Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Suriye"deki hunharlığı anlamak kolay mı?

 

Önceki yazıda, "Suriye"de, 48 yıldır süren Sıkıyönetim uygulamasına 21 Nisan günü son verildiği halde, 22 Nisan Cuma günü, gösterilerde öldürülenlerin sayısının 70"i geçtiği bildiriliyor.. Beşşar Esed, ya yönetimindeki Baas kalıntılarına hâkim olamıyor; ya da, mülayemet içinde, mütebessim bir Hâfız Esed olduğunu, babasının çizgisini sürdürmekteki kararlılığını isbatlamaya çalışıyor." denilerek durum anlatılmaya çalışılmıştı..

Bu cümlelerin içinden, insana, ilk planda, "kişi hem ülkenin güçlü cumhurbaşkanı olacak, hem de, emrindeki yönetim mekanizmasına söz geçiremiyecek, olacak şey mi?" dedirtebilecek biraz zorlamalı bir izah şekli de çıkıyor gibiydi..

Ama, sözgelimi, Türkiye"de siyasî iktidarı 8 yıldır elinde bulunduran Tayyîb Erdoğan, başta yargı ve TSK olmak üzere, devletin birçok kurumlarının  karşısında eli-kolu bağlı hale düşürülmüyor mu? Ergenekon ve benzeri yargılamalar için hazırlanan onbinlerce sahifelik iddianamelerde dile getirilenler de bu gizli mücadeleyi, Derin Devlet güçlerinin mücadelesini göstermiyor mu? Son olarak da Yüksek Seçim Kurulu"nun kararında olduğu üzere..

 

Suriye için de bu durum sözkonusu.. Orada 48 yıldır varolan sıkıyönetim ve de 40 yılı aşkın bir Baas diktatörlüğünün yönetim mekanizması, bütün tecrübesi, acımasızlığı ve entrikacılığıyla, henüz de işbaşında..

Bazı kanunları değiştirmekle, bu yapı değiştirilemiyor..

 

Unutmayalım ki, (arab kavmiyetçiliği + iştirakiyyun /sosyalizm)  prensipleri üzerinde yükselen Baas (diriliş, rönesans) ideolojisi, hele 1968"lerden itibaren, hem Irak"ı ve hem Suriye"yi sadece ideolojik ve sosyal planda değil, politik ve askerî açıdan da derinden etkilemiş ve bu ülkelerin sosyo-politik bünyeleri, Baas partileri aracılığıyla, sindirme metodunu esas alan bir "korku imparatorluğu"  halinde örgütlenmişti.. Bu reim ve devlet örgütlenmelerini öyle bir kaç hamlede bertaraf etmek kolay değildir, hele de kanun düzenlerinde..

Diktatörlüklerdeyse, nisbeten kolaydır. Çünkü, her karşı çıkanı bertaraf edersin, olur-biter.

*

Bu yönteme, hele de Ortadoğu"daki toplumlarımız yabancı değillerdir... Çünkü, asırlarca Osmanlı saltanatının hâkimiyetinde yaşamışlardı. Saltanatın nasıl işlediği zâten mâlûm..

Osmanlı"nın hele de son çeyrek yüzyılında çok etkili olan İttihad-Terakkî hareketi ve ideolojisi ise, saltanatın da dışında bir diktatörlük uygulaması olup, daha sonra kemalist-laik T.C."nin uygulamalarına da temel teşkil etmiştir..

Irak ve Suriye toplumlarındaki partileşme ve örgütlenme açısından ilginç bir model oluşturmuştu..

1950"li yılların ortasında Mişel Eflak, Ekrem Houranî ve Salâh Bitar gibi (sadece bu sonuncusu müslüman bir aileden gelen ve diğer ikisi ise, aile kökleri itibariyle de gayrimuslim olan) mütefekkirlerin, ideologların elinde şekillenen Baas ideolojisi ve partileri de, bu açıdan tipik bir diktatörlük örneğini oluşturmaktadır.

*

Saddam, dayısı General Hasan el"Bekr"in liderliğinde 1968"de yapılan Baas İhtilali"nin hemen ardından, Devrim Komuta Konseyi Başkanlığı"nı ve Irak"ın fiilî liderliğini; 1978"den itibaren ise, Irak Cumhurbaşkanlığı"nı da uhdesine alarak hukûken de ele geçirmişti..

Ancak, Irak ve Suriye arasında, Baas ideolojisi ve partisinin liderliği konusunda çok derin bir rekabet ve dahası, iki ülkenin hükûmetleri arasında bundan dolayı büyük bir düşmanlık vücuda gelmişti..

Irak"daki Saddam Huseyn ile Şam"daki General Hâfız Esed"den her ikisi de, liderliği karşı tarafa bırakmak istemiyordu..

İran"da İslam İnqılabı"nın gerçekleşmesi Saddam"a böyle bir fırsatı sunabilirdi. Hattâ, sadece Baas liderliğini değil, arab dünyasının liderliğini bile..

Çünkü, Kuzey Irak"daki Molla Mustafa Barzanî güçleri ve ona kısmen destek sağlayan İran karşısında 1972-73"lerde "lerde oldukça güç duruma düşen ve 1975- Cezayir Andlaşması"nı imzalamak zorunda kalan Saddam,  İslam İnqılabı yüzünden sosyal bünyesi ve askerî gücü alt-üst olmuş bir yeni İran"ı, kendisini toparlamaya fırsat bulamadan yere çalabileceği hayaline kapılmış, savaş planlarını yapmaya başlamıştı..

 

Böyle bir savaşta, kısa zamanda zafer elde edeceğini uman Saddam, 22 Eylûl 1980 günü savaşı başlattığında, İran yapa-yalnızdı..

Ancak, işte o demde, Saddam"ın arab dünyası liderliğine de oynadığını hisseden Hâfız Esed, bir anda İran"ın yanında yer alıverdi..

Belki de, Saddam"ın hiç beklemediği bir durum idi, bu..

Ve savaşın sonuna kadar da, Hâfız Esed, İran"ın yanından uzaklaşmadı.. Herhalde savaşın bu kadar uzun süreceğini ve o savaşın çıkmaza saplanmasıyla, aynı zamanda Baas ideolojisinin de çıkmaza saplanacağını Esed de düşünmemişti. Yoksa, temelde aynı ideolojiyi benimsediği ideolojisini korumak için, başka türlü de davranabilir, Saddam"a o kadar karşı çıkmayabilirdi..

İran İslam Cumhûriyeti ise,  Esed"in o savaş sırasında, İran"ın yanında yer almak şeklindeki tercihiyle, Suriye aracılığıyla, Akdeniz"de bir çıkış kapısına kavuşuyor, uluslararası denizlerle irtibat kurmak imkanını elde ediyordu.

Bu kapı açılmasaydı, İİC herhalde çok daha sıkıntılı bir durumda olabilirdi.. Çünkü, İran Körfezi"nin güneyindeki rejimler,  (Umman Sultanlığı ve o zaman henüz varolan Güney Yemen hariç) Suûdî ve diğer bütün emirlikler, şeyhliklerden ayrı olarak, Ürdün ve Mısır da Saddam"ın yanında alıyordu.. Hattâ, sadece diplomatik destek olarak değil, bizzat para desteği, askerî destek olarak da.. Bizzat Ürdün"ün o zamanki kralı Huseyn ile, Mısır lideri Husnî Mubarek"in, Saddam"la birlikte, İran-Irak Savaşı cebhelerine kadar gelip, İran tarafına yönelik topları bizzat ateşledikleri haber filmlerini hatırlayabiliriz.. Hattâ, İslam İnqılabı"nın başından itibaren kendisine büyük krediler açtığı FKÖ lideri Yâsir Arafat da, onların safında yer tutmaktaydı..

 

İşte öyle bir Ortadoğu"da, Hâfız Esed"in Saddam"la olan liderlik yarışından İran İslam Cumhuriyeti"nin faydalanması o şartlarda küçümsenmiyecek bir avantajdı.. Çünkü, Gaddafî de, bazen İran"ın yanında yer alıyordu, bazen de Saddam"ın yanında..

Elbette Hâfız Esed Suriyesi, İran"a yakın durmasının karşılığını da başta ucuz veya beleş petrol olmak üzere, büyük malî yardımlar ve destekler şeklinde de gördü.. Esasen, Esed"in o zamanlar Ortadoğu"da, poker masasına elleri boş ve en elverişsiz şartlarla oturan ve masadan hep kazançlı çıkan bir oyuncu olarak nitelendiğini de hatırlayalım..

(Bu arada, Esed"in ülkesinde nasıl korkunç bir diktatörlük kurduğu bilinmeyen bir şey değildi..

Bu vesileyle, 1980 Şubatında, henüz İran-Irak Savaşı başlamamışken bile, İran İslam İnqılabı"nın birinci yıldönümü kutlamalarına katılmak üzere, 8-10 kişilik bir davetli hey"etiyle birlikte gittiğimizde, Tahran"da, Meclis binasında yapılan bir toplantıda, Suriye Vakıflar Nâzırı (Bakanı),  Esed"i yere göğe sığdıramayan bir övgü konuşması yaptığında, bu satırların sahibinin, "Esad"a ölüm!" cümlesini arabca olarak yükseltmesiyle, o Bakan konuşmasını yapamaz hale geldiğini; sonra da, Suriye Başmüftüsü Şeyh Keftarû"nun yanımıza gelip, yarım türkçesiyle, Hâfız Esed"i yanlış tanıdığımız konusunda bizim grubu  irşada, aydınlatmaya çalışmasını hatırlatmalıyım..)

 

Hâfız Esed"in, İran"a düşmanca duygular besleyen bir Saddam"ın karşısında, İİC"ne yakın durmasını, onun Suriye"de yüzde 10 kadarlık bir halk tabanı olan  Nusayrî alevîliğine mensub olmasıyla izah edenler de daima olmuştur.. Halbuki, ne Saddam sünnî bir toplum içinden gelse bile sünnî idi; ne de Hâfız Esed, alevî..  Bu iki lider de, Baas ideolojisi içinde öylesine erimişlerdi ki, gözleri başka bir şey görmüyordu.. Yani, Hâfız Esed"in o günkü şartlarda İran"ı desteklemesi de, anlatmaya çalıştığımız üzere, stratejik zarûretlerden kaynaklanıyordu..

 

"Hama Faciası" bugün bütün Suriye"de tekrarlanırken..

 

Bu arada, İran İslam İnqılabı"nın gerçekleşmesiyle, birçok müslüman toplumunda olduğu gibi, Filistin ve Lübnan"da, siyonist İsrail"e karşı verilen mücadelenin daha bir İslamlaşmasına ve bu mücadelelerin ancak İslamî temeller üzerinde verilirse semereli olabileceğine dair kanaatleri daha bir pekiştirmişti.. Bu kanaatle Lübnan ve Filistin"deki İslamî grupların mücadelesi daha bir yükseliyordu. Lübnan"da başlangıçta Emel, sonra İslamî Emel ve daha sonra Hizbullah olarak örgütlenen İslamî direnişin de, İslamî İran"la direkt irtibat kurması ve Ortadoğu"da yeni bir güç merkezi olarak yükselmesi de aynı gelişmenin bir diğer tarafı idi..

Hâfız Esed"in de, yıllarca süren istikrarsızlık döneminden sonra, disiplinli bir yönetim kurmasıyla,  başta Suriye"nin buğday ve su anbarı olarak bilinen ve 1967 Haziranı"ndaki 6 Gün Savaşı"ndan beri siyonist İsrail rejiminin işgalinde bulunan Golan Tepeleri"ni kurtarmaya kenetlenmesi bekleniyordu, halk tarafından.. Bölgedeki gelişmeler, ülkesinin işgal altında bulunan topraklarını kurtarmakta ona yardımcı olabilirdi..

 

Ama, Baas ideolojisine bağlılığın gereği olarak, Hâfız Esed ise, kendi ülkesindeki en küçük kıpırdanmaları ezmek için teyakkuz halinde bulunuyor ve bu da içte, kendi rejimine karşı tepkileri de şiddetlendiriyordu.. Nitekim, İran"da İslam İnqılabı"nın gerçekleşmesinden 6 ay kadar sonra, Haziran-1979"da, Haleb Topçu Okulu"na yapılan bir kanlı baskında, çoğu Hâfız Esed"in taifesine mensub olduğu söylenen 60 kadar öğrenci ve subay  öldürülmüştü.. Bu baskını yapanlar,  kendilerini "İkhvan-ul"Muslimiyn / Müslüman Kardeşler"e yakın bir çizgideki kimseler olarak niteliyorlardı.. Her ne kadar, İkhvan, genel çizgi olarak, böyle kanlı mücadelelere uzak duruyor idiyse de.. Ancak, Suriye İkhvanı içindeki Said Havva Grubu, bu gibi silahlı mücadelelere de çok karşı gözükmüyordu.. Haleb Topçu Okulu"na yapılan o baskından sonra, Hâfız Esed daha bir korkuya kapılmış ve her küçük kıpırdanışı bile kanlı bir şekilde bastırmayı bir siyaset ve hükûmet etme metodu olarak benimsemiş ve

ülke çapında bir "müslüman avı"nı başlatmıştı, artık..

 

Bu mücadele, tabiatiyle, mukabil direnişi de ortaya çıkarıyor, özellikle İkhvan-ul"Muslimîyn / Müslüman Kardeşler Teşkilatı"nın  Suriye kolu"nun gizli öncülüğünde şekillenen bir derin muhalefet gelişiyordu..

Nitekim, 1982 yılının Şubat ayı başında, Hama şehri, büyük bir ayaklanmaya sahne oluyordu.. Hama, Haleb"den 120 km. kadar güneyde, Humus"un da 80 km. kadar kuzeyinde, halkları mütedeyyin olan bu iki şehrin arasında yer alıyordu..  

 

Bu şehirdeki İslamî grupların,  T.C."deki kemalist -laisizmin ceberrutluğunu hatırlatan Baas rejimine besledikleri husûmet tabiatiyle zirvedeydi..

Ancak, Hama"da, bir gece sabaha karşı halkı minarelerden cihada çağıranlar kimlerdi?

Bu husus, bugüne kadar da net olarak ortaya çıkarılamamıştır..

Beyinlerinden ziyade, duygularıyla hareket eden bir kısım taşkın heyecanlı ve saf kimseler mi girişmişlerdi bu işe? Yoksa, orada mevcud bir gerilimi, hazırlıksız olunan bir anda ortaya çıkartıp, etkisizleştirmek taktiği mi devreye sokulmuştu?

 

Ayrıca, bu ayaklanma teşebbüsünden ne Haleb"in haberi olmuştu, ne de Humus"un..

Ve sonunda, Hama, Hâfız Esed"in kardeşi Rif"at Esed komutasındaki bir ordu tarafından kuşatılmıştı..  Her türlü ulaşım imkanı ve yolu kapalı idi..

Dünya sessiz kalmıştı..

Dışarıya doğru dürüst bir haber sızmamıştı.. Günlerce de irtibat kurulamayıp, sonrasında ise, harabeye dönmüş bir şehir ve binlerce -bazı rakamlara göre, 20 bin kadar- insanın öldürüldüğü bir korkunç  katliâm tablosu çıkmıştı..

Bu cinayetin üzerine çok şeyler söylendi..

Özellikle de, İslamî İran çok suçlandı, "Esed"le niçin işbirliği yapıyor?" diye..

Caferiliğin, Nusayrîliği şia içinde kabul etmediği bilindiği halde, İİC"nin Hama konusunda sessiz kalmasını bir "şiî dayanışması" olarak gösterenler bile oldu..

Ki, ünlü Said Havva da bunlardan birisiydi ve 1984"de Bağdad"da Saddam rejimi tarafından tertiblenen bir konferans"da da Saddam"a hitaben yaptığı övücü konuşmada, Saddam"ın İslam"ın geleceği için bir büyük ümid olduğunu bile telaffuz etmiş ve İmam Khomeynî"yi ağır şekilde suçlamıştı.. Ve hattâ, Said Havva, İran"a heyetler gönderen Sultan Abdulhamid"i bile, "şiîleri adam yerine koyduğu için" suçlamıştı, o konuşmasında..  

Ve amma, Hama Ayaklanması"nı, İkhvan Umumî Murşidliği"nden habersiz ve izinsiz  tertibleyip yönlendirdiği gerekçesiyle, Said Havva, daha sonra İkhvan"dan tard olunacak, atılacaktı.  Ama, o tard da, sadece o kadarla kalmış ve iç hesablaşma daha derine götürülmemiş ve Hama"lı 20 bin kadar müslüman insan katledilmekle kalmıştı..

 

İran"dan ise, konuyu bu satırların sahibinin bizzat müzakere ettiği isimlerden bazıları (bu inqılab mahkemelerinin başyargıcı merhûm Sâdıq Khalhalî gibiler) ise, Hama"daki ayaklanmayı gerçekleştirenleri Amerikan emperyalizminin oyunu ve, İslamî İran"la Hâfız Esed"i birbirinden uzaklaştırarak, Saddam"ın elini daha da güçlendirmeye yönelik bir taktik olarak değerlendiriyorlardı.

 

Bu görüşler konuya İran tarafından bakmıyanlar için pek doyurucu bulunmuyordu, ama, Saddam ordusunun İran sınırlarından yüzlerce km. içerlerde olduğu, o korkunç savaş açısından bakılınca, tablo ortaya daha başka türlü çıkıyordu..

*

Ama, hatırlayalım ki, Hama Faciası"ndan 5 ay kadar sonra, siyonist İsrail rejimi güçleri Beyrut"a kadar ilerliyor ve bu arada Sabra ve Şetila isimli Filistin kamplarında, siyonist İsrail gözcülüğünde, hristiyan falanjistlerince gerçekleştirilen ve binlerce Filistinlinin katledildiği büyük katliâm ise, evet, her bir müslümanın yüreğini dağlıyordu. Ama, müslüman kamuoyunun ilgisi, Hama Faciası için hiç de aynı çapta olmuyordu.. Hattâ, nicelerince yok sayılıyordu.. Bu durum, bugün de tekrarlanıyor..

Müslüman toplumlardaki son kıpırdanışlar sırasında yüzlerce, binlerce sivil müslüman insan, kadın, çocuk, savunmasız ihtiyar katlediliyor, amma, ciddî bir ses yükselmiyor.. Halbuki, İsrail rejimi müslümanlara saldırdığı zaman büyük tepkiler hiç değilse sesli olarak yükseliyor. Âdetâ, "Biz birbirimizi öldürebiliriz, kimse karışamaz.." mesajı  verircesine..

Maksadımız, "Bu hassasiyet de olmasın.." değil, elbette..

Ama, savunmasız müslüman halklar, bizzat kendi başlarındaki ve kendi içlerindeki zâlimler ve kaatiller tarafından öldürülürken sessiz kalmak, bir bakıma, iç düşmanların ve kaatillerin kabulü mânasına da gelmekte değil midir?

 *

Oğul Beşşar Esed, sırf  "babasının oğlu" olduğu için  suçlanamaz elbette; ama, ya, maskesini  çıkarıp, "Ben de oyum!.." derse..

 

1970-2001 yılları arasında, 30 yılı aşkın bir süre Suriye"ye tahakküm eden ve kan kusturan Hâfız Esed ölmeden, yerine oğlunu hazırlıyordu.. Ama, oğlu bir kazada ölüverince, o zamana kadar siyasetle pek ilgilenmeyen ve İngiltere"de tıb okuyup göz doktorluğu yapan küçük oğul Beşşar Esed, Baas Partisi"nin elindeki göstermelik Suriye Meclisi"nce, babasının yerine getirildi..

(Baba) Esed zamanında Türkiye"yle ilişkileri hep soğuk cereyan etmiş ve hattâ, Öcalan"ın ve diğer PKK lider kardosunun Suriye"de saklandığının kesinlik kazanmasından sonra, neredeyse iki iki ülkenin savaşın eşiğine bile geldiği 1998"lerdeki hava, Öcalan"ın Suriye"den çıkarılması ve Hâfız Esed"in ölümüyle dağılmış ve yeni bir dönem başlamıştı.. Özellikle, Beşşar Esed ile Tayyîb Erdoğan arasındaki şahsî dostluk, bu münasebetlerin gelişmesinde çok etlili oldu ve iki ülke arasındaki vize uygulamasının kalkmasıyla, 400 yıl birlikte yaşayan ve 80 yıldır birbirinden koparılan-kopan iki halk yeniden kaynaştı..

Bunlar güzel gelişmelerdi..

Ve bu arada, arab dünyasında son 4 aydır devam eden sosyal yangınların Suriye"ye bulaşmıyabileceği de sanılıyordu.. Ama, bir ay kadar önce, Suriye"nin Ürdün sınırındaki Der"a kasabasında başlayan hadiseler, kısa sürede bütün ülkeyi bir yangın yerine çevirmiş bulunuyor..

Ama, Türkiye ile Suriye arasında oldukça yakın ilişkiler kuruldu.. Hele Erdoğan ve Beşşar Esed"in arasınadki şahsî dostluğun da bunda ayrı bir rolü vardı..

*

Ve amma, bugün, Suriye"de öyle korkunç kanlı hadiseler oluyor ki, doğrusu bu kadarı beklenmiyordu..

Üstelik, Libya"da olduğu gibi, Suriye"de de, güvenlik güçleriyle silahlı çatışmalara girilmesi, işi çığırından çıkarmışa benziyor.. Halbuki, Tunus, Mısır ve (şu âna kadar da) Yemen"de, güvenlik güçleri silah kullanmış olsa bile, direnişçiler, güvenlik güçleriyle, silahlı mücadeleye girmediler ve büyük çapta başarı elde ettiler..

Silahlı mücadeleye girilen yerlerde ise, egemen rejim güçlerinin, düzenli orduların müdahalesi tabloyu çok kanlı hale getiriyor ve üstelik, bu gibi durumlardan istifade etmek isteyen karanlık güçlerin manipulasyonları da kolay oluyor..

Bu açıdan bakıldığında,  

Suriye"deki kanlı iç-savaşı anlamanın o kadar kolay olmadığı ortada..

Der"a denilen kasaba, Ürdün sınırında..

O yörede, Ürdün veya Suûdî kaynaklı ve kendilerini selefî olarak niteleyen vehhabî eğilimli ve silahlı mücadeleye hevesli kimselerin varlığı biliniyor..  Ve orada da, tıpkı 1982"deki Hama Faciası"nda olduğu üzere, minarelerden ahaliye cihad çağrıları yapılması ve kimlerin açtığının bilinmediği ateşler ve halktan ve askerlerden yığınla insanların ölmesi, gerçekten de kimin işi?

Rejimin, (Baba) Esed"den kalma kanlı sindirme metodu mu hortladı, yoksa...

Yoksa..

Geçmişteki korkunç cinayetlerin intikamını almak hıncı içinde olanların tahrik ve tertibleri mi sözkonusu..

Ya da, Suriye"yi terörist devlet olarak niteleyen emperyalist çevrelerin baş eğdirme zorlaması mı ve ayrıca, kendisiyle barış andlaşması imzalamayan siyonist İsral rejiminin ajanları mı, devrede? 

Ya da, bölgedeki diğer rejimlerin, hele de birbirleriyle devamlı ihtilaf halinde olmalarıyla meşhur olan arab rejimlerinin etkileri mi?

Hele bir de, İsrail rejimine karşı mücadele veren Hizbullah ve HAMAS gibi etkili mücadele teşkilatlarının da, Suriye"deki Beşşar Esed iktidarının değişikliğini istemediği biliniyor..

Ayrıca, bir İkhvan"ın güçlenmesi sözkonusu olacaksa, bunu İsrail rejiminin de istemiyeceği,  bir ayrı konu..

Nitekim,  Suûdî ulemâsından birisi, Şeyh Salih el"Lahidân"ın  24 Nisan günü yayınladığı bir bildiri ile, Suriye rejimi aleyhinde çok ağır ifadeler kullanıp, bu rejimin çökertilmesini istediği bildiriliyor.. İİC"de muteber internet sitelerinden "tabnak.ir"in "El"Âlem" isimli ajanstan aktardığına göre, bu kişi,  "Bir toplumun fitnelerden kurtarılıp sağlıklı bir yapıya kavuşturulması için,  Mâlikî mezhebine göre, gerekirse, toplumun üçte biri bile fedâ edilebilir. Umarız ki, Suriye halkı, üçte birinin öldürülürmesini de gerektirmeden, bu rejimden kurtulur.." denilmekteydi..

Ki, arab rejimlerinin birbiriyle dostlukları, bir karikatür gibidir, hemen daima.. Arab liderleri sağ elleriyle ve mütebessim  çehprelerle birbirleriyle samimî şekilde tokalaşırken, arkalarında tuttukları sol ellerinde ise, birbirlerine saplamak üzere hançerleri hazırda tutulmaktadır..

 

İnsan, yine de hayret ediyor..

Babasının o gaddar çizgisinden sonra, 10 yılı aşkın zamandır, ülkesini güler yüzle ve yumuşaklıkla yönetmiş olan Beşşar Esed"in, son bir ay içinde ortaya çıkan karışıklar üzerine, kanlı bir bastırma yöntemini tercih etmesiyle "babasının oğlu" olduğunu gösterdiği kanaati, onun ve Suriye"nin hayrına mı olacaktır? Diyelim ki, bu kanlı iç-savaş, mevcud rejimin devamı gibi bir netice verse bile; kendi halkını o kadar acımasızca katleden bir rejimin başındaki kişi olarak, o ülkeyi ve o halkı bundan sonra nasıl yönetebilecektir?

 

Şu anda gözüken o ki, halkın taleblerine kulak verecek bir tip olarak gözüken Beşşar"ı dinlemeyen bir Suriye ordusu ve de Baas Partisi"nin diktacı milis güçleri ve tasfiye olmamak için her entrikayı tezgahlayabilecek olan kemikleşmiş yönetici, bürokratik kadroları ve Suriye Derin Devleti, bu iç-savaşı daha da tırmandırmak isteyecektir..

 

Bu konuda, Türkiye Başbakanı Tayyîb Erdoğan da sıkıntılı bir duruma düşmüş bulunmakta.. Çünkü, hem halkın taleblerinin yanında ve hem de Beşşar"a güveniyor..

İran makamları ve medyası ise, diğer bütün arab ülkelerindeki sosyal hareketleri "inqılab hareketleri" olarak selamlarken; Suriye"deki direnişçileri, Amerikan emperyalizminin ve siyonizmin kuklaları olarak niteliyor.. Ki, bu tesbit, bütün halk için söylenemese bile, o gibi şeytanî güçlerin de devrede olabileceğini ayrıca söylemeye gerek bile yok..

Öte yandan, Amerikan yönetiminden, Suriye"de halka karşı silahla sindirme yöntemlerine başvurulması üzerine, müdahale planları yapmakta olduğuna dair haberler geliyor ki, bu da durumun ne kadar karmaşık olduğunu  daha bir ortaya koyuyor..

 

Tekrar edelim ki, ya, Beşşar, babası Hâfız Esed"in hunharlığını, onun oğlu olarak devam ettirmek kararlılığıyla, yüzündeki maskeyi çıkarıp, asıl çehresini ortaya koyuyor.. Ya da, Türkiye"de Erdoğan Hükûmeti"nin bütün çabalarına rağmen, TSK, Yargı ve diğer bazı Derin Devlet kurumlarınına,  bürokratik oligarşiye hâkim olmakta henüz de tam başarı sağlayamamış olması misali, bir durum sözkonusu..  Ki, 40 yıllık Baas rejiminin, bizdeki kemalist-laik rejimin despotik reflekslerinden uzak olmadığını da en başta gözönünde bulundurmak gerekiyor..

*

"Arab Baharı", Tunus"da nasıl başlamıştı?

 

Bu sosyal hadiselerin nasıl şekillendiğini ve nasıl bir seyir takib ettiğini anlamak için, "arab baharı"nın başlangıcı sayılan Tunus"daki ayaklanmanın son ipuçlarına bakmakta fayda var..

 

Ortadoğu'yu hâlâ da kasıp kavuran halk hareketlerinin, sosyal yangınların fitili, hatırlanacağı üzere, 17 Aralık 2010'da, kendisini niçin yaktığı tam olarak anlaşılamıyan  ve Muhammed Buazizî isimli bir seyyar meyva satıcısının, 17 Aralık 2010"da, Sidi Buizid (Seyyid Bayezid) isimli küçük bir kasabada, bir kadınn zabıta memuru tarafından pazarda, halkın içinde tokatlanmayı gururuna yediremediği için yaktığı ileri sürülmesi ve sonra da ölmesi üzerine ateşlenmişti..

İddiaya göre, polisler, zabıta memurları  Pazar ehlinden devamlı rüşvet ve meyva vs. alıyorlar ve karşı çıkanlar da baskı görüyorlardı. Muhammed Buazizî de bunlardan birisiydi.. Babaları olmayan sekiz kişilik bir ailenin geçimini sağlayan 26 yaşındaki Buazizî, Fadiye Hamdi isimli kadın zabıta memuru tarafından pazar ortasında dövülmüş, aşağılanmıştı..  

Buazizî  ağlamış ve şikayet etmek için bir yetkili bulamayınca, protesto kabilinden kendisini yakacağını etrafına söylemişti.. 4 Ocak 2011 günü vefat eden Buazizî"nin kızkardeşi de fakirlik ve ihtiyaçdan dolayı değil; gururu kırıldığı için, o durumu protesto etmek için öyle yaptığını söylemekte esasen..

Sidi Buzid' kasabasında meydana gelen  o protesto eylemi ve Buazizî"nin binlerce kişinin katılımıyla yapılan cenaze törenine aid  viedo görüntüleri internetlere düşünce, zabıta memuru Fadiye Hamdi tutuklandı, ama, artık cin şişeden çıkmıştı..

Evet, meselenin özü buydu..

Ve Muhammed"in bedenini yakan alevler, sonra bütün arab dünyanını ateşe attı..

*

Ama, şaşırtıcı bir gelişme oldu ve üstelik de Zeyn-el"Âbidîn bin Ali"nin rejiminin çökmesinden sonra, Fadiye Hamdi bu yeni rejimde yapılan bir muhakemesi sonunda, geçen hafta beraet etti ve  4 ay kaldığı zindan tahliye edildi.. Fadiye Hamdi,  "Bir günah keçisi haline getirildim. Ona (Bouazizî"ye) hiç vurmadım. Bu imkansız çünkü ben bir kadınım. Öncelikle, kadınların erkeklere vurmasının yasak olduğu bir arab toplumunda yaşıyorum.  Sadece tezgahındaki birkaç muz ve biberi almıştım.." diyor..  

Ne dersiniz?

Bazen, çok büyük sosyal hadiseler bile, bir küçük kıvılcımla ateşlenmiş olabiliyor..

Çok fazla şişirilen bir balonun bir iğne ucuyla patlayıvermesi gibi, arab toplumlarındaki diktatörlük rejimleri de birer -ikişer patlıyor veya derin iç- savaşlara dönüşüyor..

Temenni ediyoruz ki, zulüm düzenleri ve zâlimler bertaraf olsunlar ve mazlum ve mustaz"af kitleler bu hadiseleri en az zararla atlatsınlar..

Ama, ödenen bedeller ne kadar ağır olursa, elde edilen neticelerin kıymeti de o kadar artıyor..

*

OHA!.. (çok affedersiniz..)

 

25 Nisan günü , CHP lideri Kılıçdaroğlu  Zonguldak"ta seçim konuşması yaparken,  her zaman söyleyegeldiği, "Adam mısın, adamsan çık karşıma.." gibi Tophane ağzı laflar arasında,  kontrolünü yitirip; ağıza alınmayacak en ağır hakaretlerden birisini Tayyîb Erdoğan"ın annesine hakaretle bitecek şekilde söylemek üzereyken, cümlenin yarısından sonrasını kesmiş ve "Gerisini söylemiyeyim, siz anlayın.." diyerek sırıtmıştır.. 

İnsan,  bir seviye bile ifade etmiyen bu kadar çukur beyanlar karşısında ne diyeceğini şaşırıyor.. Erdoğan"ın, kendisine, "Anamı ağlattın.." diyen bir kişiye, (yanlış bir tepki verip) "Ananı da al git.." demesini yıllardır unutmayan medyanın, bugün, Kılıçdaroğlu"nun bu sözü karşısında büyük çapta sessiz kalmasını nasıl anlamalıyız?

 

80 öncesi anarşi yıllarında, duvarlara yazılan CHP yazıları, muhalifler tarafından OHA şekline dönüştürülürdü..

O yazıları hatırladım, nedense..

 

haksöz

Bu yazı toplam 2577 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar