü, her iki taraf da, silahlıdır..

Terörde ise, sivil kitlelerde korku ve dehşet uyandırmak özelliği hâkim özelliktir. Sivil kitlelerin bulunduğu yerlere bombalar atmak, baskınlar yapmak, ateş açmak, tuzakar kurmak, vs, evet, bunlar terör eylemidir..

Ama, iki tarafında da silahlı kimselerin bulunduğu ve hele de bir orduyu kendisine muhatab seçecek kadar güçlü bir savaş gücü olduğu zaman, terörden değil, "savaş"tan sözetmek gerekir..

O savaşın mahiyeti farklı olabilir.. "Gerilla, çete savaşı.." veya klasik askerî savaşlar..

1993"lerdeki çetin boğuşmaya da dönemin Genelkurmay Başkanları daha sonra, "düşük profilli bir iç-savaş" dememişler miydi?

*

Hedef, barış veya savaş değil, adâlet olmalıdır..

Ve, adâletsiz bir barış, haksız bir savaşla aynı derecededir..

Canlarını kaybedenlere mi yanarsınız, geride kalanların acılarını mı paylaşırsınız..

Çünkü, ölenler öldüler.. Onlar artık, en azından maddî açıdan acı çekmiyorlar.. Hattâ, birbirine düşman olanların bile yanyana, kavgasız, rahat bir şekilde yattıklarını düşünebilirsiniz..

Aynı coğrafyada, büyük çapta aynı inanç ve kültürel atmosferde yetişmiş insanların böyle bir kirli boğuşma içinde olmasını nasıl izah etmeli?

Hele, geride kalanların durumu..

Çoğu da, yine gariban insanlar..

Hattâ, "anne, buralar çok soğuk, bana iç çamaşırı gönderin.." diyen veya babasından kendisi ve fakir arkadaşı için de bot isteyen.. Veya, elektrik borçlarını ödeyemedikleri için, evlerinin elektriği kesik olan gariban ailelerin çocukları..

Veya üniversiteyi bitirmiş, ama iş bulamamış ve bu arada hiç değilse askerliği aradan çıkarayım diyen gençler.. Ki, onu büyütüp üniversiteyi bitirinceye kadar ne umut ve hayallerle okutan fakir ana-babaları anlamak gerekiyor..

Ama, laikler başka hava ve hesablardalar..

(Hürr. gazetesinin eski yazarı) E. Ç."ın bugünkü gazetesinin 20 Ekim tarihli sayısının birinci sahifesinde, genel öfke yansıtılmaya çalışılıyordu, yeni düşmanlık tohumları ekilmeye çalışılarak.. Ve ağlayan kadınlar öne çıkarılıyordu.. Resimlere baktım, hepsi de başı açık olan hanımlar ağlıyorlardı.. Elbette öyleleri de olabilir ve onların da acısına saygı duyulur. Biz öyle bir ayırım peşinde de değiliz.. Ama, sözkonusu gazetenin birinci sahifeden kamuoyuna yansıtmaya çalıştığı mesaj, şu: "Bakınız, memleketi bu kadınların çocukları, kardeşleri veya eşleri koruyorlar ve ülkeyi korumak uğrunda candan geçiyorlar.."

Ama, gerçek öyle miydi?

Diyelim ki, öyleleri de vardır..

Ama, hayatlarını kaybeden bu 25 kadar askerin de, daha öncekilerin de hemen tamamının annelerinin başları beyaz tülbentler içinde değil miydi?

Bir de, yine 20 Ekim günlü bazı gazetelerdeki subay ailelerinin gösterilerine dair fotoğraflara bakınız.. Onlar, halkın yüzde 80"inden kopuk, ayrı bir sosyal kesimin insanları gibi bir görüntü içinde değiller mi?

Onları‚ "hanımının başı örtülü olan bir kimsenin cumhurbaşkanı olmasını istemeyiz.." diyerek, 4 sene öncelerde, 2007 baharında, TSK"nın yüksek komuta kademesinin emriyle yüzbinler halinde, aylarca mitingler yapan kitlelerden de tanıyoruz.. Hâlâ da o kopukluktan kopabilmiş değiller..

Bir türkü vardı ya hani, öyle bir şey, işte..

"Zenginimiz bedel öder, askerimiz fakirdendir.."

(...) Resmî ideoloji, 100 yıla yakın zamandır tek bir kavmin hâkimiyeti, üstünlüğü nazariyesi üzerine kurulmuş ve diğer bütün kavimler asimile edilmeye çalışılmıştır.. Unutulmasın ki, asırlarca, "Elhamdulillah müslümanım.." diye birbirine eşit seviyede olduklarını hatırlatan insanlar, bu resmî ideoloji asırlarca yabancı oldukları, "Ne mutlu türküm!." lafı veya "Varlığım türk varlığına armağan olsun.." gibi saçma-sapan laflar, türk kavminden olmayan milyonlara çocuğa sabahları okullarda and olarak tekrarlatılırken, bunun tepkisi elbette ortaya çıkacaktı.. Bu dayatmacılık, bu aşağılamacılık, bir takım sosyal hizmetler sunularak sürekli gizlenemezdi..

Sen vatan ve bayrak diye ölüme gidersen, karşındaki de aynı şeyi söylediğinde.. Ne yapacaksın? Ortada bir yanlışlık yok mu?

Müslüman bir halka, sadece bir kavmin yüceliği üzerine bir resmî ideoloji dayatırsan, ötekilerin alçaltılmasını, aşağılanmasını istiyorsun demektir, bu.. Yine unutmayalım ki, 1930"larda, bu ülkede, "türkten başkasının bu ülkede tek bir hakkı vardır, türke hizmetçi olmak.." gibi en faşist, en ırkçı söylemler, en yukardaki şefler tarafından dillendirilmiştir..

O halde, hastalığın temeli, derinlerdedir ve taa baştaki o hastalık kaynağı, o cerahat odağı temizlenmedikçe.. Alınacak bir takım askerî ve sair giderici tedbirler, palyatif tedbirlerdir..

Evet, bugün yaşanan, bir ihanetin, müslüman halkımıza dayatılan‚ "ulus-devlet" ihanetinin acı bir semeresidir ve bugün yaşananlar da bir hainlikse, işte o taa baştaki hainliğe bir haince tepki semeresidir..

Ne bekliyordunuz ya..

*

Bereket ki, halkımız müslüman halkımız, rejimin, resmî ideolojinin başka türlü şekillendirme çabalarına rağmen, birbirine karşı düşman değil..

Ama; nice insanlar, "biz türkler, o kürdler.." gibi ayrıştırıcı ve dışlayıcı lafları daha fazla edebilmekteler..

Bu bir tehlike işaretidir..

Fitne zamanında itidali temsil, daha bir İslamî bir gerekliliktir.

(...) Müslüman halkımız, sadece bir tarafın acısını değil, bütün herkesin acısını birlikte duyarak, bu oyunu bozmaya mecburdur ve hattâ mahkûmdur..

***

(20 Ekim 2011 tarihli bu yazının tamamını görmek isteyenler, arşive dönüp, "Ulus - devlet" anlayışının acı semeresi ve hain bedeli.." başlıklı yazıya bakabilirler..)

*

Bir "kan zehirlenmesi" durumu sözkonusu..

Bu kan zehirlenmesinin karşısında yükselen her feryadı dinlemek gerek, ama, sağlıklı kararı vermek, o kadar kolay değil..

Bu kadar "iltihablı bir bölge"nin, sağlığa kavuşturulmasının o kadar sâde olduğu sanılmamalıdır.. Artada bir septisemi, bir kan zehirlenmesi durumu vardır..

Dile getirilen ve özü itibariyle kimsenin yanlış diyemiyeceği bir sosyolojik tesbit de "Bölgedeki insanların kaçakçılıkla geçiniyor durumdan kurtarılmaları gerekir, bu devletin vazifesidir.." şeklinde olanı..

Doğru bir tesbit.. Ama, şimdi yaşanan facia dolayısiyle hatırlanan bu durum, o bölgede hemen daima var olan bir durum.. Hattâ, askerlerin, karakol vazifelilerinin, jandarmanın bu kaçakçılara gözyumduğu ve bu gözyummanın karşılığının da o asker kişilere bir şekilde döndüğü bile söyleniyor.. Halkımız, herhalde bunu kabulde de zorlanmaz.. Esasen, "yükünü tutmuş" veya her duruma kanunî bir kılıf geçirmek zekası gösteren tiplere, halkın günlük konuşma dilinde, "Senin baban jandarma mıydı?" şeklindeki söz, yeteri kadar öğreticidir..

Bu arada gözönünde bulundurulması gereken bir diğer nokta da, bütün ülkede olduğu gibi, özellikle de bu iltihablı bölgede vatandaşlarının herbirisine geçim kaynağını planlayamamasının devletin ayıbı olduğu gerçeğidir..

Ama, unutulmasın ki, bölgede yüzlerce -binlerce işçiyi çalıştırabilecek fabrikalar kurulmasına veya başka yatırımlar yapılmasına en başta bölgenin devamlı huzursuzluk odağı kalmasından fayda uman odakların -işsiz kalan insanların kendileri için bir ihtiyat gücü olacağı gerekçesiyle- izin vermediği, bilinmiyor mu?

Keza, etnisite farklılığının düşmanlığa dönüştürülmesinin, müslüman halkların İslamî birliklerinin zedelenmesi için bizzat kemalist-laik rejim ve onların akıl hocası olan emperyalist odaklarca da onyıllar boyu planlandığı bilinmiyor mu?

*

Yani, bölgede kaçakçılık yapılması yeni bir durum değildir, o sırada gariban insanların işsizlerin, çaresizlerin bu işle meşgul olmaları, geçimlerini bu şekilde tatmin etmeye çalışmaları, sadece bu mâsum sınırlar içinde de kalmamaktadır..

Bunun bedelini bütün ülkenin ödediği düşünülmelidir..

Bu savaşlarda ölen askerler de karşılarındaki gerilla savaşı verenlerin çok büyük bir çoğunluğu da, hepsi bu ülkenin vatandaşı.. Kemalist-laik rejimin eğitim tezgâhlarından geçmiş, kafaları bu rejimin resmî ideolojik yaklaşımlarına göre yontulmaya çalışılmış kimseler..

Ama, münasebetleri daha bir zehirlenen halk kitleleri..

Sadece askerler öldürüldüğünde "Vah.. Vahh.." ve rejimin güvenlik güçlerince öldürülen silahlı eylemciler karşısında ise, "Ohh..Ohh.." diyerek nereye varılacaktır?

*

Ama, bu faciayı fırsat bilerek, bahane edinerek bazı çevreleri tahrik edenler, büyük şehirlerde, İstanbul ve Ankara"larda belediye otobüslerini, kamu mallarını ve hattâ halkın şahsî mülklerini, işyerlerini, otomobillerini bile yangın bombalarıyla, molotof kokteylleriyle yakanlar ve hattâ yağmalama yapanlar karşısında gösterilecek sosyal tepki, âdil çerçeveler içinde olmalıdır..

Bu gibi tahrib edici tavırlara sıcak bakanlar, aynı saldırının kendi mallarına yapılması durumunda da aynı şekilde mi anlayış gösterip, "helâl olsun.." mu diyeceklerdir..

O halde, sahte mâsum ve mazlumlar icad etmemeliyiz.. Ortada bir zulüm olduğu açık.. Ancak, bu zulüm çarkı, bu şeytanî çark işlerken, filan kavim temiz, filan kavim suçlu gibi toptan temize çıkarıcı veya suçlayıcı yaklaşımlarla bu irinli yara daha bir zehirleyici duruma dönüşecektir..

Bizim müslüman bir şair büyüğümüz vardı.. Sırf "Hz. Peygamber arab olduğu için arabı sevmek gerekir.." derdi.. Ama, Muhammed İqbâl ise, "Her kim, Peygamber arab kavmindendi diye, arab"ın üstün olduğunu sanıyorsa, İslam"ı anlamamıştır.." diyordu..

Fakir, bu konuda İqbal"in çizgisindeyim, onun bu anlayışına meftûnum..

Hiç bir kavim toptan ne mâsum, ne mazlûm ve ne de zâlimdir..

Nitekim, Hz. Peygamber (S)"in mensub olduğu arab kavmi, Ebu Cehl ve Ebu Leheb"i de bünyesinde taşır.. Üstelik, Ebu Leheb bir de Peygamber amcasıdır ve biz müslümanlar onu, dolayısiyle gerçekte ise, onun temsil ettiği ziyniyeti, 1400 senedir lânetlemekteyiz, Kur"an"da yer alan bir sûre dolayısiyle..

Bugün bizim toplumumuzda da, sosyal gerilim ve rahatsızlıkları daha bir arttıran gelişmelerle ilgili olarak gelişigüzel yapılan "türk-kürd" vs. gibi kavmî / etnik nitelemeler sırasında, herhangi bir kesimi toptan temize çıkarmaya veya suçlamaya çalışmanın da İslam açısından reddedilen bir yaklaşım olduğunu unutmamak gerekiyor..

PKK, ideolojik açıdan T.C."yi takib ediyor..

Bu arada, Başbakan Erdoğan"ın BDP ve PKK"ya yüklenirken, "Apo"ya peygamber diyenlerin, kürdler"in dinini Zerdüştlük sananların, her türlü kutsalı, manevî değeri çiğneyenlerin, gençlerin kanıyla beslenen vampirlerin bu topraklarda hiç bir şekilde muhatabı yoktur.. (...) Tâziyeye, acıyı paylaşmaya gelmiş, kendisi de o coğrafyanın insanı olan bir kaymakamı öldüresiye dövmek, linç etmek benim kürd kökenli kardeşlerimin değil, işte o insan diye geçiren müsveddelerin işidir..." şeklindeki sözlerindeki uslûbun oldukça ağır olduğu ortada..

Hele de, bazılarının Öcalan"ı peygamber gibi niteledikleri ve kürdlerin dininin zerdüştlük olduğunu söylediklerine dair sözleri, bazılarınca fazla büyütülmüş gibi görülebilir..

Ama, unutulmamalıdır ki, hemen bütün PKK elemanlarının veya onların ideolojik yandaşlarının beyanlarında bu husus ısrarla vurgulanıyor.. Elbette, analarının dualarıyla hayatta kaldıklarını, "şehit" olacaklarını söyleyen ve İslamî terminolojiyle konuşan PKK elemanları da da var; ama, asıl ideologların kürd halkının dininin İslam"dan önce zerdüştlük olduğunu defalarca söylemedikleri bilinmiyor mu? Ve Öcalan"ı peygamber olarak gördüklerini söyleyenlerin beyanları da medyaya hep yansıtılmıyor mu? (Bejan Matur"un "dağın ardına bakmak" isimli kitabında da bu konuda yığınla örnekler vardır..)

Ve amma.. Bunları söylerken, Osmanlı"nın yıkılışını takiben, Anadolu"da yeni bir düzenin, laik rejimin kuruluş yıllarında türk halkının İslam"dan önceki dininin şamanizm olduğu ve keza, M. Kemal"in "türk peygamberi" olarak nitelendiğine dair yayınların, Ankara"daki yeni sultanların işaretiyle olduğu da unutulmamalıdır..

Bu bakımdan bugün PKK ve Öcalan"ın, 1930"lardaki laik uygulamaları ve M. Kemal"in putlaştırılması sırasında takib olunan diktacı yöntemi esas almasına şaşılmamalıdır..

 

haksöz

Bu yazı toplam 1677 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar