"Türkiye İslamcıları Yol Ayrımında"

"Türkiye İslamcıları Yol Ayrımında"

Fatih Akıncıları Onursal Başkanı Mehmet Şahin, Türkiye İslamcılarının bir yol ayrımında olduğunu yazdı.

TÜRKİYE İSLAMCILARI YOL AYRIMINDA

Türkiye’nin son yirmi yılını Müslümanlar açısından değerlendirebilmek ve sağlıklı bir analiz yapabilmek için kanaatimce yakın geçmişe çok kısada olsa göz atmamız gerekir.

Birinci dünya savaşı sonrasında hilafetin yok edilmesiyle birlikte başsız ve sahipsiz kalan İslam ümmeti emperyal güçlerin kontrolünde çeşitli devletlere bölünmüş, devlet yapıları ve rejimleri farklılaştırılmış, dünya coğrafyasında darmadağınık bir araya getirilemez topluluklar haline dönüştürülmüştür.

Hilafetin merkezi durumundaki Osmanlı yok edilip yeni bir cumhuriyet kurulunca TürkiyeMüslümanları cumhuriyetin ilk dönemlerinden itibaren ağır yaralar almış, âlimlerini kaybetmiş, İslami tedrisat yapan yuvaları dağıtılmış, Anadolu insanı ile İslam arasındaki tüm bağlar zorla kopartılıp, İslam etkisiz bir kültür haline getirilmeye çalışılmıştır.

Emperyal güçlerin ve işbirlikçilerinin tüm baskı ve zulümlerine rağmen Anadolu insanı İslam ile olan derin bağlarını koparmamış, eşi ve benzeri görülmemiş bir kültür erozyonuna uğratılmasına karşın, kendi içinde İslam kültürünü ve dinamiklerini saklamayı başarmıştır.

Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki bu ağır toplumsal travmanın etkilerinden son elli yıllık dönemde kurtulma çabası gösteren kimi Müslümanlar, çeşitli gruplar ve cemaatler oluşturarak varlıklarını sürdürebilme gayreti içerisine girmişlerdir.

Bu cemaat ve grupların bir kısmı geleneksel tarikat ve anlayışları ile yollarını sürdürürken bir kısmı da ümmet coğrafyasında oluşan İslami hareket ve düşüncelerden etkilenmiştir.

Tüm ümmet coğrafyasında olduğu gibi Mısırda başlayan İhvan hareketi ve 1979 İran İslam devrimiTürkiye’deki bu gruplar üzerinde derin etki ve izler bırakmıştır. Son yirmi yılda ise Sovyet işgaline karşı direnişle başlayan, Afganistan savaşı sırasında oluşan El-Kaide anlayışı ve mantığı özellikle gençler arasında taraftar bulmaya başlamıştır.

1960 lı yılların sonları ile 70li yıllarda neredeyse bir iç savaşın yaşandığı dönemde Nizam Partisi ve Milli Selamet partisi hareketleri Türkiye Müslümanlarının siyasi bilinç kazanmaları yönünde etkili olmuş, bu siyasi yapının içinden çıkan Akıncılar Hareketi ile Milliyetçi, mukaddesatçı kimlikten ümmetçi bir çizgiye doğru evrilmiştir.

Bugün Türkiye’deki İslamcı entelektüeller ve öncülerin çoğu bu siyasi harekette yetişmiş insanlardır.

12 Eylül 1980 darbesi İran’da İslam Devrimiyle karşılaşan küresel güçlerin tedirginliği ve şaşkınlığı neticesinde Türkiye gibi stratejik öneme sahip bir ülkede risk almama adına hem kapitalizmi tehdit eden sol hareketleri tasfiye hem de İran devrimi ile cesaretlenen, heyecanlanan, yükselme işaretleri veren İslamcılığın önünü kesmeyi hedeflemiştir.

Doğu emperyalizminin çökmesiyle, başını Amerika'nın çektiği batılı küresel güçler, hayata müdahale eden bir İslam anlayışının ve İslam devleti modelini taşıyan inkılâbi düşüncenin, hem kendileri hem deİsrail için büyük tehlike arz ettiğini fark etmiş, İslam coğrafyasını kontrol altında tutmak, hayata müdahale eden bir İslam anlayışının önünü kesmek için rahmetli imamın ‘Amerikancı İslam’ adını verdiği ılımlı İslam projesini hayata geçirmiştir.

Türkiye 1980 darbesinin ardından bu projenin hayata geçirildiği bir ülke olarak kalmamış aynı zamanda sonraki aşamalarda model olarakta tüm İslam coğrafyasına dayatılmıştır.

Ilımlı İslam, kültür olarak islamı yaşa ama kapitalist anlayışa itiraz etme, neoliberal politikalara teslim ol demektir. Küresel güçler bu proje ile islamı hayata müdahale eden, şekillendiren olmaktan çıkartmış yalnızca kültür olarak kalmasını öngörmüştür. İçi boşaltılan İslami değerler ‘özgürlükler’ adı altında Müslümanlara pazarlanmıştır.

Türkiye’de Turgut Özal’la başlayan bu süreç Refah Partisinin yükselişi ve İslamcı söylemin tehdidi ile karşı karşıya kalınca küresel güçler yeni bir balans ayarına ihtiyaç duymuşlar ve 28 Şubat operasyonlarını başlatmışlardır.

1990 lı yıllar, Türkiye İslamcılığının ister İhvandan ister İran İslam devriminden, ister selefi hareketlerden etkilenmesi şeklinde, ne derseniz deyin 28 Şubat 1997ye kadar son derece hareketli, bereketli ve dinamik geçirdiği bir zaman dilimidir. Tevhidi söyleme sahip pek çok grup, ortak eylem ve ortak söylemle bir araya gelebiliyor, okullarda, mahallelerde örgütlenme, bilinçlenme çalışmalarını sürdürüyor, Müslümanların düşünce dünyasına yeni dergiler, yeni gazeteler, yeni kitaplar giriyordu. Farklı mektep ve kaynaklardan beslenseler de emperyalizme, Siyonizme, resmi statükoya karşı ortak tavır alabiliyorlardı. Düşünce farklılıklarını öncellemeden, birliktelikleri konuşabiliyorlardı.

İlk kopuş Doğuda gerçekleşti. Kürdistan bölgesinde ciddi bir potansiyel güç olma yolunda ilerleyen ve aralarında düşünsel anlamda pekte fark olmayan iki grup arasında başlayan ya da başlatılan çatışma ne yazık ki Batıdaki İslami grupları da olumsuz etkilemişti. Bu arada 28 Şubat sürecine götürecek alt yapılarda hazırlanıyor bir taraftan Fadime Şahinler, Ali Kalkancılar, Aczimendiler, bir taraftan siyasi cinayetler tezgâhlanırken, meydanlarda kahrolsun şeriat, mollalar İrana sloganları ile medya desteğide alınarak toplum mühendisliğinin mükemmel örnekleri sergileniyordu.

28 Şubat gelip çattığında, sistemi tehdit eden başta Milli Görüşçü gelenek ve tevhidi, devrimci Müslümanların ipi çekildi. Hedefler oldukça iyi seçilmişti. Tezgâhlar iyi kurulmuştu. Operasyonlar bir birini takip etti, sistem için tehlike arz eden veya edebilecek bütün İslami camialar darma dağın edildi. Faili meçhul siyasi cinayetlerin dosyaları kapatıldı. Bu şekilde Ilımlı İslam projesinin önüne geçebilecek ne varsa bir bir temizlenmiş oldu. İtiraf etmeliyiz ki 28 Şubat süreci ne yazık ki İslami çevrelerin siyasal iddialarına ve sisteme muhalefet özelliklerine geri adım attırmayı büyük oranda başarmıştır.

Bu aşamadan sonra mağlup olduklarını düşünen kimi İslami çevreler kendilerini yenileme adına sisteme entegre olma sürecine gönüllü olarak dâhil olmuşlardır. İslamcılıktan islamsı’lığa savrulmuşlardır.

Küresel güçler gerçeğini kabul etmek gerektiğini söyleyen, radikal söylemle hiçbir yere varılamayacağını ifade eden, Milli Görüş çizgisini yanlış kabul eden ve bu gömleği çıkarmalıyız diyen, Ak Partinin kuruluşu ve iktidarının önü de bu şekilde açılmış oldu.

28 Şubat sürecini mağlubiyet olarak gören kimi çevreler Ak Parti iktidarı ile birlikte Kur’an ilkeleri yerine AB kriterlerini öne çıkartmanın doğruluğuna inanmış düşünce dünyalarını ve hareketlerini bu yöne çekmişler, yeni bir çıkış yolu olarak Amerika ve Nato’yu karşılarına almak yerine yanlarında durarak küresel güç oyununun bir parçası olmayı bu şekilde kazanımlar elde etmeyi hedeflemişlerdir.

Daha önceleri Kuran eksenli bir mücadele anlayışına sahip, sistemi eleştiren, sorgulayan kimi Müslümanların bugün gelinen noktada vahye dayalı değerleri değil, neoliberal politikaların ön gördüğü değerleri içselleştirdikleri, bu da yetmezmiş gibi imam hatipler, kuran kursları aracılığı ile yalnızca kültürel düzlemde hayatı ıskalayan bir din anlayışını gençlerimizle buluşturanlara alkış tutmalarını üzülerek müşahede etmekteyiz.

Türkiye’de tüm bu yaşananları, İslam coğrafyasında olup bitenlerden bağımsız düşünmek elbette yanlış olur.

Küresel güçler hayata müdahale eden,siyonist İsrail’in varlığını asla kabul etmeyen, iş birlikçi rejimlere tahammülü olmayan, tevhit, adalet, direniş, özgürlük şiarını yükselten bir İslam anlayışının ümmet coğrafyasında oluşturduğu fay hattının farkına varmış, bu tehlikeli fay hattının kendiliğinden kırılmasının yaşatacağı büyük felaketin önüne geçmek için ‘Arap Baharını’ icat ederek kontrollü bir şekilde kırılmasını sağlamaya çalışmış, bu şekilde tüm İslam ümmeti için projelendirdiği ılımlı İslam anlayışına uygun değişiklikleri yapmak, aynı zamanda özgürlük ve adalet isteyen halkların gazını almanın bir yolunu bulmuştur.

Proje dışı gelişen halk hareketleri de Yemen, Bahreyn, Mısırda olduğu gibi şiddetle bastırılmış, sesi soluğu kesilmiştir. Suriye de bu süreçten nasibini almış kanlı bir savaşın içine atılmıştır. Müslümanlar olarak ne yazık ki olaylara ilkesel olarak değil de duygusal olarak baktığımızdan tüm bu olup bitenleri yanlış değerlendirmek gibi bir sonuçla karşı karşıya kalıyoruz.

Türkiye İslamcılığı ne yazık ki 1980 sonrası ve 90lı yıllardaki yükselişten sonra yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi 28 Şubat sürecinin ardından Dünyadaki gelişmelere de paralel olarak bir çözülme yaşamış, bu çözülme şimdilerde daha tehlikeli bir boyut kazanarak sisteme entegrasyona dönüşmüştür.

Bu süreç her ne kadar olumsuz bir görüntü verse de aynı zamanda ‘kristalize’ olma dönemini de ifade etmektedir. Kanaatimizce bu ayırışım sonunda tevhit, adalet, direniş, özgürlük şiarını yükseltenlerin ayakta kaldığı, diğerlerinin de yok olup gideceği bir yolun başlangıcıdır.

Bugün Türkiye’de ve tüm İslam coğrafyasında Müslümanlar iki seçeneğin karşısında durmaktadırlar. Ya küresel güçlerin dayattığı Ilımlı İslam, neoliberal anlayışa teslimiyet ya da tevhit, adalet, direniş ve özgürlük yolu.

İster cemaat, ister birey olarak hayatımızın her anında imtihan olduğumuz bilinciyle hareket etmek ve seçimimizi ona göre yapmak zorundayız. Biz inanıyoruz ki Rabbimiz kendi rızası doğrultusunda yapılan hiçbir şeyi zayi etmez.

’Yalnız ona yönelin ve ondan korkun. Namazı kılın ve Allaha ortak koşanlardan olmayın.’(Rum-31).

Kimi Müslümanların bugün içine düştükleri kafa karışıklıkları yeniden Kur’an eksenli düşünceye dönüşle son bulacaktır. Rabbim hepimizi Kur’ana doğru yönelenlerden kılsın.

Yukarıda ifade etmeye çalıştığım düşüncelerimi teferruata girmeden yalın bir şekilde aktarmaya gayret ettim. Umarım maksat hâsıl olmuştur. Vesselam.

velfecr