Zikri İhyâ Etmek ve Zikirle İhyâ Olmak

Zikir ve İbâdetler

 

Bütün ibâdetlerin özü ve aslı Allah Teâlâ’yı hatırlamaktır. İslâm’ın direği namazdır ve namazdan da maksat Allah’ı zikirdir. “Bana ibâdet/kulluk et; Beni zikir için namaz kıl.” “Namazı dosdoğru kıl. Allah’ı zikretmek elbette en büyük (ibâdet)tir.” Kur’ân-ı Kerim okumanın ibâdetlerin en fazîletlisi olmasının sebebi, Allah’ın kelâmı olması, Allah’ı hatırlatıcı olması ve içerisindekilerin hepsinin Allah’ı zikretmeyi, O’nu hatırlamayı tazelemesidir. Oruçlu insan, sadece midesine değil; eline, ayağına, gözüne, kulağına hâkim olur, onlara da oruç tutturur. Oruç, mideyi aç bırakmaktan daha çok, gönlü takvâ ile doldurmaktır. Oruçtan maksat, şehvet ve kötü arzuları kırmaktır. Böylece şehvet ve hevânın sıkıntılarından kurtulan kalp, temizlenir ve zikre müsait hale gelir. Allah’ın evi olan Kâbe’yi ziyâret olan hacdan maksat, ev sahibi olan Allah’ı hatırlamak ve O’na yakınlaşmak çabasıdır. Hac menâsiki içinde yer alan tekbir, telbiye gibi ibâdetler zikir cinsindendir. Dolayısıyla bütün ibâdetlerin başı zikirdir. Zaten müslüman olmak için kelime-i tevhidi söylemek şarttır. Bu da zikrin ta kendisidir. Diğer bütün ibâdetler, bu zikri kuvvetlendirmek içindir. İnsanoğlu, ibâdet için yaratılmıştır."Kurtulmak istiyorsanız, Allah’ı çok zikredin.” buyurulur. Kurtuluşun anahtarı, az değil; çok zikretmek, her durumda; ayakta, otururken, yatarken zikretmektir.

 

Münâfıklar Allah’ı çok az zikrederler. Demek ki mü’min Allah’ı çokça zikretmek zorundadır. Tüm zamanını Allah’ı hatırında tutarak, müslüman olduğunu, Allah'a ve O’nun hükümlerine teslim olduğunu unutmadan geçirmelidir.        

 

Zikir ve Namaz

 

Namaz, baştan sona bir zikirdir. Namaz bize her rüknünde, her ifadesinde Allah’ı hatırlatır. Bu sebepten Allah, Kur’ân-ı Kerim’de bazen “namazı ikame ediniz!” emri yerine; “Allah’ı zikrediniz!” veya “Rabbinin adını zikret!” denilir.

 

Anılıp yâd edilmeye en lâyık Allah olduğu için, “zikir” kelimesi söylenir söylenmez hemen Allah’ı zikretme mânâsı ruhlarda canlanır. Zikir, sadece tarikatlara has bir âdet ve halkın  “hû çekmek” diye isim taktığı, sünnetten farklı usûl ile icrâ edilen bir âyin değildir.Zikir, bir iman nişanı, bir ibâdet alâmeti, bir İslâm simgesidir.

 

Zikir, Kur’an’da bizzat Kur’an’ın bir ismi olarak geçtiği gibi; ibâdetlerin en kapsamlısı olan namaza da zikir deniliyor. Namaz kılan bir mü’min Allah’ı anmakta, zikretmektedir. Bu zikir abdestle başlar. O’nun huzuruna çıkacağının şuuru içinde, O’nun sevgili rasûlünün öğrettiği biçimde hazırlık yapan insan, Allah’ı yâd etmekte, O’nu zikretmektedir. Kâbe’ye teveccüh ettiğinde zikirdedir. Niyet ve tekbir zaten zikirdir. Derken Allah’ı tesbihile,hamd ile, O’ndan başka ilâh olmadığını ifade ile zikir sürdürülür.

 

Namaz kılan bir mü’min, bir taraftan da okuduğu sûrelerin mânâlarını düşünür. Kalbi okuduğu sûreye göre halden hale girer. Lisanen zikir namazdadır, kıraat sûretiyle. Kalben zikir namazdadır; tefekkür, haşyet, ümit, muhabbet sûretiyle. Bedenin organları ile sâlih amel cinsinden eylem olarak zikir de en güzel şekliyle namazdadır; kıyamı, rükûsu, secdesi, oturuşu ile...

 

İnsan, beden ve ruhtan ibâret olduğu gibi; âlem de şehâdet ve gaybdan ibâret. Yani, görünen ve görünmeyen âlemler var. İnsanın maddesi bu âlemin maddesinden süzüldüğü için, bedenen yaptığı zikir de kâinatın zikrini temsil eder. Gök gürlemesinden şimşek çakmasına, yaprak hışırtısından kuş cıvıltısına kadar bu âlemi dolduran bütün sesler bir nevi kıraattir. Kudretin söylettiğini duyururlar bize. Ve biz namazda Kur’an okumak sûretiyle bu cehrî zikirlere hem iştirak eder, hem de hepsinin önüne geçeriz. Tefekkür ise, melekler âleminin zikrini temsil ediyor.

 

Mü’minin zikri namazla sınırlı değildir. Zikir kelimesi, tesbih, hamd, tekbir, namaz, Kur’an okumak, Allah rızâsı için bir şeyler öğrenmek ve öğretmek gibi mânâların tümünü içine aldığına göre mü’minin Allah’ı anması, hatırlayıp yâd etmesi sadece namaza mahsus değildir. Allah’ı düşündüğünde, Allah’ın emrine teslim olarak yaptığı meşrû her işinde, kudsî kelimeleri söylediğinde nerede ve ne zaman olursa olsun insan zikirdedir, ibâdet halindedir. Caddede yürürken, haram nazardan sakındığı müddetçe insan zikirdedir. Ticaretinde, ölçüyü sağlam tuttukça ve Allah’ın hükmünün, koyduğu sınırın dışına taşmadığı müddetçe insan zikirdedir. Kur’an, mü’minin her şeyidir. Gündüzünü de, gecesini de O’na göre tanzim eder; böylece aralıksız zikretmiş olur. Allah Rasûlünü hatırlamak, insanı Allah'ı zikre götürdüğünden, bir mü’min, Rasûlullah’ın hangi sünnetini işlerse işlesin, o an zikirdedir. Bize Allah’ı hatırlatan, O’na dâvet eden her şahıs, ders, faâliyet, gayret, konuşma, çalışma da zikirdir.

 

 

Zikir ve Kur’an

 

Kur’an, kendisine ‘zikir’ demektedir ki, O, baştanbaşa bir öğüttür, hatırlatmadır, insanlarla ilgili her önemli şeyi açıklayan bir ilâhî bildiridir. O, aynı zamanda sürekli Allah’ı hatırlatan âyetlerden meydana gelmektedir. “Hiç şüphesiz Zikr’i (Kur’an’ı) Biz indirdik Biz; onun koruyucuları da gerçekten Biziz.”;“Dediler ki: ‘Ey kendisine zikir (Kur’an) indirilen (Muhammed)! Sen mutlaka bir mecnunsun!”

 

Kur’an’ın ‘zikir ehli’ (ehlu’zzikr) dediği insanların kim olduğu konusunda da farklı görüşler bulunmaktadır. Bu kavramın geçtiği âyetin meâli şöyle: “Biz senden önce kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başka (Rasûl) göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.” Bazılarına göre ‘zikir ehli’, Allah’ın daha önceden gönderdiği kitaplardır. Çünkü onlar da peygamberlerden ve onlarla beraber gelen vahy’den bahsediyorlar, onları hatırlatıyorlardı. Kimilerine göre, kitap ehli kimselerdir. Çünkü onlar da peygamberleri ve görevlerini biliyorlar. Kimilerine göre de, kendilerine tebliğ edildiği zaman daha önceden iman etmiş mü’minlerdir. Eğer müşrikler, Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’in dâvetinden şüphe ediyorlarsa, daha önce bu dâveti anlamış ve iman etmiş kimselere sorsunlar. Çünkü onlar ‘zikr’i anlayan, ne olduğunu bilen kimselerdir.

 

 

Müslüman; zikri yozlaştıran, Kur’an ve Sünnet ölçüleri içinde bütüncül anlamlarından soyutlayan ve zikir gibi büyük bir ibâdetebid’atler karıştıranlara ve sünnetteki âdâbına uymayanlara bakarak, zikirden gâfil olamaz. Zikri yeniden ihyâ etmek ve zikirle ihyâ olmak zorundadır. Kur’an kavramlarını yozlaştırıp dejenere etmek, anlamlarını daraltmak ne kadar yanlış ise; kuru, yavan, sevgisiz, bereketsiz, zikirsiz, takvâsız, ihlâssız din anlayışının da insanı kurtarmasını beklemek o kadar yanlıştır. Günümüz muvahhid gençliği, diğer insanlara ve özellikle müslümanlara aşırı eleştiri oklarını yöneltir, tenkit kılıcıyla kendinden başka tüm mü’minleri doğrarken, nefsini ihmal etmekte, eleştirdiği yarı doğruların yerine tam doğruyu kendi şahsında örnek olarak gösterememektedir. Bu tavır da, müslümanlar arası kör döğüşü andırmaktadır. İslâm, bir kötülüğü yıkarken, yerine mutlaka ondan çok daha hayırlı bir alternatifi getirmiş ve insana sunmuştur. Soyut tartışmalar, pratiğe/eyleme dökülmeyen iddialarla Allah’ın rızâsına erişilmez. Zikirdeki yanlışlardan yola çıkarak bir müslümanın zikirsiz bir hayatı tercih etmesi, ancak, şeytanın sağdan yaklaşmasıyla izah edilebilir. “İman edenlerin Allah Allah’ı zikretme ve O’ndan inen hak/gerçek için kalplerinin saygıyla yumuşaması zamanı daha gelmedi mi?...”

         

“...İlâhınız bir tek İlâhtır. O’na teslim olun! (Ey Muhammed!) O ihlâslı ve mütevâzi insanları müjdele! Onlar öyle kimselerdir ki, Allah zikredildiği zaman kalpleri titrer; başlarına gelene sabrederler; namazı kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler (Allah için harcarlar).”

 

Allah’ı zikretmekten yüz çevirenlere şeytan musallat olur. Şeytan ise insanın düşmanıdır. Rabbimiz’in övdüğü insanlar, her durumda, çarşıda-pazarda, işinde-gücünde, alımda-satımda... Allah’ı zikretmekten, O’nu hatırlayıp O’nun hükümlerine bağlı kalmaktan geri durmayanlardır. “Öyle adamlar vardır ki, ne ticâret ne de alışveriş onları Allah’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” İnsan her durumda Allah’ı zikretmekle mükelleftir. Bir kulu, Allah’ı zikirden alıkoyacak hiçbir sebep olamaz/olmamalıdır. Mü’min, rahatlık ve âfiyette Allah’ı zikrettiği ve şükrettiği gibi; musîbetler, âfet ve felâketler olduğunda da Allah'a sığınmak, O’nun yardımını istemek mecbûriyeti hisseden kimsedir. Zikir, içindeki hevâsına karşı zafer silâhı olduğu gibi, dış düşmanlara karşı da zikir, çok önemli bir silâhtır. O yüzden savaş anında, düşmanlarıyla çarpışırken de Allah’ı, hem de çok zikretmek emredilmiştir: “Ey iman edenler! (Savaşmak için) herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebât edin ve Allah’ı çok zikredin ki başarıya erişesiniz.”

 

 

Kamer sûresinde dört kez şu âyet tekrarlanır: “Biz Kur'an'ı zikir (öğüt, uyarı, hatırlama) için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mu?” Burada Yüce Allah'ın dört defa Kur'an'ın kolaylaştırmasının gerekçesini tekrarlaması gerçekten dikkat çekicidir. Bu durum bizi devamlı sûrette Allah'ın mesajını okuyup onu pratiğe geçirmenin mecburiyetini ortaya koyar. Yüce Rabbimiz iman edenlerden kendisini çokça zikretmelerini/anmalarını ister. Seyyid Kutub, bu âyetin tefsirini yaparken Allah'ı zikretme olayını şöyle açıklar:

 

“Allah'ı anmak demek ona kalpten bağlanmak, sürekli olarak onun gözetimi ve denetimi altında yaşamaktır. Yoksa kuru kuruya Yüce Allah'ın adını tekrarlayıp durmak değildir. Kur'an Allah'ı anmak ile insanın geçirdiği bazı vakitler ve durumlar arasında bağ kurar. Amaç, bu vakitleri ve durumları Allah'ı anmakla donatmak ve onunla ilişki halinde olma bilinci ile renklendirmektir.”

Zikir; dille, bedenle ve kalple olmak üzere üç kısımda mütâlaa edilmiştir. Dilin zikri, Allah'ı güzel isim ve sıfatlarıyla yâd etmek, hamdetmek, tesbih edip yüceltmek, Kitabını okumak ve O'na duâ etmektir. Bedenin zikri de, her uzvu ne ile emr olunmuş ise onunla meşgul etmek ve yasaklardan alıkoymaktır. Kalbin zikri ise üç çeşittir: Birincisi, Allah'ın varlığına delâlet eden delilleri düşünmek ve şüpheleri defederek sıfat ve esmâ-yı ilâhiyeyi tefekkür etmek. İkincisi, ilâhî hükümleri, emir ve yasakları, va'd ve vaîdi ve bunların delillerini düşünmek. Üçüncüsü ise enfüsî ve âfâkî tüm varlığı ve bunlardaki yaratılış sırlarını temâşâ ve tefekkür ile her zerrenin kudsî âleme ayna olduğunu görmektir. Zikrin bu makamının sonu yoktur.

 

Zikir, dil ve beden ile yapılan kalbî bir uyanıklık içinde gerçekleştirilmelidir. Zira zikir, gafletin zıddı demektir. Dolayısıyla gafleti gidermeyen zikir, hakikatte zikir değildir. Nitekim Allah'ı zikir için farz kılınan namazı gafletle edâ edenler kınanılırken, onu huşû içinde yerine getirenler methedilmiştir. Yine aynı şekilde “Mü'minler ancak o kimselerdir ki Allah zikredilince kalpleri ürperir.” âyeti, zikrin âdeta gönlü titretecek derecede bir şuur içinde yapılması gerektiğine dikkat çekerken, Hz. Peygamber'e hitâben yapılan: “Rabbini, içinden yalvarıp yakararak, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam zikret, gâfillerden olma” uyarısı da kalbî hassâsiyetin nasıl olması gerektiğine açık bir şekilde delâlet etmektedir.

 

Zikir, Allah'ı tekrar ve devamlı kendine merkez olarak alma ânıdır. Zikir, dünyayı Allah'ın hidâyetine/kılavuzluğuna göre biçimlendirmek için inancın ve ruhsal hayatın ifadesidir. Zikir, tefekkürden sonra gelen bir davranış tarzıdır. Arınma, önce tefekkür ve sonra da tezekkürle gerçekleşir. Tefekkür bir talep, çağrıştırmaktır. Zikir ise, zihinde çağrışımı yapılmış nesnenin bizzat içinde var olmaktır.  

 

Seyyid Kutub'un belirttiği gibi Allah'ı anma, hayatın dışında bir olay olarak algılanmamalıdır. Allah'ı zikir/anmak demek, O'nun emirleri doğrultusunda yaşamı  düzenlemek demektir. Vahiyle bütünleştiğimiz oranda zikir eylemini gerçekleştirebiliriz. Zikrin bir de toplumsal boyutu vardır. Cemaat boyutu en fazla olan Cuma namazına Allah'ı zikretmeye koşmamız isteniyor. Dikkat edilirse Cuma konusundaki âyetlerde namaza çağrıldığı zaman Allah'ı anmaya koşulması, namazdan çıkıldıktan sonra yeryüzüne dağılındığında da Allah'ın çok anılması isteniyor. Bu da bize toplumsal hayatta Allah'ın belirleyiciliğinden uzaklaşılmaması, hayatımızda laik bir alan olmaması gerektiğini vurgular.

 

Zikir, “ez-Zikr” diye nitelendirilen Kur'an'ı okumak, düşünmek, öğüt almak ve yaşamaktır. Salât etmek zikirdir. Kur'an'ın hükümlerini uygulamak zikirdir. Yapmakla Allah'ın rızâsını kazanacağımız her eylem zikirdir. Zikretmek, anlamanadan, kurukuruya bir şeyleri tekrar etmek, vird haline getirmek değil; aksine zikri anlamak ve anladığımızı pratiklerle göstermektir.

 

 

Allah'ın zikri ile kalplerin titremesi: Zikir, tam anlamıyla gerçekleştiği zaman kalpler onunla uyanır, titrer ve kendine gelir. “İman edenlerin Allah Allah’ı zikretme ve O’ndan inen hak/gerçek için kalplerinin saygıyla yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu fâsıktır/yoldan çıkmış kimselerdir.”“Mü'minler, Allah zikredildiği/anıldığı zaman kalpleri titreyen kimselerdir.” Kalbin titremesi, duyarlılık göstergesidir. Allah'tan bahsedilmesine, kendisine Allah'ın hükmü hatırlatırlamsına rağmen yanlışı değiştirmeyen, ürpermeyen ve gidişatını düzeltmeyen, (gerçek) mü'min olma vasfını kaybeder. Böylesi bir duyarlılıktan uzak olarak yapılan zikirler gerçek zikir değildir. Sarhoş bir halde atılan “Allah” nâraları, ancak Allah'ın gazabını celbettirir.   

 

 

Zikirden Uzaklaşmak

 

Zikirden uzaklaşmak, kişinin özünden uzaklaşması demektir. Çünkü zikir; aklın, düşünce ve duyguların tertemiz bir şekilde faâliyette olması demektir. İnsanın doğru yolda yürüdüğünün işaretidir. Zikirden uzaklaşmak ise bâtıla geçişin ve çöküşün bir başlangıcıdır. Allah'ın kitabının zikir olduğunu hatırlarsak, Kur'an'dan uzaklaşmak demek; dalâlete/sapıklığa düşmek, İlâhî kitabın ışığından mahrum olmak, karanlıkta kalmak demektir. Rabbimiz, kitabına karşı ilgisiz kalan kimselerin kalplerinin katılaşmış olduğunu bildiriyor ve onlara “yazıklar olsun!” diyor: Allah'ın, göğsünü İslâm'a açtığı kimse, Rabbinden gelen bir nur üzerinde değil midir? Kalpleri Allah'ın zikrine karşı katılaşmış olanlara yazıklar olsun! Bunlar apaçık bir sapıklık içindedir.”

 

Allah'ın zikrinden uzaklaşanlar, şeytanın kardeşi olurlar. Şeytan da onları doğru yoldan uzaklaştırır. Bâtıllarla oyalar. Fakat, insanın bundan hiç haberi olmaz da kendini hidâyette zanneder: “Allah'ın zikrini kim umursamazsa, ona bir şeytanı musallat ederiz de, artık o, ondan hiç ayrılmayan bir arkadaş olur. O şeytanlar onları doğru yoldan ayırırlar da onlar kendilerinin hâlâ doğru yolda olduklarını zannederler.”

 

Kıyâmet günü Allah'ın zikrinden, yani kitabından uzaklaşmış olan kimse, feryad ederek şöyle der: “Ah ne olurdu peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana! Ne olurdu filanı (bâtıl yolcusunu) dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur'an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yüzüstü bırakıp rezil rüsvay eder. Peygamber der ki: 'Ey Rabbim! Kavmim bu Kur'an'ı terkettiler.” Sonuçta, Rabbin zikrinden uzaklaşmak, azâbı getirir: “Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse, Allah onu çok ağır bir azâba sokar.” Şeytan onları hükmü altına almış ve Allah'ın zikrini unutturmuştur. İşte bunlar, hizbuşşeytandır (şeytanın taraftarlarıdır). İyi bilin ki hüsrana uğrayacak, kaybedecek olanlar, şeytanın taraftarlarıdır.”

 

Zikir kelimesinin; düşünme, hatırlama, anma, öğüt ve uyarı gibi anlamlar taşıdığını Kur'an'dan yola çıkarak biliyoruz. Dolayısıyla zikrin gerçekleşmesi için bu anlamların bir bütünlük arzetmesi gerekir. Kitabın zikir olması ile kişinin zikretmesi arasında bir bağlantı vardır. Zikir, sadece dil ile bir “anış”tan ibâret değildir. Bir ismi tekrar tekra söylemek, tek başına bir zikir sayılmaz. Söylemenin ötesinde olması gereken şartlar vardır. Bunlar: Düşünmek, öğüt almak, hatırlamak, Rabbin ismi  (esmâü'l-hüsnâ'dan biri) olması, yani “Hû” kelimesi gibi aslında zamir olan birçok kişi için kullanılıp onların yerini tutan bir kelime olmamalıdır.

 

Allah'ı çokça zikredilmesi istenen âyetlere dikkat edildiğinde, bizden istenen zikrin sayısal değerinden bahsedilmediği görülecektir. Yani, “şu isimleri şu kadar tekrarlayın” şeklinde bir emir yok. Zikrin sabah akşam çokça yapılması, her yerde ve her zaman Allah'ı zikretmenin istenmesi gösteriyor ki, dil ile çok çok tekrarlama yerine (ondan daha önemli olarak); hatırlama, düşünme, idrâk etme, ifade etme ve öğüt alma, hep zikir halidir. Bilinçsiz bir şekilde yapılan tekrardan öte, gerçek zikrin, düşünerek, ibret alarak şuurlu bir şekilde yapılan hareketler olduğu bilinmelidir.

 

 

Muhammed el-Behiy, zikrin Kur'an'da öncelikli ve ağırlıklı olarak Kur'an anlamında kullanıldığını belirtir ve şöyle der: “Zikir, Kur'an'da çok yerde Allah'ın kitabı olan Kur'an anlamında kullanılmıştır. Zikir, daha sonra 'tesbih'e, tesbihin yapıldığı ve zâhidlerin devam ettiği yere isim olarak verilmişse de, bu isimlendiriş, tesbihte aslolanın Kur'an ve âyetleri olmasından ileri gelmektedir. Allah'ı zikir, O'nu sürekli biçimde hatırında tutmak, O'ndan gâfil olmamak, O'nu anmaktır. Allah'a anmak; mü'min insanı Allah'ın yüceliği, azameti ve korkusu karşısında şuurlandırarak açık bir anlayış kazandıran bilinçli bir işlemdir. Bu aklî davranışın insan hayatındaki eseri; doğruluk, Allah yoluna uyma, kendisine ve başkasına kötülük veren şeyden kaçınma şeklinde belirir. Mü'min kişi, her şeyden önce insandır. Bu yüzden kendisinde yanılma ve unutma olabilir. Allah yoluna uymasına engel olan hatalı durumları görülebilir. Yanılır, unutur veya hata ederse; Allah'ı anması, bütün bu durumlardan önceki güvenle yürüdüğü doğru çizgiye dönmesi gerekir. Kur'an, bu konuda mü'minlere şöyle sesleniyor: “O takvâ sahipleri, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı zikrederler. O'nu hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe istiğfâr ederler...” Özetle, Allah'ı zikir, olumlu davranışa iten aklî ve ruhî bir işlemdir. Zikir (Kur'an), sözden önce anlamdır. Sembolik bir tablodan öte bir değer ve fonksiyon taşır.”

Yusuf Kerimoğlu, zikir kavramını açıklarken, zikrin İslâmî hükümleri bilmek ve ahkâmı edâ etmek olarak ifade eder ve şöyle der: Bir mükellef, sahih bir itikada sahip olmadığı ve ihlâsı esas almadığı müddetçe, sâlih amel işleyemez. Müslümanlar, zikir ibâdetini edâ ederek gafletten kurtulabilirler. Bir hususa işaret etmekte fayda vardır: Yeryüzündeki hilâfet vazifesini hakkı ile edâ etmeye niyet etmeyen kimselerin, bazı lafızları “dudak servisi” ile tekrarlamalarına zikir denilemez. Kur'ân-ı Kerim'de zikir ehli, şeriatı bilen ve ahkâmını hakkı ile edâ eden kimseleri ifade için kullanılmıştır: “Bilmiyorsanız zikir ehlinden sorunuz.”âyet-i kerimesindeki incelik budur.

 

 

Zikrin Psikolojik Faydaları

 

Her çeşit ibâdet ve zikir, insanı Rabbine yaklaştırır. Kendisinin O'nun koruma ve gözetiminde olduğu duygusunu verir; bağış umudu güçlenir, içinde gönül rahatlığı oluşur, üstüne sekînet ve huzur iner. “İyi bilin ki kalpler, ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur, huzur bulur.”“Allah'ı çok zikredin; umulur ki bu sâyede kurtulursunuz.” Rasûlullah (s.a.s.) da, Allah'ı zikretmenin insanın içinde huzur ve sükûnet yaydığını dile getirmiştir: “Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere otururlarsa, melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar, üzerlerine sekine (huzur, feyiz) iner ve Allah onları yanındakilere (meleklere) zikreder.”

 

İnsanın huzur ve sükûna erebilmesi için, mutlaka vücudun kontrol mekanizması durumunda olan kalbin mutmain olabilmesiyle mümkündür. Bunun içindir ki, karaktersiz, kişiliksiz, renksiz kişiler, ya da iki yüzlü, iki kişilikli, çifte standartlı olan yahûdiler, Allah'ı yeterince zikretmez, gerektiğinden çok az zikrederler. Allah'ı zikretmeyen kâfir veya gâfiller, dünyada da ıstırap ve stresden, bunalım ve şikâyetlerden kurtulamaz, huzûr-ı kalp denilen saâdeti yakalayamaz. Ve esas mutluluğun âhirette olduğunu bilen ve unutmayanlar için, bu istekleri de zikir sâyesinde olacaktır: “... Allah'ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar için Allah bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” Şeytanın vesvese ve tuzaklarına, haramları güzel gösterip mü'mine Allah'ı ve kendisinin müslümanlığını unutturmasına karşı en etkili silâh; kişinin diliyle, kafasıyla, gönlüyle ve her organı aracılığıyla yaptığı eylemleriyle zikretmektir.

 

Zikir, kalpleri doyuran, iştahların aç gözlülüğünü gideren, susuzları suya kandıran, akılları hedefine ulaştıran bir ibâdettir. Zikir kul için uyanıklıktır, şuurdur, bilinçli olmaktır. Zikir takvaya ulaştırır, takvayı öğretir, takvaya arkadaş eder. Zikir şuurları diri tutar, gönülleri gafletten korur. Zikir ilaçtır, zikir iksirdir, zikir âb-ı hayattır, zikir canlara can katan merhemdir. Zikir yoksullukları kanaat zenginliğine, yalnızlıkları ebedi ve bitmez dostluğa, mahrumiyetleri ilâhî ilgiye dönüştürür. Zikir dünyalık korkuları giderir, endişeleri umuda çevirir, hayalleri götürür; onun yerine solmaz gerçekleri yerleştirir. Zikir boş kuruntular (ümniyye) yerine Allah’ı bilme, takdir etme, önünde kul gibi eğilme ve O’ndan isteme cesareti arama ümidini verir.

 

İnsan, zikir sâyesinde, iç dünyasında oluşan huzur, sükûnet, doygunluk, tatmin ve ilâhî aydınlığın yardımıyla, hayatın geçici ve iğreti çemberini yarıp zorlukları aşarak, geldiği yer olan baba vatanı Cennet'e geldiği gibi saf ve temiz bir şekilde geri dönme imkânını elde eder. Zikirle insan ayrı bir güç ve olgunluk kazanır. Allah'ın da insanı zikretmesi, ancak kişinin gereği gibi Allah'ı zikretmesiyle mümkün olacaktır. İnsan, Allah'ı zikretmez, unutursa; Allah da onu terk eder, hidâyet ve rahmetini keser; yani mecâzi anlamda Allah da onları unutur: “Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu!”

 

Zikir çeşitlerinin en üstünü, Kur'an okumaktır. Bu yüzden, kalbin temizlenmesinde, psikolojik problemlerinin çözümünde ve ruhun şifa bulmasında büyük yeri vardır. “Biz Kur'an'dan mü'minlere şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Zâlimlerin ise ancak hüsrânını/ziyanını artırır.”

 

“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerindekine bir şifâ, mü'minler için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.”; “...De ki: 'O, iman edenler için hidâyet/doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifâdır. İman etmeyenlere gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara kapalıdır...”

 

Günahların bağışlanması, Cehennemden kurtulmak, Cennete girmeyi başarmak için Kur'an okumanın faziletini ortaya koyan hadisler, günahkârlık duygusundan doğan nefisteki stresten kurtulmak için, en büyük zikir olan Kur'an'ın çok önemli bir ilaç olduğunu gösteriyor. Kur'an, yalnızca günahkârlık hissinden dolayı insanın içinde oluşan gerginliğin değil; aklî ve psikolojik bunalımlar ve ruhî rahatsızlık durumlarının hepsi için bir ilaçtır. Kur'an, kalplerde olanın, gönüllerdeki şüphe ve aşırılıkların şifasıdır.

 

Onda hakkın bâtılı nasıl giderdiğinin, eşyayı olduğu gibi görmeyi sağlayan bilgi, düşünce ve kavramayı bozan şüphe hastalıklarını nasıl yok ettiğinin açıklaması vardır. Onda hikmet, korkutma, özendirme ve kalbin iyi olmasını sağlayacak ibret alınması gerekli şeyleri hikâye etme yollarıyla güzel öğüt verme vardır. Kalbi kendisine yararlı şeylere teşvik eder, zararlı olacak şeylerden uzaklaştırır. Kalp, daha önce yanlışın bağımlısı, doğrunun düşmanı olsa bile, böylece doğruyu sever, yanlıştan nefret eder.

vuslatdergisi

Bu yazı toplam 6607 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar