Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Türkiye’nin Ortadoğu’daki Sıkıntıları

Dışsiyaset, adı üstünde, dış etkenlerin iç etkenlerden daha fazla ve etkin olduğu bir sahadır. Ama, nice siyasetçilerin ve kalem erbabının durum değerlendirmesi yaparken, bu hususa fazla dikkat etmedikleri ve sanki dışsiyasetin, ‘2 x 2= 4’ eder gibi bir formülle şekillenebileceği kanaati taşıdıkları görülmektedir.

Bu konuda, en fazla dile getirilen konulardan birisi, Suriye ve Mısır siyaseseti.. Daha sonra da İran, Irak ve Irak Kürdistanı siyaseti geliyor.

Bugünlerde beddualarıyla meşhur bir kişi ve etrafı ise, Davos’tan ve sonra da -9 TC. vatandaşı’nın katledildiği- M. Marmara Hadisesi’nden beri, Erdoğan Türkiyesi’nin sionist İsrail rejimine karşı takındığı ve dostça olmadığı görülen tavrın yanlışlığını tekrarlayıp durmaktalar.

Türkiye’nin Erdoğan’lı yıllarının, en başta Amerikan emperyalizmi ve Almanya olmak üzere, NATO dünyasını memnun etmediği biliniyor. Çünkü, önceki dönemlerde Amerika ve ekonomik açıdan güçlü diğer devletlerin yetkilileri karşısında süklüm-püklüm olan, dilenen bir Türkiye profili varken ve bu durum Batı’lı liderlere, dünlerdeki megalomani (kendisini diğerlerinden büyük görme şeklindeki ruh hastalığı) eğilimlerinin de sevkıyle, büyük bir zevk verirken..

Tayyîb Erdoğan’la, o profil kalkmış; yerine, dilenmeyen, ülkesini maddî açıdan güçlendiren, halkın kendi ülkesine olan özgüvenini arttıran bir yeni yapıya kavuşmuştu. Onun bu hali, Batılılarca otokratiklik, dik kafalılık ve kendilerine bir meydan okuyuş olarak değerlendiriliyor ve içlerindeki, gelecekte daha bir tehlike oluşturabileceği korkusunu giderek büyütüyordu.

Bu durum gizli kapaklı da değil.. Haziran-2013’da ülkeyi haftalarca derinden meşgul eden İst.-Taksim / Gezi Parkı hadiseleri sırasında uluslararası güçlerin, Tayyîb Erdoğan’dan nasıl bir diktatör profili oluşturmaya çalıştıkları ve bu hayalî diktatörün yıkılışını görmek için, emperyalist dünyanın en etkili medya organlarında, haftalar boyu ve koro halinde nasıl yorumlar ve tv. kanallarından saatlerce canlı yayınlar yaptıkları unutulmadı.

Türkiye’de son haftalarda ‘yolsuzluk operasyonu’ olarak nitelenen ve sonunda 3 Bakan’ın istifasına ve önemli makamlardaki yığınla isimlerin vazifelerinden uzaklaştırılmalarına müncer olan gelişmeler sırasında, Amerikan Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin de, Ankara’daki Avrupa Birliği ülkeleri b.elçileriyle 17 Aralık günü -yani, tam da o operasyonun yapıldığı gün- bir yemekte buluşup, Tayyîb Erdoğan’ı hedef alan bazı sözler söylediği ve ’Halkbank’ın İran’la ilişkilerini kesin dedik, ama bir türlü dinletemedik. Şimdi, bir imparatorun çöküşünü göreceksiniz!’ dediği, -daha sonra her ne kadar sözkonusu büyükelçilikçe yalanlandıysa da-, yine de üzerinde durulmayı gerektirecek bir gelişmeydi. Çünkü, hele de Amerikan elçilerinin ve hele de şimdiki b.elçinin bu yöndeki sabıka dosyası çok kabarık olup, onların yalanlamalarının haklarında dile getirilen iddialardan daha inandırıcı olmadığı neredeyse bir genel kural halinde paylaşılmaktadır kamuoyunda..

Ki, bir devlet bankası olan Halkbank’ın, B. Amerika baskısıyla İran’a uygulanan / uygulatılan ambargolar yüzünden o ülkenin alamadığı petrol paralarının altın üzerinden ödenmesine aracılık yapıp, bu yolla, milyarlarca dolarlık kâr ettiğinin anlaşılması üzerine, Amerika’daki etkili yahudi lobisi AIPAC’ın çabalarıyla, Nisan-2013 ortasından beri Amerikan Kongresi’nin (parlamentosunun) 47 senatörünce sözkonusu edilmeye başlandığı ve bu yönde harekete geçmesi için Amerikan yönetimini zorladıkları da zâten aylarca öncesinden beri biliniyordu.

Bu konuda, Amerikan yönetiminin bütün dünyaya yönelik dinlemelerden elde ettiği verilerle, nice hükûmetleri ve güç odaklarını istediği zaman ve istediği şekilde vurmak üzere elinde bir takım kozlar taşıdığı hususu da gözönünde bulundurulmalıdır.

Bütün bunlar, dışsiyasetin iç siyasetle ne kadar içiçe olduğunu göstermeye yeter.

 

Emperyalist-şeytanî güçlerin oyunu ve her yerde aynı..

Hele de Ortadoğu bölgesindeki ülkelerin dışsiyasetinin daima bıçak sırtında olduğu daha bir anlaşılmalıdır.

Bangladeş’ten, Pakistan, Afganistan, Irak, Suriye, Filistin, Lübnan, Mısır, Libya ve Tunus’a kadar uzanan coğrafyada yıllardır ve her gün meydana gelen karışıklık, saldırı ve patlamalarda yüzlerce insan hayatını kaybetmekte ve bu durum, artık o kadar olağan bir hale gelmiş durumda ki, Batı dünyasında kazaen bir kez meydana gelen ve 40-50 kişinin ölümüne sebeb olan patlamalar veya terör vak’aları üzerine bütün dünya günlerce o konuyla meşgul olurken; müslüman coğrafyalarında hergün meydana gelen ve hergün yüzlerce insanın hayatını kaybettiği karışıklık ve terör vak’aları, neredeyse görmezlikten gelinmekte, tam bir vurdumduymazlık sergilenmekte..

Hele de, Suriye’de yaşanan ve üç yıldır devam eden korkunç içsavaşta, hergün yüzleri bulan insan kayıpları yaşanıyor. Ama, bütün bu ağır karmaşa ve can kayıplarının faturası, müslümanlara değil, İslam’a çıkarılmak ve İslam, toplumların yönetim ve gelişmesinde olumlu etkisi olmayan bir din gibi gösterilmek isteniyor. Ve bu konuda da, ideolojik savaş da ajanları pusuda bekliyorlar, tabiatiyle. Ama, bundan dolayı emperyalisitleri suçlayamayız, elbette.. Çünkü, onlar fıtratlarının gereğini yerine getiriyorlar. Onlar tuzaklar kurup, silahlar verip, herkesi herkese düşman ederek dövüştürür, sonra da, ‘Görünüz, müslümanlar ve İslam işte budur!’ deyip, daha sonra da sahneye bir ‘kurtarıcı’ olarak çıkmanın kurnazca zeminini hazırlarlar.

Doğrusu, bu gelişmelerden müslüman toplumlar da sorumlular.. Çünkü, bu büyük karmaşa ve bu ağır can kayıpları karşısında, müslüman toplumlar, bulundukları ülkelerde dev kitleler halinde protesto gösterileri bile yapmıyor ve de bu konuda en fazla, ‘vah vah..’ demekle yetiniyorlar.

*

Bu noktada, protestolarla netice elde edilip edilmeyeceği de bir ayrı konu.. Çünkü, emperyalist güçlerin Osmanlı Devleti’nin enkazı üzerinde oluşturduğu yığınla devletler başta olmak üzere, bölge devletlerinin birbirleriyle olan ilişkileri de bir anda kavmiyetçi, coğrafyacı, mezhebçi çatışmalara dönüştürülebilecek bir gizli tehlikeyi de içinde barındırıyor. Ve bu da, bu ülkelerdeki toplumların tepkilerinin şekillenmesinde kavmî, mezhebî veya resmî maslahatları aslî etken unsur haline geliveriyor.

 

Suriye’deki diktatörlük rejimiyle irtibat sürdürülmeli miydi?

Bu noktada, Tayyîb Erdoğan / Ahmed Davudoğlu ikilisinin Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik dışsiyasetinin yanlışlığına sıkça vurgu yapılıyor.

Sahiden de, bu siyasette bir yanlışlık sözkonusu mu?

Eğer, kısa sürede yıkılması beklenen 50 yıllık bir Baasçı diktatörlük rejiminin vargücüyle direneceğinin hesab edilmemiş olması ve, sonuçlara bakarak bir değerlendirme esas alınırsa, böyle bir iddiada elbette bulunulabilir.

Evet, dışsiyasette, yığınla faktörlerin, etkenlerin devreye girdiği gözönüne alınmazsa, evet, böyle bir değerlendirme yapılabilir.

Ama, Suriye’de karışıklık hadiseleri 2011 Baharı’nda ilk başladığında, Tayyîb Erdoğan, Davudoğlu’nu 6 ay kadar bir süre ve defalarca Şam’a göndererek tavsiyelerde bulunduğu halde, bunlara kulak verilmediğini ve hele de Suriye diktatörlüğünün sivil halk ve şehirler üzerine tankla-topla, hava bombardımanları ve füzelerle ölüm kusmaya başladığını görünce..

İplerin kopması kaçınılmazdı. Bu açıdan, Erdoğan Hükûmeti’nin Suriye siyasetinde bir takım uslûb değişiklikleri tartışılabilse bile, ilke olarak bir yanlışlık olduğu söylenemez.

Esasen, Erdoğan’la Beşşar Esed arasında varolduğu söylenen yakın dostluğun, bir düşmanlığa dönüşmesinin aslî sebebini Esed, münasebetler bozulduktan sonra İstanbul’da yayınlanan Cumh. gazetesine yaptığı açıklamalarında, gaayet net olarak, ‘Erdoğan’la yakın ilişkiler kurmuştuk; ama, onun kafası İkhwan kafasıydı. Her görüşmemizde bize devamlı olarak, İkhwan-ul’Muslimîyn kadrolarını sosyo-politik alana çekip, ülkenin yönetiminde onları da ortak etmemizi tavsiye ediyordu. Bunu kabul edemezdik. Çünkü, biz bu bölgede sekularizmin bekçiliğini yapan bir ülkeyiz..’ şeklindeki ifşa ediyordu.

Ancaak, Türkiye, bu gelişmeler içinde herhalde Suriye’deki 50 yıllık Baasçı diktatörlük rejimini, İran’ın vargücüyle savunacağını ve bu yolda elindeki bütün kozları kullanacağını tahmin edememişti.

 

Suriye için, İran’la karşı karşıya gelmekten kaçınılabilir miydi?

Evet, üstelik de, Şah rejimi gibi bir diktatörlük rejimine çetin ve büyük bir halk hareketi ile, dev bir inqılab hareketiyle mücadele veren İran halkını yöneten İran rejiminin, bir takım stratejik plan ve maslahatları gereği diyerek, Suriye rejimine vargücüyle destek verdiği ortada.. Bu noktada, sonunda, Lübnan Hizbullah Örgütü’nü de devreye sokan İran’ın bu tutumu -ki, bu örgütün lideri Şeyh Hasan Nasrullah, İran İnqılab Rehberi’nin izni olmadan asla hareket etmiyeceklerini esasen taa başından beri söylemekteydi-’ Türkiye’yi oldukça rahatsız etmiş ise de, her iki tarafın da böyle bir karşı karşıya gelişi tırmandırmadan, kontrollü bir çizgide tutmak dikkatleri, ortaya yeni pürüzler, buhranlar çıkmasını engelledi.

Ve şimdi.. Suriye rejimi, kimyasal silahların imha edilmesi dayatmasını kabul ettikten; yani siyonist İsrail rejimine ve onun hâkimiyetinde yaşayan sivil halk kitleleri için büyük bir tehdid oluşturan bu silahların imhası garanti altına alındıktan sonra..

Başta Amerikan emperyalizmi ve İsrail olmak üzere, bütün Batı dünyası da, tıpkı Rusya gibi, Suriye’deki 50 yıllık Baas diktatörlüğünün ve 45 senelik Esed Hanedanı’nın iktidarda kalmasının diğer bütün tercihlerden daha iyi olacağında görüş birliğine varmış bulunuyorlar.

Hattâ, o kadar ki, daha yakın zamana kadar, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere bütün Batı dünyasını Suriye’deki içsavaş konusunda da ağır şekilde suçlayan İran, şimdi, gazetelerinin birinci sahifesinden, Esed’in ve Baas rejiminin kalıcı olduğuna dair, Bazı merkezlerinden yapılan açıklamaları manşetlerden verebiliyor; âdetâ, ‘düşmanımın düşmanı dostumdur..’ formülünü hatırlatırcasına.. Ve, Esed’in nihaî zaferini ilan etmenin eşiğine geldiği gibi açıklamalarla birlikte..

Ve dahası, İran ve Hizbullah, Suriye’deki diktatörlük rejimi muhaliflerini ‘tekfirci ve terörist’ olarak niteleyip, onları özellikle de Hizbullah güçleri eliyle ezmeye çalışırken; Hizbullah lideri Nasrullah, Suriye’de ‘tekfirci teröristler’ olarak nitelediği Esed muhalifi savaşçıların, kendilerini, ‘tekfir ettiğinden, terörist olarak nitelediği’nden ve din adına bir vahşîlik sergiledikleri’nden, her zaman olduğu gibi, geçen hafta da tekrar yakınıyor ve bunu yaparken, kendilerinin de onlar için yaptıkları suçlamaları onlar için aynen tekrarlamakla, saaplanılan ‘çıkmaz’ı ortaya koyuyordu.

Daha önce de, Nasrullah’ın, ‘Biz olmasaydık, Esed rejimi iki günde çökerdi..’ dediğini, kanlı bir diktatörlük rejimini ayakta tutmak için ne büyük çabalar sarfettiklerini gururla beyan ettiğini ve bu arada Hizbullah’ın Suriye’deki kayıplarının binlerle ifade edildiğini ve Lübnan’ın sosyo-politik sahnesinde de kendi aleyhine büyük bir za’fiyet ortaya çıktığını da unutmayalım. Ayrıca, Irak ve İran’dan Suriye’ye ‘din-mezheb aşkı’ adına, Hizbullah ve Esed güçlerinin yardımına koşanlardan binlercesinin öldüğünü de hatırlayalım. Aynı şekilde, Suriye diktatörlüğüne karşı savaşan güçler arasına, özellikle de büyük bir kısmı arab diyarlarından gelen ve sayıları onbinlerle ifade olunan savaşçı unsurların da büyük kayıplar verdiği biliniyor. Bunlar silahlı gruplar arası çatışmalar.. Daha acısı ise, bombardımanlar, roketler, füzeler, tanklar- toplar altında can veren veya sakat kalan savunmasız, sivil onbinlerin, yüzbinlerin durumu.

 

Suriye Krizi’nin anahtarı ve aslî sorumluluğu, gerçekte kimde?

Bu noktada, hatırlanması gereken bir diğer konu daha var ki, o da ilginçtir:

Üç ay kadar önceydi..

İran İnqılab Muhafızları Ordusu (Pasdaran) komutanlarından birisinin bir video kaydı vardı.. O kişi, bu video kaydının yapılmasından bir hafta sonra Suriye’de öldürülmüştü. Şahsî eşyası arasından ele geçen bir video kaydında söyledikleri son derece ilginçti..

Bu komutan diyordu ki, -özetle-:

‘Bu Suriye ordusu, aynen bizim Şah zamanının ordusu gibi.. Halka o kadar korku salmışlar ki, bunun için kendileri de halktan korkuyorlar. Biz geldik, bu durumu gördük ve onları ikaz ettik.. Halkın arasına giriyoruz, mescidlere gidiyoruz, halk bizden korkmuyor, ama kendi ordularından korkuyor. (...)

Burada denilebilir ki, ‘Mâdem ki böyle, bizim burada işimiz ne?’

Biz hakkaniyetimiz / haklılığımızı Ağa’dan (Yani, İnqılab Rehberi’nden) alıyoruz. Biz onun emrine göre hareket ederiz..’

Evet, Suriye mes’elesindeki asıl çıkmaz, bu noktadadır.

Davudoğlu geçen ay Tahran’a gidip, mevkıdaşı M. Cevad Zarif’le görüştü ve Suriye’de taraflara, ateş-kes çağrısı yapılması yolunda görüş birliğine varıldığı açıklandı; taraflar birbirlerine diplomatik dille övgüler ve gülücükler yağdırdı.

Ama, hemen ardından Zarif, yaptığı açıklamada, ‘kendilerinin Suriye siyasetinin asla değişmediğini, siyonist düşmana karşı mukavemet cebhesinin zayıflatılmaması şeklindeki temel siyasetin izlendiğini tekrarladı.

Sanki, Suriye’de öyle bir mukavemet cebhesi kalmış gibi.. Yüz binden fazla insanın ölümüne, milyonlarcasının yerlerinden yurtlarından göçetmek, kaçmak zorunda kalmalarına ve kısmen daha iyi korunabilen başkent Şam dışındaki hemen bütün şehirlerin virâneye dönmesine rağmen, hâlâ, bir ‘mukavemet cebhesinin desteklenmesi adına..’ şeklindeki iddianın ne kadar inandırıcı olduğu da ayrı bir konu..

Asıl mes’ele şudur ki, İran’da Dışişleri Bakanı veya C.Başkanı kim olursa olsun, hele de dışsiyasette, asıl söz sahibinin İnqılab Rehberi olduğu gözönüne alınmadıkça, yeni bir dış siyaset oluşturulamıyacağı, neredeyse imkânsızdır.

Suriye’deki muhalif güçlerin de kendi aralarında bir birlik oluşturamayıp, her güç odağı veya örgütün kendisini muhalefetin tek ve gerçek temsilcisi olarak görmesi/ göstermeye çalışması da, bu içsavaşı daha bir içinden çıkılmaz hâle getirmiş bulunmakta.. Başlangıçta ‘Özgür Suriye Ordusu’ adı altında bir araya gelen diktatörlük karşıtı muhtelif güç odaklarının, daha sonra tamamiyle ayrışıp, birbirleriyle de savaşan ve Suriye’nin geleceğinde kendilerinden başkasına bir söz hakkı tanıyamıyacaklarını ortaya koyan bir mücadele içine girmeleri, bu kanlı ve korkunç issavaşın geleceğini daha bir belirsizleştirmekte..

Bu durum da Esed diktatörlüğünü ve koruyucularını daha bir dirençli yapıyor.

 

‘Erdoğan Türkiyesi’, hemen bütün arab rejimlerini de ürküttü, ama..

‘Arab Baharı’ denilen ve kısa sürede tufanlara dönüşen büyük sosyal çalkantılardan sonunda, Erdoğan Türkiyesi, özellikle Mısır ve Tunus’da kendisine yakın yönetimlerin işbaşına gelmesinden elbette memnundu.. Ama, bu mutluluk uzun sürmedi. Erdoğan Hükûmeti, Mısır’da Muhammed Mursî’nin ve İkhwan-ul Muslimîyn kadrolarının ilk serbest seçimle işbaşı gelmesinin mutluluğunun bir askerî darbe noktalandığını gördüğünde, bu sonuca verdiği sert tepkiye destek veren kimse bulamamıştır, yanında.. Hattâ, 30 yıllık Husnî Mubarek rejimi devrildiğinde, bunu bir zafer olarak karşılayan İran bile, Mursî’nin, -henüz iktidarının birinci yılını tamamlayamadan, yani ortada net bir başarı veya başarısızlıktan söz edilemiyeceği bir zaman diliminde- bir askerî darbeyle devrilmesine tepkisiz- ilgisiz kalmıştır.

Amerika ve diğer NATO ülkeleri ise, yapılan askerî darbeye, darbe dememek için her türlü diplomatik kelime oyunundan istifade etmişler; USA Dışbakanı John Kerry’nin, General A. Fettah Sisî liderliğindeki o askerî darbeyi, ‘Mısır’da demokrasinin kurulması yolunda bir çaba’ olarak nitelemesini yeterli bulmuşlardır. Putin Rusyası ise, bu durumdan kendi lehine nasıl bir sonuç çıkarabileceğinin fırsatçı çıkar hesablarının ardına düşmüştü, tabiatiyle..

Erdoğan Hükûmeti’nin ise, Mısır askerî darbesi karşısında takındığı tavrın tutarlı ve mantıklı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Daha öncesi krallık ve son 60 senesi de Nâsır- Sedat- Mubarek üçlüsünün tepeden inmeci yöntem ve yönetimlerde geçirmiş olan Mısır gibi önemli ve 90 milyonluk nüfusu olan bir ülkede, o zorbalık yönetimlerinin sonunu getiren bir büyük sosyal değişimi takiben yapılan bir hür seçimle iktidara gelen ilk cumhurbaşkanına yapılan bir askerî darbeye sevgi ile bakılamazdı elbette.. Ama, diplomasinin gerektirdiği bir takım esneklikler açısından bu konuda, Türkiye’nin kendi aleyhine olacak şekilde bir siyaset takib ettiğini söyleyen muhalefet sözcülerinin eleştirilerini, özellikle de Türkiye’deki kemalist-laik statükocuların kendilerini ortaya koymak yönündeki niyet ve planlarını da gözönünde bulundurmak gerekir. Ama, Erdoğan’ın bu konuda ortaya koyduğu irade ve tavrın, arab beldelerinde, sokaktaki arab halklarının kalblerinin derinliklerinde bir muhabbet hâlesi meydana getirdiği ve arab halklarının, Erdoğan’ın şahsında, müslümanların birliği idealine hizmet eden bir lider profili gördükleri de gözden ırak tutulmamalıdır.

Ama, arab halklarının tepesine çöreklenmiş bulunan yığınla arab rejimlerinin korkusu da bu noktadadır. Çünkü, onlar, bu sevgi hâlesinin halkların derûnunda bir şuûrlanma hareketine dönüşeceğinden korkmaktadırlar. Bu yüzden, bütün o krallık, saltanat veya diktatörlük rejimleri hem İkhwan Hareketi’nden, hem de Erdoğan Türkiyesi’nin bu eğilime verdiği destekten dehşete kapılmış bulunmakta.. Nitekim, Suûdî rejimi başta olmak üzere, hemen bütün petrol zengini arab rejimlerinin, emirliklerinin Mısır’da Mursî yönetimine hiç bir yardım yapmamışken, askerî darbenin hemen sonrasında darbe yönetimine onmilyarlarca dolar yardım yapılması, Erdoğan’ın açık hışmını çekmiş ve böylece sadece Mısır askerî rejimiyle Türkiye arasında derin bir soğukluk ve diplomatik kopukluk kaçınılmaz olmakla akalmayıp, arab rejimleriyle de arasında bir soğukluk meydana gelmiş bulunuyor.

Tabiatiyle, bu konular bölge üzerinde derin etkileri bulunan Amerikan- İngiliz ve sair Batı ülkeleriyle Rusya’nın dikkatinden de kaçmıyor.

*

USA emperyalizmi, Irak’da istemediği bir irtibat istemese de..

Türkiye Irak konusunda da, Amerika, İran ve Irak merkezî hükûmetleriyle karşı karşıya.. Irak merkezî Hükûmeti’yle İran, Erdoğan’ı mezhebçi ve de yeni Osmanlıcı ve hattâ yeni bir Halifecilik cereyanının takibçisi bir siyaset izlemekle suçlarken; kendilerinin de aynı şekilde mezhebçilikle suçlandıkları açık ve herhalde, mezhebçilik suçlamasında Erdoğan’dan geride değillerdir.

Türkiye, Irak Kürdistanı’ndaki Bölgesel Hükûmet’in başkanı Mes’ûd Barzanî ile iyi ilişkiler geliştirip, bu yolla hem kendi içindeki TC- PKK silahlı çatışmasına fren koyabilecek bir güç merkeziyle işbirliği yapmış oluyor, hem de Irak Kürdistanı’nın zengin petrol kaynaklarının Türkiye üzerinden dünya pazarlarına açılmasına imkan sunuyor. Ama bu durum, Bağdad’daki Irak merkezî hükûmetinin hışmını üzerine çekmiş olup, bu durumdan Amerikan emperyalizmi de memnun olmadığını açıkça dile getirmiş bulunuyor.

Bu arada, Türkiye’nin İsrail rejimiyle ilişkilerini normalleştirmek için herhangi bir çaba harcamamasına dikkati çeken siyonist ve Amerikan çevreleri, bu durumdan rahatsız oluyorlar. F. Gülen’in ve çevresinin de, bölge ülkelerinin hoşnut olması için, İsrail’le gerginlik yaşanmasının doğru olmadığı konusunda, Erdoğan Hükûmeti’ne yıllardır getirdiği eleştiri de hatırlanmalıdır.

Bütün bunlar bir daha gösteriyor ki, dışsiyaset, sadece diplomatların, monşerlerin lüks otellerin lobilerinde, saraylarda oluşturdukları bir ‘dünyayı şekillendirme san’atı’ olmayıp, devreye yeni güçlerin girdiği bir alandır.

‘Türkiye’nin Ortadoğu’da siyasetinde bir yanlışlık var mı, yok mu?’ denildiğinde, yığınla konuların birlikte ele alınması gerekmektedir.

 

Kervanımız bütün muhataralara, tehlikelere rağmen ilerliyor..

Türkiye’nin Ortadoğu’da geçmişteki sıkıntılarının sebebi, katı laik bir siyaset izlemesinden ve Batı dünyasının sivri mızrağı gibi bir rol üstlenmesinden kaynaklanıyordu. Ve bundan emperyalist-şeytanî güçler memnundu.. Müslüman halklar ise, bu durumdan hayıflanıyorlar ve 1970’li yıllara kadar, ‘Türkiye’nin bütünüyle tanassur ettiğini / nasranîleştiğini, hristiyanlaştığını sanıyorlardı.

Bugün ise, Türkiye resmî ideolojisiyle, 100 yıla yakın bir zaman diliminde olduğu gibi, yine kemalist-laik rejimin temelleri üzerinde bulunmasına rağmen, müslüman halkların kalb ve beyinlerindeki değerlere göre kurulu bir dünyanın oluşturulması gibi bir siyaset, ‘de facto’ / fiilî durum halinde takib olunmaya çalışılıyor ve bu durumdan, emperyalist güçlere rahatsız olduğu gibi, müslüman halkların ensesine çöküp onlara zorla ve emperyalistlerin kuklası olarak hükmeden yerli güçler de karşı çıkıyor.

*

‘Çerağımızı söndürenin, Hakk yandırsın çerağını...’

Bir diğer konuya da kısaca değinelim:

F. Gülen’in âdetâ bir kriz geçirmişcesine yaptığı korkunç beddua gösterisi üzerine, konuyla ilgisi olan-olmayan herkes kendisine göre bir yorum yaptı, yapmakta.. E. Çölaşan gibi katıksız- tâvizsiz kemalist-laik isimlerin bile, ‘bizim yapamıdığımızı Fethullah yaptı..’ kabilinden ifadelerle şükran borcunu beyan etmesi durup dururken olmadı.

‘Beddua’, ‘bed’ ve ‘dua’ kelimelerinden meydana gelen farsça-arabça bir terkibî terim.. ‘Bed’, farsçada (kötü) demek, dua da, mâlum.. Yani, ‘kötü dua, kötü niyetli dua, başkasının kötülüğünü isteyen dua..’ mânâsında..

Bazıları, Fethullah Gülen’in bedduasının beddua olmadığına muhatablarını inandırmak için bin dereden su getiriyorlar da, bedduanın bizim kültürümüzde başka nasıl olacağını söyleyemiyorlar. Kimisi ‘mualâne’; kimisi, ‘mubahale’ gibi terimlerle durumu hafifletmeye çalışıyor. Kimisi de, Gülen’in türkçe bedduasından daha da katı ve ağır olan arabça kısmı anlamadıklarından, o kısmı dua zannediyor ve Gülen’in, o bedduasının şumûlü içine kendisini de dahil ettiğini belirtiyor. Halbuki, o ilk sözler, daha sonraki bedduayı yapabilmek için bir girizgah mahiyetindeydi. F.G. her ne kadar sözlerinin kara ruhlu kimselerce çarpıtıldığını iddia etse bile, sözleri ortadadır ve hop oturup-hop kalkarak yaptığı o bedduanın sonundaki arabça kısmın türkçesini de dikkatli okuyucularımdan Selçuk kardeşim göndermiş, buraya aktarıyorum..

F.G., sözkonusu bedduasının son bölümünde, ‘Allah onların evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın, birliklerini bozsun, duygularını sinelerinde bıraksın, önlerini kessin, bir şey olmaya imkan vermesin.

Dememiştim, demeden edemedim. O kadar diş gösterildi, o kadar salya atıldı, o kadar kimse tahrik edildi, o kadar o “twit”lerde o mel’un düşünceler bir yönüyle vizesiz rahat dolaştı ki, demeden edemedim. Şimdiye kadar demediğimi dedim.’ dedikten sonraki arabça kısımda şunları söylüyordu:

Allahım onları hezimete uğrat!/ Onları sars! / Birliklerini boz!/ Onları paramparça et!/ Onları birbirlerine musallat et!/ Onlara karşı bize yardım et!
/ Onları birbirlerine kırdır!/ Onlara karşı bize yardım et!/ Güçlerini birbirlerine karşı kullandır! / Onlara karşı bize yardım et!/ Ey merhametlilerin en merhametlisi!/ Zâtın hakkı için,/ Sıfatların hakkı için, / Esma-i Husna'n hakkı için, İsm-i Azâm'ının hakkı ve hürmeti için,
/ Efendimiz Hazret-i Muhammed'in hakkı için, / katında şefaat yetkisi bulunanların hakkı ve hürmeti için, / ey Ekram ve Celâl Sahibi!’

Evet, bu sözler beddua değil idiyse, beddua daha başka nasıl olurdu?

Son siyasî gelişmeler, bazılarını, o bedduanın etkili olduğuna inandırabilir.

*

Ancak, şu husus belirtmeden geçilmemeli ki, hiç bir dinî tarikat, cereyan, cemaat veya ekip, 90 yıllık katı laik-kemalist rejim boyunca, Hükûmet’le böylesine bir alenî kavgaya girmemişken, bu ‘cemaat’in zirvesindekiler bu mücadeleye girdiler. Ve iddia edebiliriz ki, generaller karşısında, kemalist-laiklerin, Ecevit ve Demirel’lerin karşısında teslimiyetçi bir tavır takınanların, herşeyden önce ‘müslüman’ kimlikleriyle bilinen Erdoğan ve benzeri kimselere karşı sergiledikleri bu düşmanlığı anlamak düşündürücüdür. Ve eğer seçimler önceszinde tezgahlan özel olarak tezgahlandığı anlaşılan bu komplo seçisnadıklarda etkili olur da, bazı önemli merkezler, 15-20 yıllık bir ayrılıktan sonra yeniden 90 yıllık kemalist-laik statükocuların eline düşerse, bunun ağırlığını ve vebalini kim, nasıl omuzlayabilir; o da ayrı bir konu olarak çıkacaktır, karşımıza.. Bu neticenin ortaya çıkmasını hazırlayanlar büyük müslüman kitle tarafından herhalde bağışlanmıyacaktır.

*

Bu arada, Erdoğan’ın, Pakistan dönüşünde karşılama sırasında kalabalıklarca tekrarlanan ‘bedduaya lanet, duaye davet..’ sloganının da yanlışlığını görmesi temenni olunur. Çünkü, ‘beddua’ ile, ‘lanet’ arasında bir fark yoktur, temelde.. İllâ da kafiyeli bir slogan lâzımsa, o slogan, ‘bedduaya red, duaya davet..’ veya benzeri bir diğer şekilde olabilirdi.. Beddua’ya uğrayan da aynı şekilde mukabelede bulunursa, beddua edenden farksız duruma düşer. O halde, mümin hassasiyetinin gereğince, önce lanetlemek yerine, karşıtların ıslahı için dua edilmelidir; ‘Çerağımızı söndürmek isteyenin, Hak yandırsın çerağını.’ diyerek..

 

haksöz

Bu yazı toplam 1255 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar