Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

TRT"den, müslümanlar hakkında emperyalistlerin...

TRT"den, müslümanlar hakkında emperyalistlerin ağzıyla, "terörist" suçlaması

 

TRT-Türk, TRT- INT"in yerini alan ve birkaç aydır bu yeni isimle yayın yapan bir devlet kanalı.. Genel hatlarıyla önceki duruma göre daha izlenebilir, daha zengin muhtevalı.. (Buna rağmen belirtelim ki, başka dünyalara aid kişi veya mekan isimleri telaffuz edilirken, Batı dünyasına aid olanlarda genelde bir yanlışlık yapılmaz ve dikkat gösterilirken; hele de müslüman kişi ve coğrafyalara aid isimlere gelince ne bir doğru telaffuz çabası gösteriliyor, ne bir hassasiyet.. Ve çok kere, sözü edilen isimler tanınmaz, anlaşılmaz ve hattâ komik hâle bile gelebiliyor.. Bu yanlışların veya dikkatsizliklerin giderilmesi yayın kalitesini de etkiler.)

Amma.. Hemen tamamı haber-yorum ağırlıklı olan TRT Türk"ün yayınlarında karşılaşılan  asıl mes"ele şu: 

Dünyada nerede bir direniş hareketi, nerede bir çatışma varsa, o hadiseleri değerlendirirken ve hele de, o çatışmaların bir tarafındakiler müslümanlar ise, hemen emperyalist güç odaklarının diliyle yaklaşılıyor, müslüman taraflar hep terörist olarak gösteriliyor..

Endonezya"da, her müslüman direnişin genel isimlemlendirmesi,  terörizm..

Maleyza"da da boş durmuyormuş, o teröristler..

Filipinler"de Mindanao müslümanları adına "istiklal mücadelesi" veren  savaşçılar da mutlaka "terörist"tirler!!

Keşmir"deki Hind işgaline karşı direnen her müslüman da "terörist"ten başka bir şey olamaz..

Pakistan"da da "terörist"ler etrafı kana buluyorlar..

Afganistan için söze gerek yok zâten..

İran için de öyle..

Irak"da işgale karşı insan olarak şeref ve haklarını korumak için direnen bütün müslümanlar da, terörist!..

Cezayir"de de öyle..

Mısır"da kukla Husnî Mubarek rejimine karşı çıkan bir direniş odağı mı var, hemen ve mutlaka "terörist"tirler..

Sudan"da, Nijerya"da, Libya"da.. Hangi müslüman itiraz ediyorsa, yafta hazırdır: Terörist!

Diyelim ki, müslüman toplumlar içinde de, müslüman oldukları halde, terörist olarak nitelenebilecek kimseler bulunabilir.. Ama, insanlık hak, haysiyet ve şereflerini korumak için mücadele veren şerefli insanları da, kan dökmekten sadistçe zevkler alan ve hedeflerini, kitlelere korku salarak, sivil ve silahsız kitleleri bile şaşkına çeviren kanlı eylemlerle kendi istekleri karşısında eğilmeye zorlayan, yani gerçek "terörist"lerle aynı safta göstermek, nasıl kabul edilebilir?

Hele de,  dünyanın en gerçek ve büyük teröristleri olan uluslararası emperyalist güç odaklarının, terörist diye niteledikleri kimseler gerçekten de terörist midir?

*

Açıktır ki, bu uygulamalardan hedeflenen, emperyalist dünyanın da arzusuna uygun olarak,  İslam ile terörizmi aynîleştirmek taktiğine uygun bir çizgiyi ilerletmek..

Resmen ilân edilmemiş bir yeni "Soğuk Savaş"ın taktiği gereğince bütün bunlar.. 

Her ne kadar, emperyalist dünyanın liderleri siyasî toplantılardaki nutuklarında, İslam"la terörün aynı kefeye konulamıyacağını söyleseler de, ülkelerinin kamuoyunu etkileyen kitle iletişim vasıtalarından yapılan yorum ve değerlendirmeler, "İslam = terör" mânasından başka bir mâna vermiyor, taşımıyor..

Ve daha acı olanı, bu yorum ve haberlerin, TRT gibi, milletin verdiği vergilerle iş gören bir resmî yayın kuruluşundan; herhangi bir filtrasyondan, süzgeçten geçirilmeden, alındığı merkezlerden, aynen tercüme edilip aktarılması..

(Bu konuda, Ülke Tv."de, dünya tarihinde özellikle son yüzyılmda etkili sonuçlar bırakmış olan bazı siyasî mücadeleler, suikasd ve siyasî cinayetler konusunda yayınlanan "belgesel"lerde de benzer temel yanlışlar göze çarpıyor ve bu hususa defalarca dikkat çekildiği halde, "kim okur, kim dinler mihr-i varakpâreyi.."  mânası çıktı ortaya.. 

Cezayir İstiklal mücadelesini, Hind- Pakistan savaşlarını, Keşmir Mes"elesi"ni veya  İran İslam İnkılabı"nı değerlendiren "belgesel"ler bu kanalda sık sık tekrarlanıyor ve mücadelelerin hâfızâlarda yenilenmesi açısından faydalı da oluyor.. Amma, bu "belgesel"lerde verilen asıl mesaj, o "belgesel"i hazırlayan emperyalist odakların planlarına uygun.. Ve bazen, bu mücadelelerin içinde yer alan nice sahneler tamamen çarpıtılıyor ve hattâ, nice İslamî mücadeleler ve müslüman liderler ağır şekilde suçlanabiliyor..

Bu husus, sözkonusu proğramların sorumlularına hatırlatıldığında ise, cevab genel olarak, "O belgeseller aynen tercüme edilip yayınlanmak üzere satın alınmış proğramlar, üzerinde tasarruf hakkımız yok!"  şeklinde oluyor..)

Ama, bu gibi değerlendirmelerin hele bir de, resmî yayın organında,  milletin parasıyla, müslüman halkımızın temel değerlerine de hakaret edilmiş oluyor ve zâlimlerin yayında yer alıyor.. Ve hep terörist olarak suçlanan bu insanların ve grupların veya kitlelerin itiraz ettikleri güç odakları veya rejimlerin tertemiz olduğu gibi bir önkabul ortaya çıkıyor..

Evet, "terör"e ve "terörist"e sempati ile bakılamaz, ama, terörizm nedir ve terörist kimdir; bunun ölçüsünü kim veriyor?

"Bir takım zulüm ve haksızlık iddialarına karşı itiraz/ protesto edilmek istenirse, bunun yolu vardır.." deniliyor, genelde..

Ya, yoksa..

Ya, sırtlarını emperyalistlere dayanan güç ve iktidar odakları, kendilerine itiraz eden herkesi "terörist" olarak nitelemek taktiğini bir gelenek haline getirmişlerse, o zaman n"olacak?

Ve bunun mâkul ve âdil bir ölçüsüne ulaşılamazsa, siz de bu suçlama kampanyasında, emperyalist odakların ve piyonlarının sözcüsü durumuna düşmez misiniz?

 

*13 Ekim sabahı, yine aynı üzüntüyle seyrettim, TRT Türk"ü..

Çoğu, müslüman coğrafyalarındakiler olmak üzere, terör eylemleri getiriliyordu, ekrana.. Kan, parçalanmış bedenler, gözyaşları, korku ve dehşet tabloları..

Ve bunların çoğunda da faillerin müslüman oldukları hatırlatılıyordu..

Ama, emperyalist güç odaklarının, en başta da Filistin, Irak ve Afganistan/ Pakistan vs. müslüman coğrafyalarında işledikleri ve topyekûn kitleleri hedef alan ağır bombardımanlarla işlenen korkunç cinayetlerin failleri aleyhinde bir değerlendirme ne demek, onlar bir de "terörizm"e karşı mücadele veren, beşeriyetin hayrına çalışan odaklar gibi gösteriliyorlardı.. 

*

13 Ekim sabahı TRT Türk"de izlediğim o yayını izlerken, sonunda bütün o yayınlara bir de "tüy" diken bir röportaj yayınlanmaz mı?

Sözkonusu röportajda konuşturulan, siyonist İsrail rejiminde, 8 ay önce, 13 Şubat 2009 günü yapılan seçimlerde, Likud lideri  Netanyahu karşısında,  önceki başbakan  Ehud Olmert"in halefi ve Kadema Partisi"nin yeni lideri olarak, iktidarı kılpayı kaybeden Bn. Livni idi.

Kullanılması uluslararası andlaşmalara göre savaş suçu sayılan "beyaz fosfor bombaları"yla Gazze"nin yakılıp yıkıldığı, kavrulduğu, her türlü yeni silahların bir şehrin üzerinde dünyanın gözü önünde haftalarca denendiği barbarca saldırı günlerinde Olmert Başbakan, Livni ise Dışişleri bakanı idi..

"Her ne yaptıysam, İsrail için yaptım ve yine yaparım" diye gururla üstlendiği Mossad ajanlığını daha önce açıklamış bulunan Livni, Gazze barbarlığındaki sorumluluğu hiç tereddüd etmeksizin kabulleniyor ve Gazze"de "terörizme karşı" ve bir terör örgütü olarak nitelediği HAMAS"a karşı operasyon yapıldığını ve HAMAS"ın Filistin halkının büyük bir kısmı tarafından da kabullenilmediğini iddia ediyordu..

Livni gözlerimizin içine baka-baka yalan söylerken, röportajı yapanlar, HAMAS"ın yüzde 65"le geldiğini, Mahmûd Abbas ve El Feth"in yüzde 30"larda kaldığını; iki milyonluk bir şehir etrafından kendileri üzerine, hattâ can kaybına bile vesile olmadığını birkaç katyuşa füzesi atışı olmuş olsa bile, bunları bahanede ederek, bütün bir şehri haftalarca ağır şekilde hava bombardımanına tâbi tutuluşunun ve 400 kadarı çocuk olmak üzere 1000"den fazlası sivil, toplam 1400 Filistinli"nin öldüğünü, şehrin harabeye döndürüldüğünü, Hitler"in bile, böylesine bir barbarlığı yahudilere karşı yapmadığını hatırlatamıyorlardı, Livni"ye..

*

İsrail rejimi, Türkiye"ye küstahça saldırırken..

Üstelik de, TRT Türk proğramında sabahları uzuun uzun, bütün dünya gazetelerinin yazdıkları gündeme getirilirken, Livni ile röportaj yapılmadan iki saat kadar önce yayınlanan "Haberdar" proğramında, siyonist İsrail rejiminin dünyaya açılan penceresi mesabesindeki  Jerusalem Post gazetesinin başyazısında söylenenler nasıl olmuştu da gözönüne alınmamıştı..

Ahmed Davudoğlu"nun Gazze"ye sokulmamasına tepki olarak Erdoğan Hükûmeti"nin de Konya"da yapılacak olan "Anadolu Kartalı" isimli tatbikatın uluslararası bölümünün ibtal edildiğinin açıklanmasıyla ortaya çıkan gerilim üzerine, Jerusalem Post"ta, "Türkiye'nin de Kuzey Irak"daki bombardımanlarında öldürdüğü müslüman kürdlerin,  İsrail'in Gazze bombardımanında ölen müslümanlardan daha fazla" olduğu ve Erdoğan Hükûmeti"nin, Türkiye'nin eski düşmanları Ermenistan ve Yunanistan'la ilişkileri düzeltirken aynı anda da "yahudi devleti"yle ilişkilerini bozmak için her şeyi yaptığı ileri sürülüyordu..  (Bu vesileyle belirtelim ki,  Anadolu Kartalı Tatbikatı"nın  uluslararası bölümünün, sırf, siyonist İsrail rejimiyle olan rahatsızlıktan dolayı ibtal edilmesini, Başbakan Erdoğan, sözü hiç evirip çevirmeden, "Halkın isteğine kulak verdik! Halkın duzgularına tercüman olduk, halkımız İsrail"in bu tatbikatta bulunmasından rahatsızdı.."  diye izah etmiş bulunuyor.

Hem o ibtal ve hem bu izah, ve Başbakan"ın bu izahı yaparken arkasına bütün bir halkı almış olması her yönüyle, ülkenin dışsiyasetini ve bütünüyle geleceğini etkileyecek çapta yeni gelişmelerin eşiğini oluşturabilir.. Ve basit siyasî hesablara göre değil, tarihin bazen bu gibi adımlarla da oluşabildiğini düşünerek, konuyu küçümsemeden, daha ileri ve halkın haklı ve hayırlı taleblerini gerçekleştirmeye yönelik adımları teşvik etmek gerekmektedir..  

Sözkonusu gazete,  "Gazze operasyonundaki talihsiz sivil ölümlerini" Erdoğan, Türkiye'yi diplomatik, stratejik ve ekonomik olarak İsrail'den uzaklaştırmak için bahane olarak kullandığını da ileri sürüyordu.. Ama, sözkonusu gazetenin başyazısı da M. Kemal"e sığınmaktan kendisini alamıyor ve M. Kemal'in "yüzü Batı'ya dönük, laik ve milliyetçi modern Türkiye'yi kurduğunu" hatırlatıyor ve "Türkiye yeri doldurulamaz bir müttefik.." olduğu hatırlatmasında da bulunuluyordu.. 

Böylesine değerlendirmelerin ve ağır ithamların yayınlandığı gün,  Livni gibi bir gerçek "terörist"e ekranlarını açıp, milletin parasıyla, kendimize hakaret ettirmenin, saldırtmanın sorumluluğunu kim üstlenecektir? Şüphe yok ki, Livni, kendisine mukabil sorularla tutarsızlıkları, çelişkileri hiç hatırlatılmayan,  kendisini ve siyonist İsrail rejimini öylesine frensiz bir propaganda havasında cereyan o mülâkatı, herhalde yüzbinlerce-milyonlarca dolar verseydi yaptıramazdı.. Yani, o kendisini ve cinayetkar rejimlerini temize çıkarmak için bütün fırsatları kullandı.. Ve müslüman coğrafyalarındaki korkunç patlamaları, kanlı sahneleri, parça parça olmuş insan bedenlerini ekranlara getiren aynı resmî kanal, Livni"nin, cür"etle ve öğünerek sahiblendiği Gazze barbarlığı"na aid korkunç sahneleri, ekranın bir köşesinden göstermeyi akledemedi.. Yani, birileri teslim olacak,  pısırık davranacak; onlar da fırsatları kullanacak ve sonra yahudi zekâsı ve kurnazlığından söz edeceğiz, olacak şey mi?

Bu hususlardaki nasıl bir ölçü ve hassasiyet sahibi olduğunu bilmediğim için, konuyu,  TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin"den de öteye, TRT"nin kendisine bağlı olması hasebiyle, asıl siyasî sorumlu olan Başbakan Yard. Bülend Arınç beye hatırlatmakta fayda umuyorum..

*

Yargı kurumu ve "yüce yargıç"(?)lar, biraz utanç duymadınız mı?

Cem Uzan isimli kişinin -ki, kendisi Genç Parti"nin de lideridir-, Fransa"dan sığınma talebinde bulunduğu, bizzat avukatınca açıklandı.. Türkiye"yi derinden sarsan  2000-2001 büyük sosyo-ekonomik buhranında, ülkenin o zamanki yıllık ihracak gelirinin yaklaşık üçte biri kadar, yani  9-10 milyar dolarlık bir meblağı hortumladığı iddia olunan ve babası ve kardeşleri yurt dışına kaçan, kendisi de bir siyasî parti lideri olması hasebiyle, üzerine gelinmesini, siyasî etkilere bağlayarak yargıyı oyalayan  C. Uzan"ın; şimdi ise,  'resmî ve özel evrakta sahtecilik ve cürüm işlemek için çete oluşturmak"tan,  İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi'nde, 2005"ten beri yargılandığı davayla ilgili raporun içeriğinden haberdar olunca Türkiye'yi terk ettiği anlaşılıyor..

Sözkonusu bilirkişi  raporunda, eylemlerin 'beyaz yaka' diye tanımlanan suçlar kapsamına girdiği anlatılırken, şu ilginç tesbitlerde bulunuluyordu:

"Bu tip suçlarda, sanıklar genellikle yüksek eğitim sahibi, toplum içinde önemli kişilerdir. O eyleme mahsus alanda, uzmanlık gerektiren ve belli bir topluluğun içinde çalışması gereken türdedir. İddianameye konu davada ise sanıkların sürekli olarak birbirleriyle iletişim halinde oldukları, Kemal Uzan'a günlük olarak rapor verdikleri, usulsüz hisse senedi çıkarılması, karar defterine alınması gibi yöntemlerle organize bir yapı içine girdikleri, Uzan soyadlı sanıkların da şirketlerini ve mallarını geri almak için yurtdışında işlem yaptıkları anlaşılmıştır. "Cui Bono" (kimin faydasına olacağı, kimin yararlanacağı) ilkesi ve deliller birlikte nazara alındığında, Uzan ailesine ait şirketlerin kontrolünü, yasal olmayan yollarla tekrar ele geçirmek amacıyla örgütlenme içine girdikleri kanaati oluşmaktadır."

Bu gibi raporlara rağmen, mahkeme, TMSF"nin, Cem Uzan'ın kaçabileceği, ifade vermediği davaların duruşmasına zorla getirilmesini, hakkında 'kaçaklık' kararı verilmesi ve mallarına el konması taleblerini, 'delil durumunu (?!) dikkate alarak'  hep reddetti..

Daha da ilginç olanı, uluslararası anlaşmalar gereği, hakkında 'kaçaklık' kararı bulunmayan bir kişi hakkında kırmızı bülten çıkarılamıyor, ayrıca böyle bir kişinin başka ülkelere sığınma hakkı da engellenemiyor. Mahkeme, 'kaçaklık' kararı ve gıyabi tutuklama kararı verseydi, C. Uzan hakkında kırmızı bültenle aranması ve iadesinin mümkün olacağı  belirtiliyor..

(Bu açıdan, 14 Ekim 09 günü, yani, kuş kafesten uçtuktan sonra, bir İstanbul Mahkemesinin, C. Uzan hakkında tutuklama kararı vermesi, sadece hamamın namusunu kurtarma çabasından daha ileri bir mâna taşımamaktadır..)

Sözkonusu kişinin yıllarca sürdürdüğü onca entrikalı muamelelere rağmen hakkında gereken işlemi yapmayan yargı kurumlarının, onun yaptığının milyonda birini yapanlar karşısında nasıl davrandıkları bilinir.. Bugün ortaya çıkan tablodan, asıl sorumlunun bizzat yargı kurumlarının olduğu ve yargıyı temsil eden kişi ve kurumların bu oyuna âlet olmaktan utanıp utanmıyacakları, hatırlanacak mı acaba?

Eskiden "avukat tut"  denilirken, artık "hâkim tut.." sözünün nasıl etkili olduğu, şimdi olsun anlaşılacak mı?..

*

Ama, bu sığınmada ilgi çekici olan birç diğer husus da şu ki, uluslararası üçkağıtçılık konularındaki hünerini sergilemiş olan bir kişinin Fransa"ya sığındığının açıklandığı günlerde, Fransa, Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül"ü ağırlıyordu..

Bu durum, insana, "tarih tekerrürden ibarettir" sözünü doğrulatmak ister gibi bir mesaj veriyor.. Çünkü, yurt dışına resmî geziye çıkan ilk Osmanlı Padişahı olarak bilinen Sultan Abdulaziz 1867 yılında Paris"e vardığında, görkemli resmî törenlerle karşılanırken; "Genç Osmanlılar, Jön (Genç) Türkler /Jeunes Turks", İttihad-Terakkî ve sonunda da kemalistlere uzanan çizginin öncüleri olan) ilk Osmanlı muhalifleri de, o dönemin imkanları içinde, kendilerini ve muhalefetlerini daha iyi beyan edebilecekleri umuduyla  Marsilya Limanı"nda Fransa toprağına ayak basıyorlar ve Fransız Hükûmeti onları da, sıcak bir şekilde karşılıyordu..

140 yıl kadar sonra aynı oyun tekrarlanıyor..

Biz de Osmanlı şairi gibi, "Eyvah, bu bâziçede (oyunda) yine bizler yandık..." mı diyelim?.

 

haksözhaber

Bu yazı toplam 2245 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar