Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

”Söylememek, söylemeğin "has"ıdır..” (mı?)

Yûnus Emre 750 yıl öncelerde, ne güzel söylemiş,  "Söylememek, söylemeğin hassıdır", (en hass şeklidir..) diye..

Bazen, konuşmamanın da bir konuşma şekli olduğunu herhalde herbirimiz de az-çok biliriz, bilmeliyiz.. Evet, hiç konuşmamak da, bir konuşma tarzıdır.. Ve dahası, dudaklarından çıkan veya kaleminden yazıya dökülen bir söz, bir mânâ, rüşd yaşına ermiş ve fârıq-i mumeyyiz, ne söylediğinin/ yaptığının farkında olan her âqil/  akıl sahibi insanı kontrolü altına altına alır.

Ve dudaktan çıkan söz, yaydan fırlayan bir ok gibidir, o bir kez yaydan fırladı mı, geri döndürülemez ve mutlaka bir yere varır, bir yerlerde bir takım izler bırakır, bir takım yaralar bile açabilir. Sonradan düzeltme veya özürlerle de telafi edilemiyecek yara ve zararlar..

O halde, sözü baştan tutmak gerek.. "Dilini esir almazsan, dilin seni esir alır"  diye boşuna dememişlerdir..

Konuşmak, ses çıkarmak değil, mânâsı olan bir ses, yani söz çıkarmaktır.. Ve, gürültü çıkarmak, konuşmak değildir, ama, bilinerek, kasıdlı olarak yapılırsa, gürültünün de bir konuşma tarzına dönüştürülebildiği görülmüştür..

*

Aslolan, kişinin sözünü söylemesi veya söylememesini belirlerken, ne yaptığının şuûrunda ve sorumluluğunda ve hele de bunları kendi inancının, dünya görüşünün temel ölçüleri açısından bir değerlendirme yapmasıdır. 

Özellikle, ülkemizde ve müslüman coğrafyalarında olup bitenler üzerinde konuşurken, daha bir ihtiyatlı davranmak ihtiyacını duyanlara da..

Yoksa, olup biten her hadiseyi yorumlamak adına, aklımıza geleni veya aklımızın erdiğini hemen yazıya dökmek veya seslendirmek, bir zaman sonra bizi utandırabilen sonuçlar halinde karşımıza çıkabilir..

Bunu yazı hayatında olan hemen herkes, sık sık düşünmüş olmalı..

*

Ama, hattâ bazen son derece ihtiyatlı davrandığınızda bile, birileri size hemen -hele de çeyrek yüzyıl öncelerde tasavvur bile edilemiyen gelişmiş iletişim imkanlarıyla- eleştiri, itiraz ve hattâ suçlamalarını ulaştırabilirler.. Suskunluğu tercih ettiğinizde ise, hattâ, "haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.." ölçüsünü bile dillendirenlerla karşılaşabilirsiniz.. O gibiler,  hakikatin kendi söyledikleri gibi olduğunu sanırlar; doğru bir sözü kendi zannları için kullanırlar..

*

Bu satırları özellikle de şu hatırlatmalar için yazmak gereğini duydum..

*

Nice "aydın müslüman" tiplerimiz bile, Türkçü  veya kürdçü yorumlara kaydıklarını görmüyorlar mı?

Nice derin düşünceli, "aydın müslüman"lar tanıyoruz ki, ülkenin son 100 yılına bakarken, bir çok temel konularda, sonunda İttihadçı- türkçü-kemalist çizgiye paralel duruma düşüyorlar. Ve yine nice "aydın müslüman"lar tanıyoruz ki, kürdçü söylemlere teslim oldular.. Ve kürd kavminden olmayan ve amma kendi etnik kökleri türk de olmadığı bilinen nice müslümanlar var ki, halde, sırf, kürdçü söylemlere duydukları tepkiyle, devletçi- ve hattâ askerci ve de zora dayalı, tepeden inmeci, dayatmacı, jakoben  bir çözümden yana olduklarını sergilemekteler.. Ve, bu durumu ya idrak edemiyorlar, ya da, devlet, rejim ve ülkeyi korumak adına,  temel inanç ölçülerini bile, devlet, rejim gibi kavramlara fedâ etmeye hazır olduklarını sergiliyorlar..

Bir akademisyen arkadaşla geçenlerde bu durumu konuşuyordum.. Kendi üniversitelerinde "aydın müslüman" olarak bilinen nice tiplerin bile türkçü veya kürdçü söylemlere kapıldıklarından yakınıyordu.. Ve öyle şeyler de anlattı ki, bunları burada tekrarlamaktan kaçınıyorum.. Ama, hâlâ da, o anlatılanların hayreti ve teessüfü içindeyim..

Rize Bel. Başkanı"nın "hısımlık hasımlığı ortadan kaldırır, iki taraflı evlilikler ve hattâ hastalık veya çocuğunun olmaması gibi hallerde, kanunen yolu açık olmasa bile, fiilen yapılmakta olan iki eşli evliliklerde hanımların karşılıklı olarak, Doğu"dan ve Doğu"dakilerin de diğer bölgelerden  yapmaları"  yolundaki ve amma, " ikinci eşlerin Güneydoğu"dan alınmasının önerildiği, kürd kadınlarının kuma olarak getirilmek istendiği"  şeklinde çarpıtılan (videodan bizzat kendi ağzından dinlediğim) sözlere bile ölçüsüz tepkiler verildiğine göre, bir takım akademisyenlerden aktarılan dehşet verici sözleri, sırf eleştirmek için bile tekrarlamanın zehirli olabileceğini düşünüyorum..

*

Biz "İslam Milleti"yiz, İbrahîm Milleti"yiz, bizim millet anlayışımızda kansoyu ve dil birliği gibi bağlar teferruattır. Bizim millet anlayışımız,  "Tevhîd inancı ve Nûbuvvet müessesesi"  üzerine kuruludur..

Yani, "Lailahe illallah + Muhammed"un Resulullah.."

Her bir müslümanın, ancak bu temel anlayış çerçevesinde şuûrlu bir müslüman olacağı ve ırk, kavim,  etnisite ve hattâ mezheb farklılıklarını, Tevhîd gülistanında rengarenk açan güller ve çeşitli dillerde şakıyan bülbüller ve de onların koklanmasından farklı lezzetlerin alındığı gibi bir zenginleşme unsuru olarak saymak varken, bunu düşmanlık vesilesi diye sözkonusu etmenin, hangi iman ferasetiyle ve basiretiyle izahı olabilir?

Biz müslümanlar, millet anlayışımızı, bu temel üzerinde korumaya mecburuz, aksi halde, herşey darmadağın olur.. Bu durum, "Türk, kürd, arab, vs.  kavmiyetler mes"elesi, bir sekuler problemdir, sekuler / laik bir probleme İslamî bir çözüm sunmaya kalkışmak ne kadar akıllıcadır?" diyenlerin tuzak suallerine düşmemek için de, mantığımızı inanç temelinde çok sağlıklı kurmamız gerekmektedir..  Aksi halde, müslüman kişi, kendi inancı dışındaki güç odakları ve anlayışların problemlerini çözmek için bir yağdanlık olarak kullanıldığını görmek bahtsızlığına düşebilir.. (Yazık ki, ülkemizde, 100 yılı aşkın bir zamandır en azgın şekilde sergilenen türkçü anlayışlarla dilimiz ve zihnimiz o kadar uyuşmuş ki, türk -kürd, vs. gibi bir ayırımın gerçekçi temelleri olmadığını söyleyen nice seçkin müslüman siyasetçiler bile, türk kavminden olmayan onmilyonlarca vatandaşlarının daha olduğunu bildikleri halde; yine de, konuşmalarında, ikide bir Türk Milleti tanımlamasını kullanıp durmaktalar, herkesi türk sayarak.. Sonra da, türk-kürd diye bir ayırım yapılmadığını söylerken, nasıl bir çelişki sergilediklerini bile hatırlamadan..)

Evet, Allah"u Tealâ"nın halekettiği her kavim, renk, ırk, cinsten olabiliriz ve ırkımızı, rengimizi, cinsiyetimizi, dünyaya geliş mekan ve zamanımızı, anne-babamızı, kimse kendi iradesiyle belirlemedi veya veya seçmedi..

O halde, kavimler sünnettullah"ın gereği.. Sünnetullah"a aykırı olan, kavimlere veya diğer fıtrî özelliklere üstünlük veya düşüklük nisbet etmektir..

*

Bir diğer konu, tarih ve hele de Osmanlı üzerinde gösterilen hassasiyetler üzerine..

*

Tarihi toptan reddetmek veya kabullenmek nasıl olur?

Yazılarınızda, sözlerinizde, Osmanlı"dan söz ederseniz; hemen bir acaib tepkinin geliştiğini- gelişeceğini de hesab etmeniz gerekir.. Çünkü, böyle bir durumda kimisi, hemen "Ahh Osmanlı.." diye bir tarih seviciliğine yelken açarken,  kimileri de, "Osmanlı"nın kutsandığı" gibi suçlamalarda bulunuyorlar..

Elbette, öyle bir suçlamanın yapılabileceği kimseler de vardır, ama, Osmanlı"dan her bahseden, Osmanlı"yı kutsamış mı sayılacaktır? Ve Osmanlı toptan mı reddedilmelidir? Ve müslümanlar olarak,  tarihteki köklerimizi, geçmişimizi toptan reddetmek bize ne kazandırır?

Müslümanların geçmiş tarihi, her şeyiyle ve herkesten çok biz müslümanları ilgilendirir.. Osmanlı da biz müslümanların 1400 yıllık tarihinin 600 küsur yılını doldurmaktan ayrı olarak, dünya tarihini de derinden etkilemiş bir büyük müslüman gücü olarak, elbette ki, bizim ilgi alanımızdadır ve olmalıdır da..  Onu veya bir başka yönetim biçiminin uygulamalarını bütünüyle kabul veya reddetmek yerine, tarihe, geçmişten ders almak dikkati içinde bakabilmek esas olmalıdır.. Tarih de esasen öyle yapılırsa, bir mâna ifade eder..

Sadece şu son yüzyıldaki hayatımız değil, müslümanlar olarak, ondan öncesindeki asırlarımızı dolduran, Osmanlı ve Selçuklu, Abbasîler, Beni Umeyye ve de 4 Halife dönemi, dahil, müslümanlarca o tarih boyunca bütün zaman ve mekân dilimlerinde oluşturulmuş bütün yönetimler de,  beğenelim-beğenmeyelim, bizim tarihî bilançomuzun tabiî unsurlarıdır.

Ve tarih, geçmiş asırlarda kalanları suçlamak ve gelecek üzerinde farazî hayaller kurmak için değil, geçmişte yapılan iyiler ve iyiliklerden örnek almak ve yanlışları, kötüleri ve kötülükleri terketmek idrakiyle ele alınmalıdır. Ve, onun bir şan zirvesi olduğu kadar, bir kan deryası da olabileceği unutulmamalıdır.. Aksi halde, kupkuru bir öğünme ve temelsiz bir tarihseviciliği veya kaskatı bir reddiyeciliğe saplanıp kalmak kaçınılmaz olur..

Ve geçmişteki sulta düzenlerini de kendi tarihimizin tortuları olarak görebilmeliyiz.. Bu sultacılığı, zorbalığı kabullenmek değildir..

Ayrıca,  İslam"da bir halk üzerine zorla hükmetmenin, hükûmet etmenin şer"î bir dayanağının olmadığına inanırım.. Resul-i Ekrem (S)"in bile, böyle bir hakkın kendisinde olduğunu söylemediğini düşünüyorum.. Çünkü, Hicret"in 7. yılında akdolunan Hudeybiye Barış Andlaşması" sırasında, sahabeden niceleri, Hz. Peygamber (S)"e, "Biz Sana savaşmak için bey"at etmiştik, barış için değil.."  diye itiraz etmişler ve Resul-i Ekrem de, "Eğer siz barış için bey"at etmiş olsaydınız ve ben o bey"ate dayanarak savaş kararı alamazdım, ama, siz savaş için bey"at ettiğinize göre, ondan daha hafif olan barış anlaşması için bu bey"at yeterlidir.."  mealinde karşılık vermişti.. Yani, Hz. Peygamber (S) bile ümmeti üzerinde, mutlak mânada bir velayetin olmadığını göstermiş oluyordu..

Böyleyken, bir toplumu zer ve zor (servet ve kaba kuvvet) gücüyle, zorbalıkla, sulta ile, saltanatla yönetmek hakkını kendilerinde görenlerin yönetimlerini kutsamak, aklı başında bir müslümanın aklının kenarından bile geçmemelidir.. Mâzide kalanların, zerre kadar hayırlarının da, yanlışlarının da, Allah ındinde kaybolmayacağı ise, Kur"an"-ı Kerîm"in açık taahhüdü..

Ama, tekrar hatırlamalıyız ki, bizim tarihimiz, beğensek de, beğenmezsek de; bizim 14 asrımızı dolduran bir geçmişi sırtımıza yüklemektedir.. Bu yükün müslümanlara şeref veren pekçok yönleri olduğu gibi, insanı hayıflandıran, hattâ utandıran sahneleri de vardır.

Bu utanç veren sahnelerin en başında da, 13 asrımızın, sulta yönetimleri altında geçmiş olmasıdır.. İslam"ın toplum yönetiminde "şûrâ / istişare / meşveret" metodunu temel alan ölçüsünün en iyi şekilde, "gerçek cumhûriyet"  sistemlerinde gerçekleştirilebileceği açıkken.. 

Bu temel yaklaşım anlayışı, ölçüsü ve hassasiyeti içinde, -hata işlemesi Allah tarafından önlenmiş olanların yönetimleri dışında, hiçbir yönetimin, hatasız, noksansız ve en mükemmel olduğu gibi bir inanç kanaate sahib olmadığımı belirtmeliyim..

*

Ve, İran üzerine konuşmak..

Önce temel ölçü herhalde şu olmalıdır..

Bir kimsenin bir ülkede uzun zaman yaşamış olması yüzünden, o ülkede hâkim olan anlayış veya zihniyetle aynîleşmesi gibi bir iddiada bulunulması saçma bir görüş sayılmalıdır.. Bir kimse, ömür boyu, kemalist/laik rejimde yaşıyor diye, o rejimle ve o rejimin temel mentalitesiyle aynîleşmiştir denilebilir mi? Eğer öyle olsaydı, 90 yıla yakın bir ömrü olan T.C rejiminin vatandaşlarının büyük bir bölümünü o rejimle aynîleşmiş saymak gerekirdi;  ki, durum hiç de öyle değildir..

Aynı şekilde, İİC"de veya Avrupa ülkelerinde uzuuun yıllar yaşayanların o diyarlarla aynîleşmiş sayılması da tutarsızlık olur..

Ve amma, bu tutarsızlıklar bizim toplumumuzda devamlı sergilenir-durur..

Bu durumda, dünyadaki bir çok hadise ve gelişmeyi değerlendirenlerin, İİC"ne gelince, genelde susmayı tercih etmeleri neyin işareti sayılabilir?

Bir tehdidi mi?

Sanmıyorum ve hayır!

Sadece, birileri var ki, ya hep alkış bekliyor, ya da hep eleştiri.. Bu kadar ucuz, bu muhabbet ve nefretlerin şekillenmesi..

Az biraz alkışladınız mı, İİC"nin kuklası sayılırsanız; az-biraz eleştirdiniz mi de, emperyalist güçlerin.. Bu gibilerden niceleri, hayallerinde bir ülke veya güç heyulası oluşturmuşlar; ona  ya ona âşıkâne bir bağlılık gösteriyorlar; ya da, (takunyalı bilmem hangi efendi kabilinden bazılarının saçmalarındaki örnekte olduğu üzere) onu her kötülüğün kaynağı bir ifrit gibi göstermeye çalışıp, düşmanlık sergiliyorlar..

Ama, o âşıkâne bağlılık gösterenler, İran medyasında yazılıp çizilenleri görseler tepkileri nasıl olurdu, merake değer..

O durumda, suskunluğu tercih etmek de bir yöntem olabilir herhalde, elbette hakikati gizlemek için bir bahane teşkil etmemesi şartiyle.. 

75 milyonluk bir ülkede elbette ki her çeşit görüşten, nice farklılıklar ve zıdlıklar bulunacaktır.. Böyleyken, bu konuda bir dile getirilecek bir beğeni veya eleştirinin hemen sert tepkilerle karşılanmasını anlamak zor..

Özellikle bir sene önce yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bu yana İİC"nin oldukça sıkıntılı bir durumda olduğu ortada.. O zaman dile getirilen nice eleştiriler vardı ki, bunların en dehşetlisi, Tahran civarında, onbinlerce insanın tutuklandığı Kehrizek Cezaevi"nde meydana gelen birçok ölümler başta olmak üzere, nice korkunç ve çirkin iddialar ve bu iddiaların muhalefet tarafından en yüksek perdeden dile getirilmesi üzerine, Hakk"ı, adâleti değil de, rejimi korumayı temel sayanların hırçınlığıyla, ne ağır suçlamalar yapılmıştı, "emperyalistlerin ekmeğine yağ sürüyorsunuz.." diye.

Bu feeryadlar üzerine, o mekanın İnqılab Rehberi tarafından kapatılması da çoğunun gözünü açmadı..

O iddialarla ilgili olarak soruşturma başlatıldı.. Ancak, gözaltına alınanların kimliği açıklanmadı.. İlk başta, ölümlerin menenjit gibi rahatsızlıklardan meydana geldiği iddia edilmişten, ortaya çıkan acı gerçek, can kayıplarının ağır işkenceler neticesinde meydana geldiğini ortaya koydu.. Bunun üzerine bazı sorumlular ve özellikle cezaevinin doktoru intihar etti.. Ve nihayet, evvelki gün, o ölümlere varan işkence ve zulümlere karıştıkları belirlenen Kehrizek görevlilerinden iki kişi -yine isimleri ve resmî sıfatları belirtilmeksizin- qısasen îdâm cezasına ve diğer birçok görevlilerin de ağır cezalara çarptırıldılar..

O feryadları yükseltenlere karşı, "emperyalistlerin ekmeğine yağ sürüyorsunuz.." diye saldıranlar şimdi ne diyeceklerdir, acaba?

Acı olan şu ki, İnqılab"ı gerçekleştiren büyük kesim arasındaki kalbî kırgınlık hâlâ da bertaraf edilemedi ve bu sosyal kırgınlığın giderilmesinin neredeyse imkansız olduğunu, bu yolda çırpınan nice büyük Ulemâ bile sonunda itiraf etmek zorunda kaldılar.. 

Bunlar olurken, İnqılab Rehberi tartışmaların dışında tutulmaya çalışılmaktaysa da, Cumhurbaşkanı Ahmedînejad"ın en büyük destekçisinin o olması hasebiyle, Ahmedînejad"a yapılan eleştirilerin büyük bir kısmı, dolaylı olarak Rehber"e de yöneltilmiş oluyor..

30 yıl boyunca Înqılab"ın en çetin dönemlerinde, en üst makamlarında hatalarıyla veya gayretleriyle "İnqılab" yükünü taşımaya çalışanlarla, gücünü Rehber"den aldığı makam veya mansıblardan/ vazifelerden ve cumhurbaşkanı Ahmedînejad"dan alan taraf arasındaki kudûret, derin kırgınlık giderilmedikçe, dünyaya karşı sergilenen nükleer teknoloji alanında mesafe alındığına dair güç gösterileri, sosyal yapının derin çatlaklarını belki sadece gizlemeye yarayabilir.. 

Bu derin kırgınlığın giderilmesinde etkisi olur diye, 21 . ölüm yıldönümünde, İmam Khomeynî"nin türbesinde 4 Haziran 2010 Cum"a günü yapılan merasimde, proğramda olmadığı halde, Cumhurbaşkanı Ahmedînejad"a konuşma fırsatı verilmesi ve onun da, İnqılab Rehberi"nin de hazır bulunduğu o mekanda, kendisine muhalif olan kanada karşı geçen seneden beri sürdürdüğü son derece sert söylemleri o mekanda bulunan Refsencanî ve diğer muhalif kanada karşı tekrarlaması ve arkasından, konuşma yapmak üzere sırası gelen (İmam Khomeynî"nin torunu) Hasan Khomeynî"nin de, -muhalif kanatla bağlarını koparmadığı gerekçesiyle- bindirilmiş kıt"alarca,  "Munafıqlara ölüm.. Velayet-i Faqih karşıtlarına ölüm!." şeklindeki protesto gösterileri içinde konuşturulmaması, durumun mahiyetini anlatmaya yeter.. Ama, bu konu bile, hemen sıcağı sıcağına aktarılmadıysa, bu, korkudan değil, duyulan elemden ve bazılarının ölçüsüzlüklerini arttırmasına vesile olmamak düşüncesinden böyle olmuştur..

Ahmedînejad, nükleer enerji ve teknoloji alalında, emperyalist dünyadan gelen ve hattâ sonunda İran"ın bir saldırıya uğraması ihtimaline karşı dirayetle direnirken, içerdeki durumun  hiç de iç açıcı olmadığını göremiyor mu; yoksa, buhranları çözmenin bir yöntemi olarak da, gerilimleri tırmandırmak mı tercih olunuyor; bunu anlamak zor?

"Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez,

Toplu durdukça yürekler onu top sindiremez.."

Asıl güç, halkın birliği iken, bugün, halkın nasıl bir hal üzerinde olduğunu üzerinde konuşmak hiç de kolay ve içaçıcı değil..

Öte yandan, Ahmedînejad  İİC televizyonunda iki hafta önce yaptığı bir konuşmada, örtünme yasağına riayet etmeyenlerle mücadelenin Hükûmet"in işi olmadığını söyleyince, kendi tarafdarlarından nicelerini şoke etti.. Artık yeni bir dönemi için daha cumhurbaşkanı seçilmesi kanunen mümkün olmayan Ahmedînejad"ın, uçmak için başka cenahların kanadını kullanmaya kalkıştığı şeklindeki sert eleştirilerde bir gerçek payı var mıdır, bunu belirlemek için de zamana ihtiyaç var..

Bir diğer nokta..

Hayırda yarışmak ile, hased ve güç yarışını karıştırmamak gerekir..

Tayyîb Erdoğan"ın gerek Filistin ve gerekse Ortadoğu ve hattâ dünya siyasetinde sivrilen bir isim olarak parlaması ve etkinliğini hissettirmesi, hemen bütün müslüman coğrafyalarında halkların büyük çapta heyecanlanmasına yol açtı..  Bu ülkelerdeki rejimler, onun bu şahsiyetli ve itirazcı yükselişinin, kendi iktidarlarını tehdid edebilecek halk ayaklanmalarını da tutuşturacak bir kıvılcıma vesile olabileceği korkusuyla, endişe içindeler..

Her ne kadar, Erdoğan, "bizim müslüman halklara liderlik gibi bir iddiamız yoktur.." dese de, onun tavrı, bir susuzluktan kaynaklanıyor ve kitleler onun adını saygıyla ve heyecanla bayraklaştırıyorlar..

Nitekim, Yûsuf el"Kardavî, geçen hafta, "Keşke birkaç tane Tayyîb Erdoğan daha olsa.." derken, Ortadoğu toplumlarının çoğunun duygularına da tercümanlık yapmış oluyordu..

E. Temelkuran gibi bir kalem sahibi bile, bir süre önce kendisiyle yapılan ve bir kaç kaldığı Beyrut izlenimlerini de aktardığı bir röportajda, "Beyrut"ta her köşede karşınıza bir Erdoğan posteri çıkar ve altında da, (Ey arab erkeği, sen neredesin?) yazısı vardır.." diyordu..

Bu gelişmeler hele de Gazze"ye insanî yardım gemisine, siyonist İsrail rejimi güçlerinin, üstelik de kendilerine aid olduğunu ileri sürdükleri karasularının 110 km. kadar uzağında, uluslararası sularda saldırmaları ve hepsi de TC vatandaşı olan 9 kişinin katledilmesi karşısında TC. Başbakanı Erdoğan"ın gösterdiği tepki ve takib ettiği siyaset ile, bütün Ortadoğu halklarını ayağa kaldırmışken..

İran medyasının günler boyu, haberlerinde o "insanî yardım gemisi" etrafındaki gelişmelere, hangi ülkeye aid olduğunu bile belirtmeden değinmesi ve aynı şekilde, Tayyîb Erdoğan"ın gösterdiği tepkilerin hemen hemen hiç sözkonusu edilmemesi, ilginç bir tablo ortaya çıkardı..

İİC medyasındaki bazı yorumlarda, İİC"ne yakınlaşan Erdoğan"ın İran"dan uzaklaştırılabilmesi umuduyla, arab ülkeleri tarafından pohpohlandığı gibi acaib yorumlar bile yapıldığı görüldü..

Ve amma, sonunda, daha da beteri oldu ve İnqılab Rehberi"nin damadı (ve de İslamî Şûrâ Meclisi"nin Laricanî"den önceki başkanı olan Gulam Ali Haddad-ı Âdil"in oğlu) Feriduddin Haddad"ın Jehan (Cihan) gazetesinde 20 Haziran günü yayınlanan yazısı, bütün bunlara  tuz-biber ekti..

En etkili çevrelere yakınlığı dolayısiyle, herşeyi uluorta yazamıyacağı ve yazmaması gerektiğini bilmesi gereken Haddad"ın bu sözleri, akrabalık özellikleri dolayısiyle daha bir önemliydi ve bu sözlerine herhangi bir alenî tepki konulmaması da ilginçti.. 

Haddad, sözkonusu yazısında, özet olarak şöyle diyordu:

*"...Bölgede bir savaş çıksa, Avrupa ülkeleri ve Amerika kimin yanında yer alır? Kimi destekler? NATO kime destek verir? Cevabı çok açık. Ortadoğu"daki bir savaştan tek faydayı Türkiye sağlar.

*Türkiye şu anda dostumuz, ancak yarın İslam cumhuriyetinin en büyük rakibi olacak. Tahran yönetimi HAMAS  için yüzmilyonlarca dolar harcadı. Ama şu anda Gazze"de en popüler bayrak İran"ın değil, Türkiye"nin; Filistinliler oğullarına Erdoğan adını veriyorlar Ahmedînejad adını değil..

  

* Suriye ile yıllarca ekonomik ilişkilerimizi geliştirdik. Harirî suikasdinden sonra Türkiye geldi,  serbest ticaret anlaşmasıyla bize rakib oldu. Bizi Suriye pazarından siliyorlar.

 * İran 32 yıldır Müslüman âleminin lideri olmaya çalışıyor. Erdoğan şimdi buna göz koydu.

 

* Türkiye İran"a göre daha büyük ve dinamik bir ekonomiye sahib. AB ve ABD ile ilişkileri var. Arab ülkeleriyle ilişkisi gelişiyor. Türkiye"nin bölgedeki etkisinin bedelini Tahran ağır ödeyecek.

*Tek yol, iyice izole olmadan nükleer silaha sahib olmamız."

Evet, böyle bir yazının yazılabilmiş olması bile büyük bir talihsizlik..

Bir hayırlı iş yapılacaksa, bunun sadece falan veya filan kavmin, falan ülkenin mi yapması gerekir? Allah dilerse, dinine kimleri, nasıl da hizmet ettirir, bu görülemiyor mu?  Böyleyken, mevcud hayırlı gelişmeleri bile, hayalî korkularına kurban edenleri ikaz edecek bir akıl sahibi yok mudur?

Ve dahası, Gazze"ye yardım götürmek üzere, İran"dan bir yardım gemisinin yola çıkarılacağı ve konunun günlerce dünya kamuoyunda yer almasına rağmen, son anda böyle bir geminin yola çıkarılmayacağının açıklanması da bir ayrı iç burukluğuna yol açtı.. Kaldı ki, bu geminin yollanmasının neredeyse imkansız olduğu, daha baştan biliniyordu, ama, haftalarca propagandası yapılıp, sonra bundan vazgeçilmesi, mantıkî gerekçelerin sonra dillenderilmesi karşısında, iç burukluğu yaşayanlar ne yapmalıdır?

*

En iyisi, Yûnus gibi, "söylememek, söylemeğin hasıdır.." deyip susalım.. (mı?)

haksöz

Bu yazı toplam 1932 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar