Selefiler, İhvan ve Suudi Jokeri

Selefiler, İhvan ve Suudi Jokeri

Selefiler, İhvan ve Suudi rejimi arasındaki karmaşık ilişkilerin ve çatışmaların tarihsel seyrini ele alan önemli bir analiz...

Abu Dharr

 

 

Crescent-online.net

 

 

 

Yabancı güçlerin azı dişlerini Ümmet'in etlerinin derinlerine sapladığı bir dönemde, Suudilerin Selefileri ve İhvancıları birbirlerine boğazlatma politikasını inceleyelim. 

 

Eğer biz – adanmış Müslümanlar – normal zamanlarda yaşıyor olsaydık, aşağıda okuyacağınız bilgiler yazılmaz ve yayınlanmazdı. Fakat anormal zamanlardan geçiyoruz; yahut, sonuçları eninde sonunda bizim lehimize olacak olan çalkantılı olaylar içinde yaşıyoruz diyelim. Yolun sonuna varılması için bir veya iki nesil geçebilir. Fakat gelecek, İslami bir gelecektir – bizim bu konuda hiçbir şüphemiz yok. Aşağıda gelecek girif ifadeler, “aile içi” düşünmeye yöneliktir. Amaç, herhangi bir İslami yönelime zarar vermek veya herhangi bir İslamcı örgütü alt etmek değildir.

 

Bazı İslami duruşlar ve bilinen İslamcı paradigmalar arasındaki gerilimler artıyor. Bu makaledeki temel kaygımız, bu alanda var olan farklılıklar yelpazesini tümüyle kapsamak değildir. Bir Suudi katalizörüyle bütün  Müslüman dünyasında iç savaşlara yol açabilecek iki ters İslami eğilime ışık tutmaktır. Bununla kastettiğimiz, Selefiler ve İhvan-ı Müslimin'dir (kısaca İhvan). Uyanışçı tipteki bu iki grup, kendi içinde bağlayıcı unsurlara sahiptir. Arapça konuşulan ülkelerin dışında muadilleri de vardır. Bu yüzden şimdi dış güçler ve iç finansörler, birbirini daha iyi tanıması ve daha yerinde hareket etmesi gereken adanmış Müslümanlar arasında her iki taraf için de öldürücü savaş üretmek için ellerini birleştirirken bu iki İslami eğilime ışık tutmak önemlidir.

 

Geçen yüzyılda İhvan'ın (İmam Hasan el-Banna) ve Selefilerin (Muhibuddin el-Hatib) öncülerinin Şeyh Muhammed Rıza tarafından cezbedildiğini, yahut ondan etkilendiğini söylemek yeterince adil olacaktır. (Tefsir el-Menar eseriyle bilinen) Şeyh Muhammed Reşid Rıza, Lübnan'ın Trablusşam bölgesindendi (bu bölge bugün bu ülkede Selefilerin merkezidir). Muhammed Reşid Rıza dönemin siyasi alanında nasıl bir varlığa sahipti? Bir dönem “Suriye Birliği”nin, yani 1920 yılında Prens Faysal bin el-Hüseyin'i Suriye Kralı olarak tahta çıkaran birliğin başkanıydı. Buradaki El-Hüseyin, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu'na karşı İngilizlerin yanında yer alan ve İngilizlerden zafer durumunda bütün Arapların kralı olma sözünü alan kötü şöhretli “Şerif Hüseyin”dir. Muhammed Reşid Rıza, Arapların ihanetini, İngilizlerin sözlerinden döndüklerini ve ünlü Maysalun Savaşı'ndan (Temmuz 1920) sonra Şam'ın Fransızların eline geçtiğini gördükten sonra, El-Menar isimli İslami dergisini yayınlamak üzere Kahire'ye gitti. Maysalun sonrası Muhammed Reşid Rıza, artık eskiden olduğu gibi enerjik ve Pan-İslamist bir Muhammed Reşid Rıza – Seyyid Cemaleddin el-Afgani'nin (Asadabadi) öğrencisi olan Şeyh Muhammed Abduh'ın öğrencisi – değildi.  

 

Öyle görünüyor ki Osmanlıların Avrupalılara karşı uzun ve bitkin savaşlarından Müslümanların İngiliz, Fransız, Portekizli ve Hollandalı sömürgecilere meydan okumayı ve onları yenilgiye uğratmayı başaramamasına kadar, Müslümanların karşı karşıya olduğu ve birbiri ardınca gelen yenilgiler, Muhammed Reşid Rıza'yı İslam'ın, Peygamber'in (s.a.a.) ve Selef es-salihinin söylediği ve yaptığı gibi olması gerektiğini düşünen bir düşünsel çerçeveye taşıdı. Anlaşıldığı kadarıyla Şeyh Muhammed Rıza'nın aklında Selef el-Salih, O'nun (s.a.a.) için yaşamış ve ölmüş ilk adanmış Müslümanlar kuşağını ifade ediyordu. Yahut bazı püriten Selefilerin deyimiyle, Peygamber (s.a.a.) için yaşamış ve Allah (c.c.) için ölmüş kişilerdi. Rıza'nın fikir üstadları olan Şeyh Muhammed Abduh ve el-Afgani, Selef'i el-Gazzali'ye kadar (Hicri 5. yüzyıl sonu) genişletmişlerdi. Besbelli ki Fransız ve İngiliz sömürgeciliğinin birbiri ardınca Müslüman ülkeleri işgal etmesi, Rıza'nın Selef'in anlamı üzerinde bir ince ayar yapmasına ve bilge adamları olan Abduh ve el-Afgani'yi terk etmesine yol açtı. O dönemde bütün aydınların zihnindeki medeniyet paradoksu şuydu: Neden Avrupa ilerlerken Müslümanlar geriye gitti? Rıza, bu soruyu cevaplarken teselliyi Selef'i tanımlamakta ve Müslümanların bütün kültürel, entelektüel siyasi ve askeri yenilgilerini bu şerefli Selef'in bir parçası olmayı başaramamasına yüklemekte buldu. Rıza, 1921'de Cenevre'deki Suriye-Filistin delegasyonunun bir delegesi olduğundan beri, gelişmekte olan Siyonizm'in onu dünyaya getiren İngilizler üzerinden Filistin'e geldiğini görüyordu.

 

Bir Şamlı olan Şeyh Muhibüddin el-Hatib de Rıza gibi Haşimilere – Osmanlılara karşı İngilizlerle işbirliği yapmış baba Hüseyin ve oğul Faysal'a – yakındı. El-Hatib, Faysal rejiminin sözcüsü el-Asime gazetesinin baş editörüydü. Maysalun yenilgisinden sonra o da Kahire'ye gitmiş ve Selefi kütüphanesi ve basımevini (El-Mektebe vel-Matbaah el-Selefiyye) kurmuştu. El-Hatib siyasi meselelerden ziyade eğitim meselelerine yoğunlaştı; bunlardan ikisi anti-Atatürkçülük ve Hristiyan misyonerlerin çalışmalarıydı. Anti-Selef olarak gördüğü başka meseleleri de ele aldı, bunlardan biri de anti-Şii duruşuydu. Bu sömürgeci dönemlerin ayaklanmaları nedeniyle 1928 yılında üç adam – İmam Hasan el-Benna, Muhammed Reşid Rıza ve Muhibüddin el-Hatib – bir araya geldi. Hepsi de sömürgecilik tehlikesini ve güçlü ülkelerin daha zayıf olanları sömürmesini görüyordu. İmam Hasan el-Benna herşeyi ve herkesi Allah'a (c.c.) ve Peygamber'e (s.a.a.) yahut Kuran'a ve Sünnet'e referansla ele alıyordu. Bu nedenle Selef'in kendisi de Allah'a ve Peygamberine referansla ele alınıyordu. İmam Hasan el-Benna, “Selef'e atfedilen ve Kuran'a ve Sünnet'e uyan her şeyi kabul ederiz” diye yazmıştı. (Bkz: El-Banna: Macmu‘at al-Rasa'il, Dar al-Andalus, Beyrut, 1965, s. 8). İmam el-Benna ve el-Hatib arasında çok hayati bir fark ve ayrım daha vardı: el-Benna'ya göre sömürgecilerden ve siyonistlerden gelen tehdit o denli baskın ve varoluşsaldı ki, aynı kıbleye dönen bütün insanların, ölümcül mezhepsel sonuçları olabilecek ikincil mezhep argümanlarına girmeksizin safları sıklaştırması ve birlikte çalışması zorunlu hale gelmişti. (Al-Ikhwan al-Muslimun: Kubra al-Harakat al-Islamiyah al-Hadithah, Is-haq al-Huseyni, Dar Beirut, 1952). Açıktır ki İmam el-Benna, ortak düşmanlarına karşı Sünnileri ve Şiileri birleştiren Pan-İslamist bir vizyona sahipti.

 

Başarılı liderliğiyle İran İslam Devrimi meydana gelinceye kadar, bu İhvan-Selefi ayrılığı kapalı çevreler içinde kaldı ve argümanlar ve ihtilaflar şeklinde kendini gösterdi.  Fakat İslam Devrimi'nin yankısının özgürleşmiş İslami bir İran'dan Siyonist işgali altındaki Filistin'e kadar geniş bir alanda etkisini göstermeye başlaması üzerine Selefiler ve İhvancılar arasındaki iç çelişkiler açıktan baş göstermeye başladı. Bu aile kavgası ve fikir farklılıkları içinde Suudi rejimi – çoğu zaman Selefiler lehine, bazen de İhvan lehine – finansal ağırlığını koydu. Irak Baasçılarının Kuveyt'i “askeri güç yoluyla yeniden Irak'a entegre etme” girişimi, yani Irak'ın 1990 yılındaki Kuveyt işgali dananın kuyruğunu kopardı. Suudi rejimi Amerikalı ve Avrupalı emperyalist güçlerin “Kuveyt'i özgürleştirmek” için bütün askeri güçleriyle Arabistan'a gelmesini isteyip onları davet ettiğinde, İhvan'ın ezici çoğunluğu resmi Suudi politikasından uzaklaştı.

 

Suudi rejimi dünya çapındaki yandaş kitle medyası üzerinden düzenbazlıklarını, sahtekarlıklarını ve ikiyüzlülüklerini örtebilirse de, Sünni Müslümanlar ve Şii Müslümanlar arasına kuyular kazması ve Selefi Müslümanları İhvancı Müslümanlara karşı kutuplaştırması yanına kâr kalmamalıdır. Eğer tarihimizden öğrenemezsek nasıl öğreneceğiz!? 1948 yılında İmam el-Benna Yemen'de içinde Zeydi Şiiler ve Şafii Sünilerin olduğu Hizbü'l-Ahrar'ı desteklerken Suudi Kralı Abdülaziz el-Suud, Vehhabi/Selefilerle birlikte Şii Zeydi “İmam” Yahya'yı ve o öldürüdükten sonra da, yeniden Yemen tahtına getirilecek olan oğlu Ahmed'i destekliyordu!

 

İhvan'ın izlediği bu hayatını idam ettirme amaçlı “al ve ver” politikası ile Suudi rejiminin izlediği entrikacı politikalar arasında Selefilerin çoğu Suudi tarafında yer aldı. Bu Selefiler, önde gelen figürlerinden biri olan ve ikinci kurucuları olarak düşünülebilecek, yine bir Şamlı olan Şeyh Nasırüddin el-Albaani'nin, Abdulnasır'a ve arkasından Afganistan'daki Sovyet işgaline karşı Suudi-Selefi-İhvan ekseninin yanında yer almasıyla yeni bir soluk kazandı. Fakat daha sonra bu çıkar birliği, İmam Humeyni, İran İslam Devrimi ve Hizbullah ile ilgili iç farklılıklar nedeniyle kırılma noktasına kadar geldi. Suudi güç merkezi, Suudilerin tanımına göre “samimi bir Şii” olan Şah'ın yanında ve İmam Humeyni'nin karşısındayken, İhvancılar samimi bir Şii olan İmam Humeyni'ye sempati duyuyor ve emperyalist kukla Şah'ın karşısında yer alıyordu.

 

Burada bir hatırlatma yapmak gerekirse – ki hatırlatmalar adanmış Müslümanlar için faydalıdır – İhvan'ın sesi olan ve Kahire'den yayınlanan el-İ'tisam dergisinin Ekim 1980 sayısı Irak'ın İslami İran'a açtığı savaşın hemen sonrasında çıkmış, kapakta Saddam Hüseyin'in resmiyle birlikte şu ifadeler yer almıştı: “Mişel Eflak'ın öğrencisi ve Tikritli yoldaşı, İslami İran'a karşı yeni bir Kadisiye meydana getirmek istiyor.”

 

Selefi-İhvan ilişkilerinde 1947'de Muhibüddin el-Hatib'e kadar giden yeterince gerilim yokmuş gibi, İmam Humeyni'nin iktidara gelmesinin ardından bir başka Suriyeli (bu noktada eğer Şii olsaydım Suudi rejimiyle samimi olan Suriyelilere karşı çok uyanık olurdum), Güney Suriye'deki Havran'dan matematik öğretmeni olan Muhammed Surur Zeynel Abidin, 1965 yılından beri Suriye Baas rejimi ile Suriye İhvanı arasında yaşanan periyodik sürtüşmelerden biri sonrasında Suudi krallığına sığındı. Bu matematik öğretmeni bu yeni Suudi yuvasında Vehhabi/Selefi kalesi El-Kasım'da bir iş buldu. 1979 sonunda Abdullah el-Garib müstear ismiyle “Ve Cae Devrü'l-Mâcus” (Mecusiler Devri Geldi) başlıklı bir kitap yayınladı – Arapça'da “Mecusi” kelimesi Farslar için kullanılan küçümseyici bir tabirdir. Bu kitap İmam Humeyni (ra) ve Şiilere karşı ağır hakarete varan eleştirilerde bulunur. Bu kişi İhvan'dan atılmış, bu yüzden de Suudi Amerika [yazar metinde birkaç kez “Suudi Arabistan” yerine “Suudi Amerika” ifadesini kullanıyor – Ç.N.] krallığındaki akademik çevrelerde, öğrenci ve eğitim çevrelerinde popülerlik kazanan, daha ileride “el-Sururiye” olarak anılacak olan karma bir ekip kurmuştur. Amerikan destekli krallıkta yaygın olan bir klişeye göre bu “Sururiye”, Muhammed bin Abdülvehhab'ın cübbesi ve Seyyid Kutub'un pantolonlarıyla donanmıştır.

 

1990-91'deki Kuveyt krizi ve Körfez Savaşı süresince hemen hemen bütün karma İhvancı örgütler ve alt örgütler Suudi rejimine karşı iken, Arap Yarımadası İhvanı'nın çoğunluğu ile Suriye İhvanı'nın Ebu Gudde/El-Beyanuni hizbi bunun istisnasını teşkil ediyordu. İhvan, Amerikan emperyalist askeri güçlerinin Harameyn'in topraklarında bulunmasına dair Suudilerin öne sürdüğü mazereti hazmedemiyordu. Fakat işte majesteleri Harameyn'i böyle koruyor ve onun muhafızlığını böyle yerine getiriyordu! Sürpriz! İhvan ve Selefiler arasındaki çetrefilli gri çizgilerde Sururiler İhvan'ın yanında yer aldı. Ancak bu 1994 yılındaydı. Sağlam olmayan Selefi-Suudi-İhvan üçgeninde yeni tipte bir topluluk meydana geldi. 1998 yılında Usame bin Ladin ve Eyman el Zevahiri, ana akım medyada El Kaide olarak adlandırılan şeyi kurdu. Bu, “El-Selefiye el-Cihadiye” (Selefi cihad) prensibi üzerine kurulmuş uluslararası bir örgüt olarak görülüyordu. Kuruculardan ilki, bir İhvancı olan Filistinli Abdullah Azzam'dan esinlenmiş olan bir Suudi Vehhabi, diğeri ise Mısırlı bir İhvancı – bazılarının yaptığı tanımla radikal bir Kutubçu – idi. Bugüne kadar yaptıkları herşeyden hareketle, bir numaralı düşmanları Riyad-Washington ittifakı gibi görünüyor. Ancak bu karmakarışık görünen ittifakın içinde Vehhabi-Selefiler topluluğu, “veli el-emr” – pratik amaçlar için “karar alıcı” – olarak Suudi kralından memnunlar. Bu iç bölünme, bugün ifadesini Kuzey Afrika'da, Arap Yarımadası'nda, Suriye ve Irak'ta askeri ve ölümcül olarak gösteriyor.  

 

İhvan-Selefiler-Suudiler arasındaki kolayca yanabilir bağlantı noktasında, “ateşlilerin”, fanatiklerin, paralı askerlerin ve ajan provokatörlerin işin içine girip, hiçbir zaman çimentosu tutmamış olan bu düzeneği havaya uçurmak üzere 11 Eylül gibi bir şeyleri başarması kolaydır. 11 Eylül'ün faillerinin hiçbirinin İhvan'dan olmadığına dikkat etmek gerekir. Bu yüzden bu failler, Selefilerin-Suudilerin bölgesindendir. Selefizm onlara fanatikliklerini vermiş, Suudizm ise finansmanlarını sağlamıştır. Aynı sarhoş edici maya, Kuzey Afrika, Biladüşşam ve Arap Yarımadası'nda da iş görmektedir. Bu, kendi kaderini tayin etmek isteyen Müslümanlar için çok büyük bir tuzaktır, zira bu fanatikliğin içine girmiş pek çok Müslüman samimiyetle buraya yönelmektedir ve bu kişilerin çoğu, büyük ihtiyaç duymadıkları halde büyük bağışlar almaktadır. Prens Nayif, Arabistan'ın karşı karşıya olduğu bütün sorunların çekirdeği olarak İhvan'a hakaret sözleri yağdırırken Suudi Arabistan'ın ne olduğunu tanımlıyordu. Mesele şu ki, Arabistan'ın karşı karşıya olduğu sorunların çekirdeğinde İhvan değil, ABD ve Siyonistlerin teşvik ettiği politikalar vardır. Ve Vehhabi/Selefi psikolojisine yerleştirilmiş olan bağnazlık, işgal altındaki Filistin'i çevreleyen bin mile yayılan bir çapta gördüğümüz gibi, emperyalist ve siyonist çıkarlara gayet iyi hizmet etmektedir.

 

Nihayet Washington ve Tel Aviv'de birileri, Fas Kralı Hasan'ın şu tavsiyesine kulak verdi: “bırakın İslamcı köktenciler iktidara gelsinler, devlet sorumluluklarını alsınlar, böylece başarısız olduklarını kanıtlasınlar”. İşte bütün bir “Arap Baharı” da buydu: İslamcılara kendilerini asabilecekleri kadar çok ip verin.  Suudi Amerikalı kraliyet ailesi üyeleri seçilmiş cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'yi indirerek İhvan'ı sallandırdı; sahip oldukları finansmanla Mısır ordusuna, Mübarek rejiminin kalıntılarına, Mısır'daki Selefi Nur Partisi'ne, Mısırlı ve Arap laiklere, hatta solculara ve komünistlere tam destek verdi. Bütün bunlar generallikten cumhurbaşkanlığına geçmiş Sisi'nin eliyle İhvan'ı ortadan kaldırmak için Amerikan yapımı Suudi şemsiyesi altında bir araya getirildi ve kraliyetin hazinesi de Sisi'nin arkasında durdu. Aynı oyun şimdi Libya'da sahneleniyor ve Suudi ve Amerikan kanalları oradaki adamları olan Hafter'i destekliyor. Tunus'taki Selefilerin çoğu halen sopa değil, havuç niteliği taşıyor. Suudiler Suriye'de İhvan'a karşı laiklere ve solculara (Batı basınında ‘ılımlılar' denilenlere) tam destek veriyor. Suriye'de faaliyet yürüten El Nusra Cephesi ve Suriye ve Irak'ta faaliyet yürüten IŞİD, Suudilerin resmi terör listesine girdi, çünkü Suudi-Amerikan-İsrail hesaplarında öngörülemez bir nitelik taşıyorlar – bu yüzden de varlıkları tamamen uygun görülmüyor.

 

Suriye'de İhvan ve “savaşan Selefiler” arasında bir bölünme var. Bu, Yemen ve Tunus için de geçerli. Mısır'da senaryo daha da bulanık, zira hem İhvan'le geleneksel Selefiler, hem de İhvan'la “savaşan Selefiler” arasında bölünme var. Libya'da İhvan ve “savaşan Selefiler” Hafter'e karşı – şu ana kadar – safları birleştirdi.

 

Şimdi, konumlar netleşirken zihin karmaşası da ortadan kalkıyor: İhvan ile, İsrail'in çıkarlarının yörüngesindeki Suudi krallığı arasında bir çatışma var. Bu çatışma, Suriye, Mısır, Libya ve Tunus'ta ölümlü bir saha haline geldi. Bu ülkelerin hepsinde Suudi Amerika ve İhvan zıt kutuplardalar. Yemen'de Suudi politikacılar İhvancı Islah Partisi'ni, bağımsız Husi özgürlük savaşçılarına karşı askeri olarak fayda sağladığı için destekliyorlar. Bir başka deyişle Suudi rejimi, Husilere karşı İhvan'a oynuyor.

 

İhvan'ın Suudi mali krallığıyla on yıllar boyunca yakın ilişkiler kurması, İhvan'a zarar verdi ve onun doğal müttefikini ve gerçek dostunu -İran'da İslami liderliğin ve halkın kendi kaderini tayin ederek ortaya koyduğu şeyi - göremez hale gelmesine sebep oldu. İhvan dost ile düşmanı ne zaman birbirinden ayırt edebilecek? İhvan Suudi Arabistan'ın tam olarak ne olduğunu ve İslami İran'ın tam olarak ne olduğunu ne zaman anlayacak? Onlar buna dolambaçsız bir cevap verinceye kadar, Müslüman dünyası çapında pek çok masum erkek, kadın ve çocuk can verecektir.

 

İçinizden bazıları vardır ki, pek ağırdan alırlar. Eğer size bir felâket erişirse, “Allah bana lütfetti de onlarla beraber bulunmadım” der. Eğer Allah'tan size bir lütuf erişirse -sanki sizinle onun arasında (zahirî) bir dostluk yokmuş gibi - “Keşke onlarla beraber olsaydım da ben de büyük bir başarı kazansaydım!” der.

 

 

Nisa Suresi, 72-73.

 

 

 

medyasafak.com