Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

‘Ümmet’leşme İdealimiz ve M. İqbâl..

'Qalb-i mâ, ez Hind’u Rûm’u Şâm nist,

Merz’u bûm’u mâ, be-cuz’ İslâm nist!.’

(Bizim kalbimizde Hind, Rûm (Anadolu) ve Şâm diyarlarının sevgisi yoktur;

Bizim için İslâm’dan başka sınır da yoktur, vatan da..)

-Muhammed İqbâl-

(Diyarbekir Dicle Üni. öğrencilerince çıkarılan ‘Özgür Üniversiteli’  dergisinden kardeşler, Mart-2014 başında Ümmet konusunu esas alan bir sayı hazırlamak istediklerini ve benden de bir yazı beklediklerini söylediklerinde, verilen mühlet kısa idi. Ve bu yazı çıktı, ortaya.. O yazıyı burada da paylaşayım, istedim..)

*

Önce, 40 yıl öncelere aid bir hâtırâmı aktarayım.

1974- 75’lerdi. Yaz mevsimi..

İst.- Fatih’te, Hırka-i Şerif semtinde oturuyorum.

Sabahın 03,30 sularında, kapı zili çaldı.. O saatte beklediğimiz genelde polis olurdu. (Çünkü, o sırada ‘Bâb-ı Âli’de SABAH’ gazetesinde günlük yazılar yazıyordum, İst. Hukuk’un son sınıfında okurken, 1972’nin sonundan itibaren.. Hakkımızda yığınla dâvalar açılmaya başlanmıştı, T. Ceza Kanunu’nun 163. maddesine aykırı davranmak, yani, ‘devletin -kısmen de olsa- din kurallarına göre yönetilmesi için propaganda yapmak’  suçlamasından dolayı..)

Üçüncü katın balkonundan baktım, aşağıda karanlıkta iyice seçilemiyen birisi..

-Buyurunuz..

-(İngilizce bir ses) Brother Salahuddin..

-Yess..

-Es’Selamu aleykum..’

-Ve aleykumselam..

Hemen kapıyı açtım, yukarı çıktı.. Kendisini tanıttı.

Abdullah isimli, siyahî bir müslüman..

Güney Pasifik’in küçük ada devletlerinden Fiji Cumhuriyeti’nden..

Fiji Cumhuriyeti, Avustralya kıt’asının doğusunda, Yeni Zelanda’nın kuzeyinde, her iki ülkeye de 3 500 - 4 000 km. mesafede.. 350 kadar küçücük adacıklardan oluşan bir adalar topluluğu.. Nüfusu 1 milyona yakın.. Halkın yüzde 95’ından fazlası hristiyan, hindu veya yerli dinlerden..

Çok az müslüman var.

Bu Abdullah kardeşimiz de işte o azlardan birisi..

Londra’da tıb tahsili yapıyormuş.. (Dünya Müslüman Gençlik Teşkilatı)’nın İstanbul’da yapacağı kongre için gelmiş..  Londra’dan kardeşler vermişler adresimi..

*

Namaz, istirahat ve kahvaltı sonra..

Öğleye doğru, sözkonusu kongrenin yapılacağı İstanbul Boğazı’nda, Rumeli Hisarı’nın daha kuzeyindeki Tarabya Oteli’ne gittik..

Salonda, dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş misafirlerden oluşan bir kongre yapılacak..

Hepimize kapalı devre yayın yapan küçük radyolar verildi. (Ki, bu cihazları ilk kez orada görmüştüm.. Konuşmalar ânında çeşitli dillere çevriliyor ve biz de kulaklıkları takıp, elimizdeki o kapalı devre yayın yapan radyo cihazlarından konuşmaları dinliyoruz..)

Kur’an-ı Kerîm okunuşu ve diğer bazı protokol konuşmalarından sonra, kürsüye şimdi hayatta olmayan bir büyük müslüman şair ve mütefekkir dâvet olunmuştu.

O da, uzunca ve genelde güzel bir konuşma yaptı, ama, konuşmasının sonunda.. Mes’eleyi arablık ve türklük konusuna indirgemiş gibi bir tablo ortaya çıkıverdi.. ‘Arab olmasaydı, İslam olmazdı; türk olmasaydı İslam kalmazdı.. vs..’  gibi..

*

İlginç olan şu ki, bu gibi kıyaslamalardan bizler de pek rahatsız olmuyorduk.. Çünkü, İslam algımız kavmiyetçi söylemlerden temizlenememişti, ne yazık ki..

Dr. Abdullah, bu konuşmadan rahatsız oldu ve ‘Sizin en büyük İslam mütefekkiriniz bu mu?’ diyerek, rahatsızlığını fısıldadı, o zamanlar biraz bildiğim fransızca olarak..

Dışarıya çıktık..

Dışarıda, epeyce dert yandı, Abdullah.. ‘Benim atalarım 100-150 sene öncesine kadar putperest idi.. Eğer İslam, türk ve arab kavmi arasında paylaşılacak bir tereke, bir mîras malı ise, benim bu mîrasda hiç bir payım yok ve ben burada, yanlış bir yerdeyim, demektir. Ama, biz müslümanız ve bu görüşler müslümanların cihanşumûl kardeşliği açısından asla taşımaması gereken görüşler..’  

Fiji Adaları’ndan gelmiş olan ve pırlanta gibi bir beyni ve kalbi olduğunu gördüğüm bu kardeşin bu yaklaşımı karşısında ezilip kaldığımı hatırlıyorum.

Çünkü, o doğru söylüyordu da; bizim hemen herbirimizin ufku da aşağı yukarı o kadardı..  

Halbuki, Fiji adalarından gelmiş olan bu ‘muvahhid’ insan ise, bizim unuttuğumuz bir hazineden söz ediyor ve ‘bunlar hattâ Muhammed İqbâl’i bile okumamışlar..’ diyordu,

Yoksa, yanlış mı düşünüyordu, Dr. Abdullah?

Muhammed İqbal’in ‘Peyâm-ı Meşrıq (Şarq’dan haber- mesaj)’ ve Esrâr-ı Hodî, (Benliğin Sırları) gibi eserlerini Prof. Ali Nihad Tarlan’ın nefis tercümelerinden okumuştum, ama, Dr. Abdullah’ın hatırlatmasına kadar, demek ki, M. İqbâl’in verdiği asıl mesajı ben de tam olarak kavrayamamıştım.

*

İki gün sonra, misafirim gitti..

Muhammed İqbâl’i yeniden okumaya başladım..

O zaman farkettim ki, biz arab-türk derken, Hind müslümanlarının arasından çıkmış olan bu seçkin irfan ve kalb adamının, bu büyük mütefekkirin verdiği nefîs ‘ümmetçi’  mesajlarından hiç nasiblenmemişiz.

O yeniden okumalarımda anlıyordum ki, beynimi İqbâl’in, İslâm inanç ve kültüründen imbiklenmiş mesajlarıyla yeniden düzenlemem gerekiyordu.

İqbâl diyordu ki, özetle:

‘Bizim adımız İslam Milleti’dir, Millet-i İslam..

Biz herhangi bir zaman ve mekanla, belli bir coğrafya veya tarih devirleriyle sınırlı değiliz..

İslam Milleti’nin iki aslî unsuru vardır:

Tevhîd inancı ve Nübûvvet / Peygamberlik Müessesesi..’

Yani, Lailâhe illallah, Muhammed’un Resulullah..’

*

Bu aslî unsurlar etrafında birleşen bütün insanlar, derilerinin rengi, dilleri, cinsiyetleri, kavimleri, sosyo-ekonomik konumları her ne olursa olsun; bir ‘millet’tirler, Millet-i İslam,

Millet-i İbrahîm..

Evet, ‘İbrahîm, tek başına bir millet idi..’

Bunlar, eskiden beri söyleyip geçtiğimiz, ama, idrakine derinlemesine varamadığımız kavramlardı..

Evet, inancımızın temel mefhumları/ kavramları, terimleri yeniden şekillenmeliydi, beynimizde ve kalbimizde.. Ve en başta da ’millet’ ve ‘ümmet’ gibi terimler..

Henüz 100 sene öncesinde bile, müslümanlar hangi etnik unsurdan, hangi kavimden, dil grubundan gelirlerse gelsinler, kendilerini resmî söylemlerde sadece ‘Millet-i İslam, ahali-i İslam..’ şeklinde ifade ederken; müslümanların coğrafyaları, emperyalist güçler tarafından parça parça edildikten sonra, o tek millet’ten, yüzlerce kavme millet adını vererek, yeni terimler ortaya çıkarmıştık; arab, arnavut, fars kürd, türk, peştun, boşnak, tatar, berberi, zenci, hindî, sindî, malay, howsai, vs.. Ve bunlar üzerine, yığınla kavmiyetçilik/ nasyonalizm cereyanları ve her kavmin kendisini diğerlerinden üstün zannetmek ve tahakküm etmek hastalığı..

Halbuki, Hz. Peygamber (S)’in, kendi amcasıyla bile savaşırken; Fars diyarından gelen Selman’la, Rûm / Anadolu diyarından gelen Suheyb ile, Habeş diyarından Bilâl’le kalb birliği içinde olduğuna ve hattâ, Hz. Bilal’e, ‘zenci kadının çocuğu..’ diye hitab eden bir sahabeye, ‘Ey ...., senin beyninde Cahiliyye döneminden kalıntılar görüyorum, kendini bunlardan temizle..’ deyişine dair rivayetleri siyer kitablarından yine okuyorduk, ama, okuyup geçiyorduk..

*

‘Ümmet’ kelimesi, arabçada ‘umm’ kelimesinden gelir.

‘Umm’, yani ‘ana’..

Ummet,  yani analık hali..

Bir ananın çocuklarını, aile efradını etrafına toplayıp onları koruması ve bir bütünlük oluşturmasına benzetilmesinden hareketle..

Bazı düşünce adamları, ümmet’in millet kelimesinden ayrılabilmesi için, ‘ümmet’in siyasî organizasyonunu tamamlamış toplum için kullanılabileceği’ni söylemişlerdir.

(Millet ise, hem inanç ve hem de inanç toplumu mânâsındadır. Millet-i İbrahîm / İbrahîm Milleti; Hz. İbrahîm’in dinini-inancını ifade ettiği gibi, o inanca bağlananları da ifade etmektedir. Ve, ‘İbrahîm bir millet idi’  ibaresi, Hz. İbrahîm’in tek başına, tek kişilik bir millet olduğunu da ifade etmektedir.)  

Bugün ‘İslam Milleti’ olarak yine varız, ama, siyasî organizasyonunu tamamlamış olmak mânâsında bir ‘ümmet’ niteliğinden çok uzaklardayız..

*

Bu mânâları, son yüzyılda, belki de en net ve en güzel ifadelerle, dünyamızdan 80 yıl öncelerde ayrılan  (merhûm) Muhammed İqbâl’de bulmak mümkün..

İqbâl’de de millet, inanç toplumu mânâsındadır.

Nitekim, İqbâl,Bang-i Dirâ’da Terâne-i Millî’  isimli şiirinde şöyle diyordu: 

‘Biz Çin’li veya arabız, ya da, Hindli..

Ama, müslümanız! Bütün dünya vatanımızdır..

Göğüslerimizde Tevhîd emaneti vardır..’

‘Vataniyyet / Vatancılık’  isimli şiirinde de şöyle devam eder İqbâl:

‘Senin kolun, tevhidin gücünden dolayı kuvvetlidir..

İslam senin memleketindir, sen Mustafavîsin.. (Mustafa’nın yolundan giden..)

İslam’ın son hedefi ve derunî- iç sırrı nedir?

Kardeşliğin cihanşumûllüğü/ evrenselliği, aşkın kucaklayıcılığı..

Öyleyese, kan, renk, ırk putlarını kırıp ‘millet’te kaybol..

Millet potasında eri, bütünleş..

O zaman ne Turanî, ne İranî, ne Efgani kalır..

Bütün ‘vatan’lar; Hindistan, Horasan, hep sahildir..

Mu’min ise, kıyısı olmayan denize girmelidir.

Senin kanadların renk ve ırk tozu ile örtülmüştür,

Ey haremin kuşu, uçmadan evvel kanadlarını silkele..’

Bu mısralar, tam da, ‘El’garb’u lenâ, ve-ş’şarq’u lenâ.. (Batı da bizimdir, Doğu da..) meâlindeki yüksek mânânın bir geniş yorumu gibidir. Çünkü, bütün âlemler ‘Rabb’ul âlemîyn’ olan Allah’ındır.

*

Devam eder İqbâl:

‘Tepeden tırnağa hile ve fen olan Garb’ın lordu, din ehline vatancılık eğitimi verdi.

Eğer, iyiyi ve kötüyü ayırt edebiliyorsan, gönlünü çamura, taş ve toprağa bağlama..

Din nedir? Pâk can kendini bilsin diye, topraktan sıyrılmak..

Allah diyen, bu dört cihetli coğrafyanın  hududlarına sığmaz!.

Türk, İran’lı, Arab.. Herbirisinin boğazında Avrupa’nın tuzak yemi var.. 

İngiliz emperyalizmi, Şarq/ Doğu halklarını daha kolay idare edebilmek için,

onlara birleştirici olan ‘din’in yerine;  ayırımcı olan ‘vatan’ fikrini empoze etmiştir.

‘Biz tevhid gülistanının rengarenk açan gülleri,

Değişik ahenklerde ötüşen bülbülleriyiz..  

Bizde renk ve kavim üzerine ayrılık yapmak, kan bağı aramak haramdır..

Bizim kalbimizde Hindistan, Rûm (Anadolu) ve Şâm diyarlarının sevgisi yoktur.

Bizim için İslâm’dan başka sınır da yoktur, vatan da...’

*

İnsan’ı kalb ve beyin birliğine duygu ve düşünce birliğine götüren inanç yerine, toplumları deri rengi, kan, toprak, sınır, coğrafya, geçmişin mirası, ataların din ve gelenekleri vs. gibi unsurlar etrafında toplayan anlayışların sadece müslümanlara değil, bütün beşeriyete neler getirdiği ortadadır.

Gerçi, inançta zıdlaşılması halinde de, aynı kavgalar olabilmektedir.

Ortaçağ Avrupası’ndaki mezheb kavgaları, ya da müslümanlar arasında, 1300 yıldır süregelen ve siyasî kavgalara göre şekillenen mezheb farklılıklarından kaynaklanan tablolar da ortada..

Ama, inancın doğru yorumlanması halinde, zulümden kaçınmak ihtimali çok daha güçlüdür.

İnanç birliğine değil, bir takım maslahat ve menfaatlere göre şekillenen kabilecilik, nasyonalizm, saltanatçılık, coğrafya kutsamacılığı, sosyal sınıfları yüceltme ve aşağılamaya dayalı beşerî ideolojiler etrafında bir araya gelişlerin, en küçük bir menfaat veya duygu zıdlaşması durumunda bütün bir dünyayı nasıl bir kan gölüne ve küllüğe dönüştürdüğünün en canlı örneği ise, son yüzyılda, 1914-18 ve 1939- 45 arasında yaşanan ve toplumların birbirlerini aç kurtlar gibi nasıl parçaladıkları, yokettikleri bilinen iki Dünya Savaşı’dır.

*

‘Sizin Allah ındinde en üstününüz, Yaratıcınızın koyduğu ölçülere en fazla riayet edeninizdir..’ meâlindeki, ‘İnne ekremekum indallahe etqâkum’ (Hucûrât-13) âyeti ve Resul-i Ekrem (S)’den gelen ‘Qulû, lailahe illallah, tuflihû! / Lailahe illallah, / (Allah’dan başka ilah yoktur!) deyiniz, kurtulunuz!.’  şeklindeki hadis rivayeti, maddî özü itibariyle hepsi de aynı çamurdan meydana gelen ve sahte kutsallar icad etmeyen ve onlara sarılmayan bütün insanlığa, insan hak ve haysiyeti içinde yaşayabilecekleri bir dünyayı sunmaktadır.

haksöz

Bu yazı toplam 901 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar