Teslim mi Olduk?

Teslim mi Olduk?

Laikleştirmenin, Batı aydınlanmacılığına dayalı dünya görüşü temelinde sömürgeci bir proje olduğunu hiçbir şekilde unutmamak, unutturmamak gerekiyor.

 

Atasoy müfftüoğlu/Teslimiyetçi-Edilgin Varoluşlar

"Müslümanlar olarak emperyal-ideolojik/entelektüel iktidar karşısında teslimiyetçi-edilgin bir varoluş sergilerken, materyalist ve niceliksel değerlere yöneliyor, niceliksel değerlerle büyüleniyor, entelektüel, düşünsel, kültürel yeteneğimizi, ufkumuzu, birikimimizi çoğaltmak yerine, para kazanma yeteneğimizi, çıkarlarımızı koruma/kollama yeteneğimizi çoğaltıyoruz. Bu koşullar içerisinde, hiçbir İslami temel kavram ve kurum uygulama alanı bulamıyor, gerçekliğe dönüştürülemiyor."

 

İçerisinde bulunduğumuz tarihsel zamanda, modern mutlakiyetçilikler belirleyiciliklerini sürdürüyor, emperyal ideolojik iktidar, yerel iktidarları sınırlandırıyor, istikrarsızlaştırabiliyor, zaafa uğratabiliyor. Günümüz dünyasında her tür kötülük, ideolojik iktidar adına hayata geçirilebiliyor. Bizler, Müslümanlar olarak büyük-temel-hayati gerçeklikle neredeyse hiç mi hiç ilgilenmiyoruz. Sömürgeci paradigmalara dayalı eğitim ve kültür politikalarının/uygulamalarının, ontolojik kökeni ile ilgili sistematik anlamda hiçbir eleştirel değerlendirme ve çözümleme yapmıyor, bu konular etrafında ne gibi seçenekler üzerinde çalışılabileceğini gündeme getirmeye cesaret edemiyoruz.

Sömürgeci dünya görüşü nezdinde, Batı dışı halkların bağımsızlığa istihkakları olmadığı düşünüldüğünden, bugün Batı dışı dünya, özellikle İslam toplumları, Türkiye örneğinde de takip edileceği üzere bağımsız bir bilgi, eğitim ve kültür dili/yöntemi üretemiyor. Bugün sömürgeci dünya görüşü sınırsız/ölçüsüz ideolojik bir özgürlüğe sahip iken, İslam ve Müslümanlar, hayatın her alanında ancak folklorik bir özgürlük içerisinde varoluşlarını sürdürmeye çalışıyor.

Toplumlarımızda, halen eğitim ve kültür yapılarının içeriğini ve çerçevesini sömürgeci bilgi kuramı belirliyor. Bu bilginin otoritesi ve meşruiyeti, özellikle İslami referanslar temelinde kesinlikle sorgulanamıyor. Bu konu etrafında ciddi bir sorgulama yapılamıyor oluşu, sömürgeci bilgi, dünya görüşü, eğitim ve kültür siyaseti ile bir şekilde uzlaşıldığını gösterir. Bu uzlaşma sebebiyle, Müslümanlar İslami bilginin özgürleştirilmesi bağlamında bir şeyler yapma ihtiyacı duymuyor. Bugün bir yanda çok yoğun, çok ölçüsüz popülizm ve hamaset üretirken, karşı karşıya bulunduğumuz bütün bağımlılıkların kaynağında alternatif düşünce-kültür-felsefe-siyaset-estetik yapıları/akımları/hareketleri üretme yeteneğine, iradesine sahip olmadığımızı her nasılsa hiç hatırlamıyoruz. Bizler, çok yoğun bir biçimde hamaset üretirken, genel kültür bağlamında, seküler bilginin/tarzın/tavrın hükümranlığı sürdürdüğünü görmek ve anlamak istemiyoruz.

Ontolojik bağımsızlığa/özgünlüğe/üretkenliğe sahip olmayan kültürler, günümüzde İslam’a nisbet edilen kültürler örneğinde de görülebileceği üzere, her zaman ötekileştirilmeye, marjinalleştirilmeye açıktır. Bu nedenledir ki, bugün, emperyal ideolojik kültürel iktidar, İslam toplumlarını, kültürel/felsefi/siyasal misyonu olmayan coğrafi bir kavram olarak ele alıyor. Laikleştirmenin, Batı aydınlanmacılığına dayalı dünya görüşü temelinde sömürgeci bir proje olduğunu hiçbir şekilde unutmamak, unutturmamak gerekiyor.

İdeolojik bağlamda kurgulanmış kavramların, dilin, felsefenin otoritesini ve baskısını aşamayan, bu otoriteyi aşabilmek için düşünsel/kültürel/entelektüel çaba harcamayan, bu kavramlar/disiplinler ve dille ünsiyet içerisinde bulunan Müslüman aklının ve zihninin özgürleşmesi, bağımsız içerik üretecek bir noktaya gelmesi beklenemez. İslami bütünü ve bütünlüğün özgürlüğünü bütün kalbimizle, bütün bilincimizle ve varlığımızla çok arzu ediyor ve bu arzularımız doğrultusunda büyük çabalar harcıyor, büyük sorumluluklar üstleniyor, büyük fedakarlıklar yapıyor olsaydık, bu arzularımız bir iradeye dönüşecekti. Bugün, ne yazık ki böyle bir iradeden söz edemiyoruz.

Müslümanlar olarak emperyal-ideolojik/entelektüel iktidar karşısında teslimiyetçi-edilgin bir varoluş sergilerken, materyalist ve niceliksel değerlere yöneliyor, niceliksel değerlerle büyüleniyor, entelektüel, düşünsel, kültürel yeteneğimizi, ufkumuzu, birikimimizi çoğaltmak yerine, para kazanma yeteneğimizi, çıkarlarımızı koruma/kollama yeteneğimizi çoğaltıyoruz. Bu koşullar içerisinde, hiçbir İslami temel kavram ve kurum uygulama alanı bulamıyor, gerçekliğe dönüştürülemiyor. Merkezi İslami kavram ve kurumların gerçekliğe nasıl dönüştürülebileceği ne yazık ki, gereği kadar bilinmiyor. Merkezi İslami kavram ve kurumların somut bir gerçekliğe dönüştürülmesinin mümkün olmayabileceği düşünüldüğünden, Müslümanlar, kapsayıcı-kuşatıcı-belirleyici bir gerçeklik halinde kendisini dayatan, mevcudiyetini kısmen değil, sistematik bir bütünlük içerisinde kabul ettiren kapitalist-seküler-liberal bir düzen içerisinde ne kadar, hangi ölçüde, hangi alanda, hangi vakitte Müslüman olunabilecekse o kadar Müslüman olmanın yollarını arıyor.

İslam’a bütün varlığımızla katıldığımızda, ancak tevhidin hakkını vermiş oluruz. İslam’a varlığının kimi parçalarıyla katılmaya başladığımızda seküler dünya görüşünün hizmetine girmiş oluruz.

İnsaniliğin kaybı, sekülerleşmenin, dünyevileşmenin, ahlaki referansların kaybıyla birlikte başladı. Bütün kötülüklerin, zulümlerin, barbarlıkların sıradanlaşması, insaniliğin kaybıyla, ahlaki anlam kaybıyla tarihin bir parçası haline geldi. 1948 yılında Filistin nüfusunun büyük çoğunluğunun mülksüzleştirilmesi, yoksullaştırılması, muhacerete zorlanması, katliama tabi tutulması gibi tarihsel adaletsizlikler, tarihsel zulümler, insaniliğini kaybeden emperyal ideolojik iktidarın İslam dünyasına meydan okuması biçiminde somutlaştı.

Günümüz dünyasında devlet iktidarlarını tahkim etmek üzere, halklar milliyetçilikler aracılığıyla türdeşleştiriliyor, homojenleştirme politikalarına tabi tutuluyor, yerel azınlık sayılan unsurlar asimile ediliyor. Asimilasyon girişimleri hangi ülkede olursa olsun, azınlık olarak kategorize edilen unsurları devlete yabancılaştırıyor. Etnik karşıtlıkları, rekabetleri, çatışmaları büyüten, derinleştiren nedenlerin temelinde kültürsüzlüğün çok önemli bir rolü olduğunu bilmek/anlamak gerekir. Çok kültürlü bir dünya görüşü ve hayat tarzı yoluyla bütün etnik sorunlar kolaylıkla aşılabilir. İslam tarihi boyunca, İslami imparatorluklar kültürel özerklikleri büyük bir başarıyla tecrübe ederek, kültürler arası ilişkileri sorunsuz bir biçimde sürdürdüler. İslam medeniyeti, bütün kimliklerin adaletle muamele gördüğü, ırk sonrası bir toplum oluşturdu.

Çok kültürlü bir toplumsal bünye, kültürler arası ilişkilerin zenginliği, homojenleştirme ve asimilasyon girişimlerine ihtiyaç bırakmayacaktır. Kültürsüzlüğün hakim olduğu bir toplumda, etnik duygular kolaylıkla istismar edilebilir. Kültürsüzlük iletişim kurma imkanlarını da imkansız kılar. Kültürsüz toplumlar, kültür üretme yeteneğini kaybeden toplumlar, kültürsüzlüğün neden olduğu derin boşluğu hamasetle telafi etmeye çalışırlar. Kültür üretme yeteneğinin kaybı, insan davranışlarını taşlaştıran, katı kalıplarla sınırlandıran bağlılıklar ve bağnazlıklarla yakından ilgilidir.

Zengin kültürler, değerli varoluşlara işaret ederken, hamaset her türlü varoluşu değersizleştirir.

islamianaliz