Şehid Mutahhari'nin Dilinden Tövbe

Şehid Mutahhari'nin Dilinden Tövbe

Şehid Mutahhari'nin dilinden tövbe..."Allah'a yakınlaşmanın ilk durağı"

 

Şehid Mutahhari'nin Dilinden Tövbe

Tevhid Haber

Bismillahirrahmanirrahim

Bir önceki bahsimiz ibadet ve dua hakkında idi. İki önce arz etmiştim ki; eğer ibadet ve ubudiyet (Kulluk) doğru bir şekilde gerçekleşirse, ister istemez insanın Zatı akidesi ilahi'ye gerçek bir yakınlığını gerektirecektir, insan ubudiyet, vasıtası ile her hangi mecazi bir sahibe olmaksızın, Allah'a yakınlaşır. Başka bir deyimle ubudi­yet; (Allah'a kulluk etmek) bir «Sülük» (dinî terimde Al­lah'a yakınlaşma davranışı diye bilinmektedir) tür, ha­rekettir, Allah'a doğru gidiştir.

Bu gece «Sülük»ün ilk durağı hakkında konuşmak istiyorum. însan eğer Allah'a yakınlaşmak istiyorsa mut­laka bu durak, bu nokta ve bu merhaleden başlamalıdır. Bize gereken de budur zaten. Bu yolda hiç bir adım at­mayan bizler için, saliklerin yüce makamı hakkında ko­nuşmak yarar sağlamaz. Ama eğer amel ehli isek; Allah'a yakınlaşmak için ilk olarak hangi duraktan geçmemiz gerektiğini bilmemiz gerekiyor. Hangi merhaleyi katet-meli, ibadet ve ubudiyete nereden başlamalıyız?

Allah'a yakınlaşmanın ilk durağı tövbedir.

Bu geceki konuşmamı tövbe hakkında sürdürmek is­tiyorum.

Tövbe ne demektir? Psikolojik açıdan tövbe in­san üzerinde nasıl bir durum meydana getirir ve manevi açıdan ne gibi yararları vardır. Birçoğumuzun görüşün­de tövbe çok normal bir iştir. Hiç bir zaman tövbeyi psi­kolojik açıdan incelemeyi düşünmemişiz. Aslında tövbe, insanların hayvanlara karşı taşıdığı özelliklerden biridir. Yani insanın sahip olduğu, özellikler, istidatlar ve seç­kinliklerin hiç biri hayvanlarda mevcut değildir, İnsan­da mevcut olan bu yüce istidatlardan biri de tövbedir. «Tevbe»; (anlamım ileride genişçe açıklayacağım) «Estağfirullahe Rabbi ve etübü îleyhi» cümlesini dille söy­lemek değildir. Tövbe; İnsanda meydana gelen, psikolo­jik, Ruhî bir durum, ruhî bir inkılaptır. Estağfirüllah... cümlesi bu durumu beyan eder, bu durumun kendisi değildir. Bunun gibi birçok deyiş vardır ki, gerçeğin ken­disi değil gerçeğin açıklayıcısıdır. Biz günde bir kaç kez? «Estağrifüllah...» söylüyorsak, günde bir kaç kez tövbe ettiğimizi sanmayalım. Eğer günde bir kere gerçek tev­be etmiş olursak muhakkak ki Allah'a yakınlaşmak için • bir merhale kat etmiş oluruz.

Bu konuya bir önsöz söylemek istiyorum dikkat bu­yurun!

Cansız varlıklar, bitkiler ve hayvanlar arasında belli bir fark vardır. Şöyle ki; Cansız varlıklar, hareket ettik­leri yönde, kendi iradeleri ile yön değiştirme istidadına sahip değiller. Yer küresinin güneş etrafında ve kendi et­rafında dönmesi gibi. Veya diğer yıldızların hareketi gibi Veyahut yukarıdan atacağınız bir taşın yere-inerken kat ettiği hareket gibi. Bu kesindir. Yani; yukarıdan bırak­tığınız taş belli bir yöne doğru hareket etmektedir. Bu ta­şın kendiliğinden yön değiştirmesi mümkün değildir. Taşın yönünü değiştirmek için harici bir etkenin bulunması gerekir. Bu etken ister cisim olsun ister dalga. Meselâ uzaya gönderilen bir «Apollo» : Hareket ettiği yönde hiçbir zaman içten bir değişiklik kaydedemez. Ancak dış­tan yönlendirilmesi gerekir. Ama canlı varlıklar hareket yönlerini değiştirme istidadına sahiptirler. Yani yaşam­ları ile bağdaşmayan şartlarla karşılaştıklarında yönle­rini değiştirebilir. Bu durum hayvanlarda çok açıktır. Ör­neğin bir koyun veya güvercin hatta bir sinek bile hare­ket ederlerken bir zorlukla karşılaştıklarında derhal yön değiştiriyorlar. Yüz seksen derecelik bir dönüş yapabi­lirler. Yani, önceki hareketinin tam tersine hareket ede­bilirler. Bitkiler de böyledir. Ağaçlar ve bitkiler belli şart­larda ve sınırlı olarak içlerinden kendilerini yönlendire-biliyorlar. Yer altında hareket eden bir ağaç kökü sert bir kayaya vardığında kendi yönünü değiştirebiliyor. Ar­tık daha fazla gidemeyeceğini anladığında yönünü değiş­tiriyor. Açıktır ki, insan da bitki ve hayvanlar gibi yön değiştirebilir.

Tövbe, İnsanın yön değiştirmesidir. Ama bitki gibi sade bir yön değiştirmek değil veya hayvanın yön değiş­tirmesi gibi değil. Bu sadece ve sadece insana özel bir yön değiştirmedir.

Tövbe, bir nevi iç inkılâptır, bir çeşit kıyamdır. Bir çeşit inkılâptır: İnsanın kendisinden kendisine kar­şı yapılan bir kıyam. Bu insana özel bir yön değiştirmedir. Bitki yönünü değiştiriyor, ama ken­disine karşı hiçbir zaman kıyam etmez. Bu il­ginç yetenek bitkilerde var, cansız varlıklarda yoktur. Hayvanlarda da var. İnsanda ise daha da ilginç bir yetenek vardır. Kendi içinde kendisine karşı ayakla­nıyor. Gerçekten ayaklanıyor. Kendisine karşı inkılâp ediyor. Örneğin bir memlekette bir grup insan ülke yö­netimini ele alıyor. Bir süre sonra ayrı bir grup onlara karşı devrim yapıyorlar. Hiç bir mani yoktur, onlar ayrı bir grup ayrı insanlardı. Bunlar da ayrı bir grup ayrı insanlardır. Onlar bunlara zulüm etmiş, haksızlık et­miş, bunların isyanına, ayaklanmasına sebep olmuş, bun­lar da ayaklanmış, isyan etmişler. Aniden bunlar devrim yapıyor ve ülke yönetimini ele geçiriyorlar. Bu gayet normaldir. Ama insanın kendi içinden kendisine karşı kıyam etmesi ayaklanması nasıl gerçekleşebilir? Olur mu ki, bir şahıs kendisi kendisine karşı ayaklansın? Evet, olur. Nedeni şudur ki, tek bir şahıs tek bir gövde değil mürekkeptir basit değil. Yani, bu şurada tek başımıza oturduğumuzda, aynen hadisi şerifin tabiri ile bir can­sız oturmuş, bir bitki oturmuş, şehvetli bir hayvan, yırtıcı bir hayvan, bir şeytan, bir melek oturmuştur sanki, şairlerin dediği gibi tüm hasletler onda bir araya gelmiş­tir. Yani insan bir oluşumdur. Bazen, Domuzun sembo­lize ettiği şehvetli hayvan, insan vücudunun tüm kont­rolünü ele geçiriyor, diğer şeytanî ve melekî sıfatlara fır­sat vermiyor. Bir anda bunların biri tarafından ona karşı ayaklanma oluyor. Her şey alt üst oluyor ve insan vü­cudunda yeni bir yönetim ortaya çıkıyor. Günahkâr in­san, vücudundaki aşağılık sıfatlar (hayvan veya şey­tanın) kendisine musallat olandır. Burada bir ta­kım melekler de mahpustur, burada bütün bir güç tutukludur. Tövbe, yani iç ayaklanma; İnsan vü­cudunun yüce ve ulu makamları, insan vücuduna hükmeden alçak ve kötü makamlara karşı inkı­lâp yapıyor ve vücut iç yönetimini ele geçiriyor. Onları hapsediyor, kendi güçleri ile kendi orduları ile kontrolü ele geçiriyorlar bu bir halet (durum) dir; Hay­vanlarda ve bitkilerde yoktur. Aynı şekilde akside müm­kündür. Yani insan vücudundaki alçak ve kötü makam­lar, ulu makamlara karşı ayaklanıp devrim yapar, iyi hasletleri yakalayıp hapseder ve vücut iç yönetimini ele geçirir. Eğer tecrübe etmişseniz: Bazı kişiler eğitim, me­todunu bilemiyorlar. İnsan eğitiminde tüm bu güçlerin birer hikmet olduğunu bilmiyorlar. Eğer bizde şehvani istekler varsa, anlamsız ve boşuna değildir. Biz bu şehvani istekleri tabii ihtiyaç kadar doyurmalıyız. Bunun bir sınırı var, bir hakkı var, bunların hakkını miktarınca vermek gerekir. Meselâ diyelim ki siz evinizde bir hayvan, at, eşek, köpek veya kedi saklıyorsunuz. Atı binmek veya köpeği bekçilik için besliyorsunuz. Bunla­rın yiyeceğe ihtiyacı var, yiyeceğini vermelisiniz. Şimdi, bazı yanlış tutumlu insanlar vardır ki, kendilerine veya bakmakla yükümlü bulundukları çocuklarına baskı yap­maktadır. Çocuk oyun oynamaya ihtiyaç duymaktadır. Bu oynama ihtiyacı Allah'ın bir hikmetidir. Çocuk, vücudunda biriken enerjiyi sadece oynamakla tüketebilir. Çocuk oynamak için özel bir istek duymaktadır. Bazı insanları görüyoruz ki, çocuğumu eğitmek istiyorum di­yor. Peki nasıl eğiteceksin? Beş altı yaşındaki çocuğun oyun oynamasına izin vermiyor, gittiği her yere ço­cuğunu da götürüyor eğitiyorum diye. Gülmesini önlü­yor, yemesini önlüyor veya bazı insanlar vardır ki; (Biz görmüşüz) meselâ kendisi din âlimidir, sekiz yaşındaki çocuğuna da din adamı elbiseleri giydiriyor, kendisi gittiği her yere çocuğunu da götürüyor. Çocuk böylece tabii ihtiyaçları giderilmeden büyüyor. Bu çocuğa hep; Allah, kıyamet cehennem ateşinden söz etmişler. Çocuk bu şekilde büyüyüp yirmi beş yaşma geldiğinde görüyorsunuz ki, vücudunda birikmiş bu güçler, doyurulmamış şehvetler, giderilmemiş istekler birden bire zincirleri koparıyor. Babasının telkini ile oniki yaşındayken na­mazları yirmi dakika süren gece namazlarını bile ihmal etmeyen bu çocuk, yirmibeş yaşında fasık bir facir olup çıkıyor meydana. Neden? Çünkü siz, yüce ruhî makam­lar bahanesiyle çocuğun diğer isteklerini ezdiniz. Elbette ki çocukta Allah duygusu, kıyamet ve ibadet duygusu vardır. Ama siz bu Allah ve ibadet duygusunu, diğer is­teklerin önüne geçerek, hapsederek, inciterek, hakkını vermeyerek takviye ettiniz. Bu çocuk gençlik çağma gel­diğinde bir fırsat kollamaktadır. Bir film seyrettiğinde veya bir kızla tanıştığında, o ana kadar hapsolunan duy­gular, istekler birden bire zincirleri koparıyor, babanın onun vücudunda yanlış kurduğu yapıyı yıkıp dağıtıyor, tam bir barut gibi patlıyor.

Tövbe, bunun tam tersidir. Günah işleyen, şehvet içinde yüzen, yırtıcılığın son haddine varan bir insan bü­tün bunlardan doymayınca birden bir patlama oluyor.

Ben de, sen de insanız. Bizim bir ağzımız yok. Eğer sadece yemek yemeğe j^arayan sadece bir ağzımız oldu­ğunu sanıyorsan yanılıyorsun. Senin yüzlerce ağzın var.

Aşkın beş yüz başı var bu başında... Senin beş yüz başın var, beş yüzde ağzın var, bunların hepsine yemek yetişmeli. Bu ağızlarından biride ibadettir. Sen ruhunu ibadetle razı etmelisin yani; bu hakkı ona vermeli, bu hazzı ona tattırmalısın. Sen melekütî sıfatlı bir varlıksın, O âleme doğru uçmalısın. Bu meleği hapsettiğin zaman, nasıl bir rahatsızlıklar doğuracağını biliyor musun? Ba­zen görürsünüz ki, her şeye sahip olan bir genç bir baha­neyle intihar ediyor. Herkes diyor ki, neden intihar et­tiğini bilmiyoruz. Efendim, bu çok anlamsız bir neden­den dolayı niçin intihar etsin? Bilmiyor ki onun vücu­dunda mukaddes güçler tutuklu idi, mahpus idi. O mu­kaddes güçler bu yaşam tarzından rahatsız oluyorlardı. Dayanamıyorlardı, neticede bu şekildeki bir kişinin her şeyi var ama eziyet çekiyor, rahatsızdır, mutsuzdur.

Görüyorsun ki, bağ, bahçe içinde yaşıyor, yaşamak için gerekli her şeye sahiptir, ama mutsuzdur, yaşam­dan memnun değil:

Lezzet yolunu içte ara dışta değil, Saray ve köşklerde arayanı ahmak bil,

Çünkü bir takım lezzetler var ki içte onlarla ilgilenmeli dışta değil. Bunlar manevî lezzetlerdir.

tevhid haber

Demek ki, «Tövbe»; İnsan ruhunun yüce, ulu ve mukaddes makamlarının, insanın hayvani ve alçak ma­kamlarına karşı tepkisidir. «Tövbe; İnsanım melek sıfatlı güçlerinin, şeytanî ve yırtıcı sıfatlı güçlerine karşı mu­kaddes inkılâbıdır. Tövbenin mahiyeti budur. Şimdi, bu pişmanlık ve düğüm noktası insanda nasıl meydana ge­lir?

Evvelâ şunu bilmelisiniz ki; insan vücudunda; Bu mukaddes unsurları işlemez hale getirebilecek bir şeyler vuku bulsa veya, serbest olamayacak şekilde zincirlerle bağlanmış olsa, o insana tövbe nasip olmaz. Bir ülkede inkılâp yapılabilmesi için bir takım temiz unsurların bu­lunması gerektiği gibi, insan vücudunda da temiz ve mu­kaddes unsurlardan bulunmalı ki, tövbe edebilsin. Aksi takdirde hiç bir zaman tövbe etmeye muvaffak olamaz.

însan hangi şartlarda dönüş yapar tövbe eder? Eğer Allah'ı tanıyorsa O'na dönüş yapabilir. Eğer Allah'ı ta­nımıyorsa başka bir duruma düşer belki aklını oynatır, çıldırır veya başka bir duruma düşer.

Söyledik ki; «Tövbe.» bir çeşit tepkidir. Elinizdeki topu yere doğru vurduğunuzda tekrar size dönüyor, to­pun yere doğru hareketi sizin gücünüzle gerçekleşiyor. Ancak yerden yükselişi yere vurulmasının bir tepkisidir. C bir fiildir, bu ise tepki, yere vurduğunuz top ne kadar havalanır? Bu, o fiilde kullanılan gücün miktarına veya yerin sertlik derecesine bağlıdır. Yer ne kadar düz ve sert olursa tepki de o kadar fazla olur. Demek ki tepkinin ölçüsü, sizin kullandığınız güç miktarı ve yüze­yin düzlük ve sertlik derecesine bağlıdır.

İnsan ruhunun günahlara karşı tepkisi iki şeye bağ­lıdır: Birincisi fiilin şiddetine, yani günahın şiddetine ruhumuzun alçak sıfatlarının, ruhumuzun ulvi makam­larına indirdiği darbenin şiddetine bağlıdır. Eğer insa­nın işlediği günah daha az ve küçük olursa, insan ruhun­da daha az tepki meydana gelir, günah büyüdükçe tepki de büyür. Bu nedenledir ki, cani ve taş yürekli insanla­rın bile işledikleri cinayet çok büyük ve korkunç ise ru­hu tepki gösterir. Hiroşima'ya Atom bombası atan pilo­tu göz önüne alalım: Bombayı Hiroşima'ya attıktan son­ra dönüp yaptığı işe bakıyor; Bir şehri topyekûn hara­beye çevirmiş, kadın, erkek, çocuk, yaşlı hepsi cehennem ateşinde yanıyor. Oracıkta vicdanı sızlamaya başlıyor, harekete geçiyor, hâlbuki böyle kişileri genellikle en acımasız ve taş yürekli insanların içinden seçiyorlar. Ül­kesine döndüğü zaman çiçeklerle karşılıyorlar, boynuna çiçek takıyorlar, terfi ettiriyorlar, madalya veriyorlar, aylığını artırıyorlar, fotoğrafını gazetelerde yayınlıyorlar. Ama suç ve günah O kadar büyüktür ki; vicdan bunun gibi bir taş yürekliyi bile sızlatıyor. Yani ruha inen darbe o kadar şiddetlidir ki, böyle acımasız bir insanın bile ruhunda tepki icat ediyor. Bu adam toplantılarda otur­duğu zaman yaptıklarını gülerek anlatıyor; Böyle yap­tım, şöyle yaptım, ama yatağına çekilip tek başına kal­dığı zaman, birden bire nasıl bir cinayet işlediğinin far­kına varıyor: Eyvah ne büyük bir cinayet işlemişim? Aynı adam neticede delirip tımarhaneye kaldırılıyor. Ne­den? Çünkü cinayet çok büyüktür. "

İnsan ruhunun tepki göstermesinin ikinci unsuru da, darbe inen yüzeyin, düz ve sert olmasıdır. Yani insanın vicdan, iman ve fıtratının güçlü ve sağlam olmasıdır. Bu durumda darbe zayıf olsa bile tepkisi fazla olacaktır. Bu­nun içindir ki, güçlü ve sağlam imana sahip olan kişiler, çok küçük günahlar, hatta günah sayılmayan mekruhla­rı bile işlediğinde ruhu tepki gösterir. O ameller ki, ben ve siz günde yüzlercesini işliyor ve bir günah işlediği­mizin farkına bile varmıyoruz. Ama temiz insanlar, bir mekruh davranışta bulunduklarında peş peşe tövbe edi­yorlar. Üstadım Hacı Mirza Ali Ağa Şirazi İsfahanî (ge­çen ramazan ayında da kendisini rahmetle andım) çok çok büyük bir maneviyat sahibi idi. Ömrümde gördüğüm en büyük mana ehli idi. Bir gece Kum'da benim mi­safirimdi. Bizi birlikte ehli füzeladan birinin evine da­vet ettiler. Bazı şair ve edebi kişilerin de bulunduğu o da­vet şiir ve edebiyattan söz açılmıştı. Ben o gece bu zatın nasıl bir şiir ve edebiyat ehli olduğunu yeni anlı­yordum. Diğerleri, Hafız ve Sadi'den bir şiir okurken, oda başka bir şiir okuyordu. Bu şiir o şiirden daha gü­reldir, anlamı daha geniştir, falan böyle demiş, filan, böy­le demiş... Şiir okumak günah değil hele bu tür şiirler hiç günah değil, ancak gece şiir okumak mekruhtur. Al­lah şahittir ki, dışarı çıktığımızda bu adam titriyordu: «Kendi kendime geceleri şiir okumayacağım diye söz ve­riyorum. Yine de önüne geçemiyorum» diyordu. Durma­dan istiğfar ediyordu; Sanki büyük bir günah işlemiş gi­biydi. Allah göstermesin biz içki içmiş olsak belki bu ka­dar üzülmezdik. Bu tür şahıslar Allah'ın sevgilisi olduk­ları için Allah tarafından özel bir mükâfat kazanmakta­dırlar. Ben ve sen bu mükâfata lâyık bile değiliz. Bu adam her gece sabah ezanına en az iki saat kala uyanıyordu. «Allah dostları gece uyumazlarsın anlamını o zaman an­ladım. İbadetin ne demek olduğunu orada anladım. Al­lah'ı tanımanın, tövbe etmenin anlamını onda buldum. Bu zat o gece uyandığında sabah ezanı vakti idi. Allah cezalandırmıştı onu. Bizi de uyandırdı; İşte dün geceki şiirlerin eseri budur dedi. İşte bundan böyle sağlam bir imana sahip olan bir ruh, en ufak bir darbeye karşı, yani ruhun kötü duygularının ulvî duygulara karşı giriştişi en ufak bir saldırıya dahi tepki gösteriyor, rahatsız oluyor, hatta cezalandırılıyor. Şöyle ki, gecenin iki saatini şiir okumakla geçiren bir adam, Allah'la iki saat münacat etmeğe layık değildir.

Size başka bir misal arz edeyim: Çok temiz bir aynayı, iyice silerek, çok beğendiğiniz temiz bir havada bir ma­sanın üzerine bıraksanız, bir saat sonra üzerine toz kon­duğunu göreceksiniz. Bu tozu siz önceden fark etmiyordunuz, masanın üzerinde duvarda da fark etmiyordunuz. Duvar ne kadar kirli olursa, siyah lekeleri o kadar az gösterir. Bir de siyah olursa, gaz lambasının isini bile fark ettirmez.

Yüce İslâm Peygamberi 25 kere istiğfar etmeden bir mecliste oturmazdı. Nedir bütün bunlar? Biz ne diyoruz ne anlıyoruz. Buyuruyordu ki, kalbimin üzerinde bulanık­lık eserleri görüyorum, bu bulanıklığı gidermek için gün­de yetmiş kere istiğfar ediyorum. Nedir bu bulanıklık? Bu bulanıklık bizim için bir aynadır, bir nurdur. O'nun açısından bulanıklıktır. O bizimle konuştuğu zaman, Al­lah için bizimle kavuşmuş olsa bile bizim vücudumuzun aynasında Allah'ı görse bile bu onun nazarında bulanık­lıktır.

«Ümmü Seleme» ve diğerleri demişlerdir ki; Hazretin vefatına iki ay kala istiğfar etmeden hiç bir yere otur­muyor ve hiç bir yerden kalkmıyordu. Neden Peygam­ber, her an teşbih ediyor, istiğfar ediyordu.

Ama biz bedbahtların kalbi, kara bir duvar gibidir. Hep günah üstüne günah işlememize rağmen ruhumuzda en ulak bir tepki göstermiyor. Bilmiyorum, ruhumuzun melekleri nerede ve ne kadar hapsolmuşlar? Nasıl bir zincirle bağlanmışlar ki, en ufak bir sarsıntı duymu­yor. Efendiler, ubudiyetin ilk durağı tövbedir. Eğer ru­hunuzda bir sarsıntı, bir pişmanlık görüyorsanız, geç­mişinizi karanlık, şimdiye kadar kat etmiş olduğunuz yo­lun yanlış ve kötü olduğunu anladıysanız, Allah'a doğru dönmeniz gerektiğini hissettiyseniz; İbadet ve ubudiye­tin ilk durağına varmış sayılırsınız, oradan başlayabilirsiniz. Eğer bayırsa, hayır...

Bir kişi Hz. Ali (A.S.)'ın huzuruna gelerek, ya Ali! Bana nasihat et dedi. Hz. Ali ona çok nasihat etti. Ben sadece ilk iki cümlesini arz ediyorum: Buyurdu ki, sana nasihatim şudur : «Ahirete ümit bağlayıp ta, oraya amel-siz gitmek isteyenlerden olma.» Biz de sadece Ali bin Ebu Talib'i sevmenin yeterli olduğunu söylüyoruz. Üstelik bi­zim sevgimiz gerçek sevgi değil, eğer gerçek sevgi olsaydı amelle birlikte olurdu. Zahiri bağlılığın yeterli olacağını sanıyoruz. Yalandan İmam Hüseyin'e ağlamanın yeterli olacağını sanıyoruz. Eğer senin Ali (A.S.)a olan sevgin amel etmeye sürüklüyorsa, bil ki bu sevgin sadık ve ger­çektir. Eğer imam Hüseyin'e ağlaman seni amel etmeye sevk ediyorsa, o zaman bil ki, gerçekten Ali oğlu Hüseyn'e ağlıyorsun. Eğer değilse, demek ki şeytanı aldatıyorsun, İkinci cümle şudur : Ey şahıs! Vücudunda tövbeyi hissedip de henüz erkendir, daha vakit var, diyenlerden olma. Ey kardeş! Eğer bugün Ali yaşasa, ben ve sen huzuruna gittiğimizde bize nasihat öğütecektir. Efendim, ne zamana kadar, daha erkendir, zamanımız var diyeceğiz. Henüz biz genciz, yirmi yaşındaki bir gencin tövbe etme zamanı mı? Ne kadar ilginçtir ki, bazı yaşlı kişiler, genç bir adamın ibadete yönelerek, günahlarının farkına varıp tövbe ettiği­ni, pişmanlık duyduğunu görünce diyorlar ki; daha sen gençsin, bu sözlerin zamanı değil. Hâlbuki gerçek tövbe etmek için en uygun zamandır. Bir ağaçtan yeni ve yaş iken daha kolay eğilir. Büyüdükçe, kurudukça sağa sola eğilmesi güçleşir. Kim bu gence yaşlanıncaya kadar, ya­sayacağını garanti eder? Gençken daha erkendir diyoruz, yaşlandığımız zaman, hiç bir günah işlemeye gücümüz yetmediği zaman tövbe ediyoruz. Ama yanıldığımızı, yan­lış davrandığımızı bilmiyoruz. O zaman, tövbemiz tövbe sayılmaz. O zaman artık tövbe edecek imana sahip değiliz. Günah işleye, işleye belimiz bükülmüş, kalbimiz tövbe etmeye hazır değil. Bir gencin gönlü tövbe etmek için yaşlının gönlünden daha hazırlıklıdır.

Mevlana bu konuda bir misal veriyor: Bir şahıs halkın yolunun üzerine bir diken ekmişti. Diken yeşerdi ve büyümeye başladı. Dikeni kopar dedikleri zaman, da­ha erkendir, diken ağacıdır, koparılır diyordu. Bir süre sonra yine henüz erkendir gelecek yıl koparırım diyordu. Yıllar geçtikçe diken ağacı büyüyor. Ancak dikeni koparıp, sökecek olan yaşlanıyordu. Yine de koparmıyordu. Erkendir, erkendir diyordu. Yıllar geçerken, diken ağacı biraz daha büyüyor, kök atıyor, gövdesi kalınlaşıyor, di­kenleri sertleşiyor, tehlikesi daha da artıyordu. O şa­hıs ise gittikçe yaşlanıyor, gücü azalıyor ve çöküyordu.

Söylemek istiyor ki; kötü huylar ve kötü ahlâk gün­den güne, diken ağacı gibi vücudunda büyümekte, ge­lişmekte, daha fazla kök atmakta, gövdesi kalınlaşmak­ta, dikenleri daha sert ve tehlikeli olmaktadır. Ama sen günden güne yaşlanmakta ve gücün eksilmekte ve za­yıflamaktasın. Fakat sen bugün genç ve güçlüsün. İster­sen, yeni bir fidanı kökünden söker atarsın. Ancak güç­süz bir ihtiyar olduğunda köklü bir ağacı söküp atamaz­sın, gücün yetmez.

Allah'a andolsun ki, bir günde bir gündür, bir saat­te bir saattir, eğer bir gece dahi ertelemiş olsak hata yapmış sayılırız. Bu gece Ramazan ayının yirmi üçüdür, ya­rın gece kadir gecesidir deyip de yarın geceye bırakmayın. Hayır, bu gece, yarın geceden iyidir. Bu saat, sonraki bir saatten iyidir. Her an bir sonraki andan iyidir İba­det tövbesiz olmaz. Önce tövbe etmelisin. Biz tövbe et­meden namaz kılıyoruz, oruç tutuyoruz, tövbe etmeden hacca gidiyoruz. Kur'an okuyoruz. Tövbe etmeden zikre­diyor, zikir toplantılarına katılıyoruz. Ne oluyor efen­dim? Allah'a andolsun ki; tövbe ediniz, tövbe ederek bir gün namaz kılınız. O bir gün sizi on yıl öne götürecek, sizi Allah'a yakınlaştıracaktır.

Bir kişi Hz. Ali (A.S.)'ın yanında istiğfar etti. O da bizim gibi «Estağfirullah Rabbi ve etübü ileyh» de­mekle tövbe ettiğini sanıyordu. Hz. Ali. Bu şahsın ne ka­dar bedbaht olduğunu anlamış ve çok ender görülen si­nirli bir halle : «Anan yassına otursun, bilir misin istiğ­far ne demektir? İstiğfar ulu kişilerin sahip olduğu bir derecedir. Tövbe mukaddes bir haldir.» Siz de tövbe edi­niz, kendinizi mukaddes bir ortamda bulursunuz. Al­lah'ın inayet ve lütfü ruhunuza serinlik kazandırır. Sanki bir grup meleğin sizi sardığını hissedersiniz, temizlen­miş olursunuz. Çünkü insan tövbe halinde, egoistlikten uzak olur, kendini kontrol eder, günahlarını dikkate alır. İslâm’da denilmiştir ki, eğer tövbe etmek istiyorsan, Mol­la’nın (Din adamı) yanma gitmen günahlarını ona söyle­men gerekmez. Günahlarını sadece kendi Allah'ına söyle, itiraf et. Neden bir beşere ikrar edesin? Allah buyuruyor ki: «Ey benim israfçı kullarım (günahkâr kullarım) benim rahmetimden ümidinizi kesmeyin, gelin bana doğ­ru (tövbe kanalıyla, tövbe fezasına girin) ben sizi affede-derim.» Şu Hadisi Kudsi'ye bakın ne kadar güzel anla­tıyor tövbeyi: «Benim yanımda günahkârların iniltisi, tesbih edenlerin tesbihinden daha sevimlidir.» Gidin, Allah'ın dergâhına nâle edin, bu gece, ya­rın gece, her gece günahlarınızı hatırlayın, günahlarınızı kimseye söylemeyin zira günahı başkasına söylemekte günahtır. İçinizde kalsın kendiniz biliyorsunuz ya, siz kendiniz yargıç olun, kendinizi, kendiniz cezalandırın. Günahlarınızı göz önüne alın, Allah'ın huzuruna götürün, suçlarınızı söyleyin O'na, inleyin, bağışlanma dileyin Al­lah sizi bağışlar, ruhunuzu tertemiz eder. Gönlünüze se­fa inayet eder, kendi lütfundan size bahşeder. İşte o za­man vücudumuzda bir zevk, bir lezzet icat olur. İbade­tin tatlılığını tadarsınız. İşte o zaman günahlar nazarı­nızda küçülür, küçülür ve bir daha günah işleme isteğiniz olmaz. Artık filan şehvet filmini bir daha izlemez­siniz, başkalarının namusuna dokunmazsınız, gıybet et­mez, yalan söylemez halka iftira etmezsiniz. Bütün istek­leriniz iyi ve temiz işlere olacaktır.

Bakınız şu en iyiler en temizlere. Allah ile konuş­maktan zevk alıyorlar. Hep kendi suçlarını, kendi ih­mallerini dile getiriyorlar. Onların günah diye dile ge­tirdikleri şey bize nispeten, iyiyi terk etmeleridir. Ebu Hamza duasını okuyun. Bakın ki, bu duada Hz. Ali Bin Hüseyin (A.S.) Allah'ı ile nasıl konuşuyor? Nasıl inliyor? Ebu Hamza duası baştan sona Ali Bin Hüseyin'in inilti­si dir. Bu, Allah'ın temiz kulunun iniltisini tanıyalım biraz. Bunlar Allah ile konuştukları zaman, kenar fa­kirliklerini, yokluklarını, ihtiyaçlarını, küçüklüklerini, ihmallerini dile getiriyorlar. Hep diyorlar: Allah'ım biz hep ihmal ediyoruz, sen lütfet, merhamet et. Âli Bin Hü­seyin şöyle diyor: Allah’ım! Mevlam! Gözüm günahlarıma takıldığında bir korkudur içimi kaplıyor. Ama sana bakıp rahmetini gördüğümde rica ve ümit ışıkları beli­riyor kalbimde. Ben her zaman korku ile ümit arasındayım; bir gözümle günahlarıma baktığımda korku beni sarsıyor, ancak diğer gözümle sana baktığımda ümit bana galip oluyor... Evet onlar böyleydiler.

Size biraz da Kerbela acısından zikredeyim:

Tasua günü, Ömer Saad ordusu Ubeydullah Ziyad emriyle saldırıya geçti. Hemen o gece İmam Hüseyin (A.S.) ile savaşmak istiyorlardı, imam Hüseyin Kar­deşi Ebul fazl aracılığı ile O geceyi mühlet vermelerini istiyor. Bu gece bana müsaade etsinler, yarın savaşırım. Ben teslim olanlardan değilim, savaşırım. Ancak bu ge-cî bana mühlet versinler. Daha sonra, Hüseyin zaman geçiştirmek istiyor demesinler diye kardeşine şöyle diyor: Kardeş Allah biliyor ki, ben O'nunla münacat etme­yi severim. Bu gece ömrümün son gecesi olarak Al­lah'ımla münacat etmek istiyorum. Bilseniz, o Aşura ge­cesi nasıl bir geceydi? Miraç gecesiydi. O gece kendilerini temizliyorlardı. Tanzif adında bir çadır vardı bir kişi içerde iki kişi de dışarıda nöbet tutuyorlardı. Zahiren dışındakilerden biri Büreyr idi. Şaka yapıyordu. Arkadaşı bu gece şaka gecesi değil diye söylediğinde; Bende aslında şaka ehli değilim ancak bu gece şaka gecesidir, dedi.

Hz. Hüseyin (A.S.) : Bu gece, tövbe istiğfar etmek istiyorum diyordu. Acaba bizim tövbeye ihtiyacımız yok mudur? Onların ihtiyacı varda, bizim ihtiyacımız yok mudur? Evet, Ali oğlu Hüseyin o geceyi böyle geçirdi. İbadet etti, kendisi ve ailesinin işleriyle ilgilendi. O ge­ce ashabına meşhur «Garira» hitabesini okudu.

Size, Kerbela'da gerçekleşen, makbul bir tövbe ve çok çok ciddi bir tövbekardan bahsedeceğim: Hürr Bin Yezit Riyahi. Hürr, cesur ve güçlü bir insandı. Übeydullah Bin Ziyad, İlk olarak İmam Hüseyin'in karşısına bin asker göndermek istediğinde, komutanlığa onu seçmişti. Hürr, peygamber ailesine zulüm ve eziyet etmişti. Arz etmiştim ki; günah ne kadar büyük olursa vicdanın tepkisi de o kadar büyük olur. Bakınız ruhun ulu makamları, alçak duygulara nasıl bir tepki gösteriyor? Ravi diyorki; Hürr bin Yezid Riyahi'yi Ömer Sa’d'ın ordu­sunda söğüt gibi titrediğini gördüm. Çok hayret etmiş­tim, yanma giderek, ben seni çok cesur biri olarak ta­nırdım, Küfe'de en cesur kimdir deselerdi seni gösterir­dim. Sen nasıl korkarsın, vücudun korkudan titrer? dedim. Bana dedi ki: Ben kendimi iki yolun başında görüyorum, bir tarafta cennet, diğer tarafta cehennem. Bilmiyorum bundan mı gideyim ondan mı? Ama sonun­da cennet yolunu tuttu. Kimse amacının ne olduğunu an­lamayacak şekilde atını ordu dışına sürdü. Artık kimsenin önüne geçemeyeceği bir yere geldiğinde aniden atını kır­baçladı, imam Hüseyin'in çadırına varıyor, imam Hü­seyin'in yanma yaklaştığında söylediği ilk cümle şuydu: Bu asi köpeğin tövbesi kabul olur mu? Buyurdu evet tabi ki kabul olur. Hüseyin'in keremini görün: Efendi, bu ne tövbedir? Bizi bu duruma sen sürükledin, şimdi tövbe mi ediyorsun? Ama Hüseyin böyle düşünmüyor, o hep halkı hidayet etme düşüncesindedir. Eğer bütün gençleri öldürdükten sonra, Ömer Sa’d'da tövbe ediyorum deseydi tövbesi kabul edilirdi. Çünkü Yezit, Kerbela ola­yından sonra Şam'da Hüseyin oğlu Ali'ye, acaba ben tövbe edersem kabul olur mu? Diye sorduğunda, O evet kabul olur demişti. Ama Yezit tövbe etmedi Hürr, İmam Hüseyin'e, ağam izin ver meydana gidip canımı sana feda edeyim, dediği zaman imam Hüseyin, sen-benim misafirimizsin, atından in misafirimiz ol buyurdu. Hürr; İzin verirseniz ben gideyim daha iyidir dedi. Bu adam utanıyordu. Neden? Çünkü kendi kendine şöyle di­yordu: Allah'ım ben senin sevdiklerini titreterek, Peygamberinin evlatlarını korkuttum. Bunun için imam Huseyn'in yanında oturmaya razı olmadı. Çünkü İmam Hü­seyin'in çocuklarını görürse utançtan boğulacağını dü­şünüyordu.

 

T Ö B E   2

Bismillahirrahmanirrahim

Bütün Kâinatı yaratan, âlemlerin Rabbine hamd ol­sun, Salât ve Selâm'ı O'nun kulu, habibi, sırrının koru­yucusu, emirlerinin tebliğlisi yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.Â.A.)e ve onun temiz evlatlarına olsun.

Eûzü billahi mineşşeytaniraciym : «Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bize rahmet edip günahlarımızı bağışlamazsan, muhakkak ki, hüsrana uğrayanlar­dan oluruz.» (A’raf: 23)

Geçen geceki konumuz tövbe hakkında idi. Arz ettik ki, tövbe ibadet ehlinin ilk durağıdır. Eğer, bir kimse Al­lah'a yakınlaşmak istiyorsa, önce karanlık geçmişinden sıyrılıp tövbe etmelidir.

Hz. Ali (A.S.)'ın, tövbenin şartları ve merhaleleri hakkında buyurduğu açıklamayı beyan edeceğime dair söz vermiştim. Hazret'in sözüne geçmeden önce mukad­dime olarak bir soruya cevap vermek istiyorum. Soru şudur: Tövbe ne zaman kabul edilir? İnsan ne zamana kadar tövbe edebilir?

İnsan, hayatta olduğu sürece, ölüm kendisini yaka­layıncaya kadar tövbe edebilir.    Ancak, insan ölümün pençesinde kıvranırken ve artık hiç bir ümidi kalmamışken yaptığı tövbe kabul edilmez. Yani, hadis diliyle «Muayyen Saat» diye tabir edilen ve son, yani insanın ölümü ve başka bir dünyayı gözüyle gördüğü an İnsanın hâlâ yaşamasına rağmen, öbür dünyayı da gördüğü an­dan önceki tövbesi kabuldür. Ama O anda yapılan tövbenin anlamı yoktur. İnsan, her ne kadar orada tövbe edebilecek durumda olamayacağına rağmen, tövbe etti­ği var sayılırsa bile kabul olmayacaktır. Çünkü bu ger­çek tövbe sayılmayacağı gibi sadece zahiri bir olay ola­caktır. Bu neden böyledir? Bunun cevabı, dün geceki konuşmamın tamamlayıcısıdır. Bu nedenle bu gece bu konuya değinmek istedim. «Muayyen» anda tövbenin neden kabul olmadığı, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle açıklan­mıştır : «Bizim korkumuzu hissetikleri zaman, Allah'a iman ettik ve O'na şirk (ortak) koştuğumuz şeylere kar­şı kâfir olduk dediler» (Mü’min: 84) Yani, «bizim intikamı­mızı gördükleri zaman tövbe etmek isterler, an­cak tövbelerini kabul etmeyiz.» İntikamımız erdiği vakit, İman edip tövbe gösterisi yapmalarının yararı yoktur. Neden? Çünkü tövbe sadece pişmanlık ve dönüş değildir. Yani, insanın herhangi bir nedenle yanlış yol­dan dönmesi tövbe sayılmaz. Tövbe; sadece ve sadece insan vücudunda bir iç inkılâbın gerçekleşmesi ile olur. Tövbe insan vücudundaki şeytanî ve şehvanî güçlere karşı ayaklanıp vücut yöntemine el koymakla olur. Kı­sacası, tövbe insanın iç inkılâbıdır.

İnsan, ilâhî azabı görüp ölümün pençesine yakalan­dığını hissettiği zaman çaresizce iman ettiğinde bu iman mukaddes iç inkılâp değildir. Kur an-ı Kerim, fi­ravun olayından bahsederken şöyle diyor : «O, boğulacağını anladığı vakit;   Beni İsrail’in iman ettiği Allah’tan başka Allah olmadığına iman ettim,   dedi» (Yunus: 90)

Firavun dünyada yaşadığı müddetçe, hiç bir is­tidlale kani olmaz. Hiç bir öğüdü kabul etmez, Söhre ile Musa arasında savaş başlatır, Söhre iman ederken o daha fazla tuğyan eder. Musa ve Kavmini yok etmek amacıyla onları takibe koyulur. Ancak, Nil'in su­lan etrafını sarınca, artık hiç bir kurtuluş yolu kalma­dığım anlar ve Musa'nın Allah'ına iman ettim der. İşte burada artık tövbe kabul edilmez. Peki, neden Allah bu tövbeyi kabul etmiyor? Hayır, tevbe olursa kabul eder, bu tövbe değildir, mukaddes bir iç inkılâp değildir: Denizin ortasında, her tarafını suyla çevrili gören bir şahsın, vicdanı alt üst olmamış, Fıtratı canlanmamış, kendi aleyhine kıyam etmemiştir. Çaresiz ve muzdarip olduğu için teslim olmak zorunda kalıyor. Bu durumda ona derler ki, neden bir saat önce özgür iken böyle ko­nuşmadın? Eğer bir saat önce özgür iken bunu söyleseydin, içinde mukaddes inkılâp gerçekleştiği anlaşılırdı. Ama şimdi bunu söylüyorsun, bu mukaddes inkılâp de­ğil çaresizliktir. Dünyada, adaletin pençesine yakalandığından pişman olmayan bir cani var mıdır? Ancak bu pişmanlık ve ıslah olma değildir. Eğer cani yakalanma­dan önce henüz cinayet işleme imkânı varken, cinayet­ten vazgeçiyorsa, içinde inkılâp gerçekleşmiştir. İşte bu­nun adı gerçek tövbedir.

Demek ki, insanın ömrünün en son anında tövbesinin kabul olmayışının nedeni, bunun tövbe sayılmamasıdır. Ancak insanın öbür dünyada tövbesinin neden ka­bul olmadığına gelince, bunun cevabı evvela; yukarıdaki cevaptan da anlaşılmaktadır. O dünyada da insan her şeyi gözüyle görmektedir. Orada da Allah'ım ben pişman oldum dediği zaman, bu bir gerçek pişmanlık değil, mu­kaddes iç inkılâp değildir. 

İkinci olarak; insan öldükten sonra, ağaçtan kopan bir meyve hükmündedir. Meyve ağacın üzerinde iken, ağacın hükmüne tabidir. Eğer büyüyor, gelişiyorsa ağa­cın vasıtasıyladır. Eğer ona su ulaşıyorsa ağacın kök­leri aracılığı iledir. Eğer hava alıyorsa, tatlılaşıyorsa yi­ne ağacın vasıtasıyladır. Meyve ağaçtan kopar kopmaz tüm imkânlarını kaybediyor, bir saat öncesine kadar ağacın üzerinde bulunan yarı yetişmiş elma, ağacın üzerinde iken daha fazla büyüme, kızarma, tatlılaşma im­kânlarına sahipti. Ama ağaçtan düşer düşmez bütün bu imkânlarını kaybediyor.

İnsan, tabiat ağacının dünya ağacının meyvesidir. Bizim için mevcut olan tüm imkânlar, bu dünyada mev­cuttur. İyi olmamız bu dünyada mümkündür. Kötü ve daha kötü olmakta bu dünyada mümkündür. Biz bu dün­yada olduğumuz müddetçe tabiat ağacının meyvesiyiz. Bu tabiat ağacının üzerinde olduğumuz sürece tüm im­kânlara sahibiz. Eğer ibadet edersek, yetişmekte olan bir meyve gibi olgunlaşırız. Eğer günah işlersek, afete uğramış bir meyve gibi bedbaht oluruz. Tövbe de bu im­kânlardan biridir. Tabiat ağacı yoluyla bize ulaşması ge­reken su ve gıda gibidir. Bu nedenledir ki, öldüğümüz za­man artık bize ulaşmıyor. Neden? Çünkü arz ettiğim gibi tövbe mukaddes bir inkılaptır. Bütün değişiklikler, inkılâplar, yön değiştirmeler, hareketler bu dünyada olur. Yükselmek, düşmek, inmek bu dünyada olur. O dünyaya olur. O dünyaya ayak attığımız zaman her ne-redeysek, hangi yöndeysek, nereye doğru isek orada du­ruruz. Artık fiiliyat sona ermiştir.

Başka bir misal: Bir çocuk ana rahminde olduğu sürece anne vücuduna bağlıdır. Sağlığı ve hastalığı an­ne tarafından kaynaklanır. Ancak doğar doğmaz bağım­lılığı sona erer. Onun yaşamına başka bir düzen hâkimdir. Artık bir an bile rahim düzeni ile yaşayamaz. Aynı şekilde insan bu dünyadan göç ettiği vakit, dünyası ta­mamen değişiyor. Bu dünyadaki düzenlerden zerre ka­dar yarar sağlaması mümkün değildir. Amel, tövbe, iler­lemek, gerilemek, yükselmek ve düşüş kaydetmek, hepsi bu dünyaya aittir.

İşte Hz. Ali (A.S.) buyuruyor : «Ey insanlar bu gün amel günüdür, hesap değil, yarın ise hesap günüdür amel değil.» Dünyada hiç bir şekilde mükâfat yoktur de­mek istemiyor. Bu dünyada bazı ameller mükâfatlandırıldığı gibi, bazı amellerde cezalandırılır. Her türlü ame­li Allah bu dünyada cezalandıracaktır sanmayın.

Binaenaleyh, insan bu dünyada hiç cezalandırılmaz­sa hesabının temiz olduğu anlamına gelmez. Veya insan bu dünyada her belâya duçar ise veya sel her şeyini aldı götürdüyse, bu amelinin her kötü olduğu anlamına mıdır? Yani, Allah onların hesabını bu dünyada mı gör­müştür? Hayır, böyle değildir. İslam bize öğretmiştir ki, dünya amel yeridir, hesap ve teftiş yeri değil. Tersi­ne ahiret sadece hesap ve teftiş yeridir o kadar. İnsan tövbesinin ölümü idrak etmesinden önceye ait olduğu­nun, o anda Firavun gibi tövbesinin kabul olmayacağının ve aynı şekilde öldükten sonra ahirette de tövbesinin kabul olmayacağının ne demek olduğunu işte size arz ettim. O halde şu neticeye varıyoruz ki; Hz Ali'nin «bu gün amel günüdür» buyruğunu değerlendirerek bu fır­sattan yararlanmalıyız. Henüz erkendir deyip tövbeyi erteleyenlerden olmayalım. Henüz ömrümüz var, yüz gülden bir gül açmamış vaatleri şeytanın vaatlerindendir. İnsan hiç bir zaman tövbeyi tehir etmemelidir.

Benim ön sözüm burada tamamlandı. Şimdi tekrar Hz. Ali (A.S.)'ın buyruğuna dönelim. Hz. Ali, huzurunda istiğfar eden bir şahsın gerçek istiğfar (Allah'tan af dileme) etmediğini, istiğfarın manasını dahi bilmediğini gördüğünde sinirlenerek; «Annen senin yasında oturup ağlasın, istiğfarın ne demek olduğunu biliyor musun? İstiğfar en yüce ilâhi makama erenlerin derecesidir. İstiğfar ve tövbe altı il­ke üzerine kurulmuş bir cümledir». İslâm uleması Hz. Ali'nin buyurduğu bu altı ilkeyi şöyle yorumlamıştır: İlk ikisi tövbenin temelini, ikinci ikisi tövbenin kabul olma şartını ve son iki tövbenin kemale ermesinin şartını teşkil eder. Bu altı ilke şunlardır:

Birincisi, geçmişe pişmanlık duymaktır. Tövbenin ilk şartı, geçmişte olan şeylere karşı pişmanlık duymak, iç­ten rahatsız olmaktır. Ne demek yani? Yani, siz eski ka­ranlık geçmişe baktığınızda, içinizde derin pişmanlık, olağanüstü bir üzüntü ve pişmanlık doğmalıdır. Yaptığı­nız işten ötürü kalbiniz ateş gibi yanmalıdır. Siz de görmüşsünüzdür ki, insan bazen kendisine yarar sağlayacak diye bazı işler görür, ama sonunda kendisine binlerce li­ralık zarar verdiğini anlayınca, ah ben ne yaptım diye üzülür. İşte buna pişmanlık diyorlar. Bazen bu pişmanlık o kadar derin oluyor ki, adam; efendim yaptığım işten dolayı o kadar pişmanım ki «eğer boynuzum olsaydı boy­nuz çıkarırdım.» Tövbe etmenin ilk şartı böyle bir pişman­lık duymaktır. Allah göstermesin, insan bazen günah işle­diğinde, meselâ içki içtiği vakit birdenbire Kur'an'ın içki hakkında ne buyurduğunu hatırlıyor :

«Ey iman edenler; içki, kumar ve fal okları putperest­lerin yaptıktan işler şeytan amelinden bir necis (pislik)tir. Eğer saadet ve mutluluk istiyorsanız; bunlardan uzak du­runuz» (Maide: 90) İçki içmek saadet ve mutlulukla bağlaşmıyor. Kumar İslâm’da haramdır. Büyük günahlardandır, her ne şekilde olursa olsun Müslüman kumar oynamaz. Bizimki de Müslümanlık mı? İslâm’ın büyük günah saydığı davranışlarda bulunuyoruz. Şu bizim aramızda yaygın bulunan, gıybet ve töhmet hakkında Kur'an daha ne kadar feryat etsin. İnsan, halk arasındaki bir töhmetler­den taaccüp ediyor. Töhmetin ne demek olduğunu bili­yor musunuz? Birine derecede iki büyük günahımız var­dır; biri yalan söylemek ve diğeri gıybet etmek. Büyük günah, insana cehennem azabı kaşandıran bir günahtır.

«... Kiminiz de kiminizin gıybetini yapıp arkasın­dan çekiştirmesin; hangi biriniz kardeşinin etini yemek­ten hoşlanır?» (Hucurat: 12) Ölü eti ne kadar nefret etti­ricidir. Özellikle insan ölüyü tanıyor ve sevdiği biri ise... Bundan daha büyük bir tabir var mı? Töhmet gıybet ile yalan ikisi birlikte. Bu iki günah birleştiği zaman is­mi töhmet oluyor. Ve töhmet aramızda ne kadar yaygın­dır. Hatta bazı kuru mukaddesçilik edenler, bir başkası­na töhmet nispet vereceği zaman sözünün başına bir «söylüyorlar» kelimesi getiriverir. Suçu üzerinden at­mak için. Allah'ı aldatabileceğimizi mi sanıyoruz? Falan adam böyledir, şöyledir diyorlar, diyoruz. Bunu biz­den duyan bir başkası da; diyorlar ki, falan şahıs böyle­dir, şöyledir, diyor. Kur'an bunu da önlemiş, gıybeti bü­yük günahlardan addetmiştir.

«İman edenler hakkında kötü bîr sözü yaymak is­teyenler, şiddetli azaba duçar olacaklardır.(Nur: 19)

Diğer günahlar da böyledir meselâ: gözüyle başka­sının namusuna ihanet edenler bilmelidirler ki; Peygam­berimiz «başkasının namusuna bakmakta zinadır.» bu­yurmuştur. Namaz kılmayanlar oruç tutmayanlar. Bilmi­yorum biz nasıl Müslüman’ız. İnsan Ramazan ayında bu caddelerde yürümeye utanır,    cadde ortalarında açıkça sigara içiyorlar. Her yıl da polis uyarıyor; «oruç yiyenlere itiraz etmeye kimsenin hakkı yoktur. Emniyetin kendisi bu işi yapıyor.» Şimdiye kadar bir tek polisin oruç yiyeni uyardığını görmedik. Açıkça oruç yemek, İslâm’a haka­rettir. Yiyeceksen git evinde ye. Evinde orucunu yerken büyük bir günah işlemiş olursun. Ama halkın ara­sında açıkça yersen, hem orucunu yemiş hem de İslâm’a küfretmiş sayılırsın.

Tövbe ne demektir? Tövbe ederken, geçmişte yaptı­ğımız gıybetlere, içtiğimiz içkilere, oynadığımız kumarla­ra, söylediğimiz töhmetlere, bayanlar da çıplak dolaşma­larına şöyle bir dikkat etmelidir. Yüce İslâm Peygamberi buyurdu ki; Ben Miraç’ta, saçlarından asılıp, ateşli kır­baçlarla kırbaçlanan kadınlar gördüm (7). Şaşırmış bir halde Cebrail'e sordum kimdir bunlar? Bana dedi ki: Saç­larını namahremden sakınmayan senin ümmetinin kadın­larıdır. O zaman hicapsızlık yoktu ya, ama Peygamber batını gözüyle gördü. Bütün bunlar bindörtyüz yıl önce kitaplara yazılmıştır. Buyurdu ki; memelerinden asılan kadınları gördüm bunlarda vücudunu namahremden sa­kınmayan ümmetimin kadınları idi. Bu dört günlük dün­ya insan için ne kadar değerlidir ki, insan bunun karşılı­ğında ebedi azabı satın alıyor? Ne zamana kadar bu böyle devam edecek? Allah'a karşı ayaklanmalar, Peygamber'e küfretmeler ne zamana kadar sürecek? Bir memleket ki, baştan sona kadar Peygamber'e açıkça küfreden ki­taplar yayınlanır, üstelik resmi numara da verilirse, ya­yın izni de verilirse, artık insan ne söyleyebilir? Ken­dinize gelin azıcık düşünün. Kalplerimizin Allah'ı anmak için yumuşayacağı, huşu edeceği, Allah tarafından hak olarak gönderilen Kur'an'a itina göstereceği eğitimlerine önem vereceği bir zaman değil midir? Hep muharrem ayı geliyor, toplantılar düzenliyor ve bir kaç damla gözyaşı akıtıyoruz. Vallahi bu yeterli değil. Kendimizi, İslâm’ımızı esaslı bir şekilde düşünmeliyiz. Çocuklarımız elden gitti toplumumuz elden gitti, bir şeyler düşünelim, tövbe edelim.

Buyurdular ki: Her şeyden önce ruhun ateş almalı alevlenmeli, pişmanlık ve hasret içinde boğulmalısın. Günahlarını göz önüne getir. Yaptığın işleri hesapla, bak gör ki, günde kaç günah işlemişsin. Şeyh Bahaî bir mıs­rasında şöyle diyor:

Ceddin senin cennet mekân Âdem idi 

Tüm kutsiler O'na secde ederdi 

Bir günah işledi, yeter dediler 

Günahkârsın, günahkâr git buradan dışarı 

Sen, bir kaç günahla mı arzularsın, 

Cennete girmeyi ey yüzü kara?

 

Tövbenin ikinci şartı nedir? : «Geri dönmemeğe az­metmek: Bir daha kötü bir iş yapmayacağına dair cid­di ve erkekçe bir karar almalısın. Sakın ola ki, bu oku­duğun şiirle ümitsizliğe kapılmayasınız. Allah'ın rahme­tinden meyus olmayın. Bütün günahlarınıza tövbe edin, Allah tövbeleri kabul edendir. Tövbenin bütün şartları zikredilmiş ama günah için bir sınır koymamışlar. Günahların filan miktarı astımı tövbe kabul olmayacaktır, deme­mişler. Tövbe et, kabul olur, demişler. Ama gerçekten tövbe etmek kaydıyla, içinde ateş tutuşacak, mukaddes inkılâp gerçekleşecek, bir daha hiçbir günah işlememeğe karar alacaksın. Böyle olursa tövben kabuldür. Gerçek bir karar alman şarttır. Bugün ne kadar kötü bir iş yap­tım diye üzülüp, yarın unutursan olmaz. Bu hiç bir işe yaramaz. Ve daha da kötüdür. İmam buyurdu ki; tövbe edipte tekrar günah işlemek, tövbe etmemekten daha kö­tüdür. Çünkü bu tövbeyi alaya almaktır. Allah'a karşı istihzadır.

Bu ikisi tövbenin rüknüdür. Evvelâ pişman olacak­sın, işlediğin suçtan dolayı için tutuşacaktır. İkinci ola­rak; bir daha kesin olarak günah işlememek için karar alacaksın. Ancak iki şartı daha vardır:

— Halkın hakkını geri vermelisin. Allah adildir, kullarının hakkından vazgeçmez. Eğer halkın malını gasp etmişsen, onu geri vermeli en azından mal sahibinin rızasını almalısın. Eğer başkasının gıybetini yapmışsan, o şahsı bulup falanca, ben senin gıybetini yaptım deyip razılık almalısın.

Benim başımdan geçen bir olay var. Burada söyle­mek doğru olur mu bilmiyorum; Talebe idim, ancak talebe arasında gıybet çok az olur. Bazen bu üstadın, o hocanın arkasından gıybet edilir. Merhum Ayetullah Hüccet, (Allah gani gani rahmet eylesin) benim çok say­gı duyduğum değerli hocalarımdandı. Bir defasında be­nimde bulunduğum küçük bir toplantıda, bu zatın gıy­beti edildi. Bir ara bunun doğru olmadığını hissettim. Kendi kendime neden böyle oldu diye sitem ediyordum. Bir yaz gecesi o merhumu, İmamzade Abdülazim'in tür­besinde gördüm. Ertesi gün öğleden sonra evine gidip kapısını çaldım. Kapıyı açıp beni içeri aldılar. Başında bir takka bir yastığa yaslanmış oturuyordu, (Vefat etme­den iki sene önce idi.) Dedim ki; efendim bir konuyu si­ze arz etmek için geldim. Nedir dedi. Ben çok az gıybeti­nizi ettim, ama çok da duydum. Ben bir daha sizin gıy­betinizi etmemeğe ve kimseden dinlememeğe karar ver­dim. Beni bağışlamanız için burada bulunuyorum. Bu say­gı değer zat dedi ki; bizim gibilerin gıybetini yapmak iki türlüdür: Bazen İslam’a ihanet şeklinde olur. Bazen de şahsımıza yönelik olur. Ben ne demek istediğini anladım. Bunun üzerine; hayır, ben İslam’a ihanet olabilecek bir gıybette bulunmadım. Hepsi şahsınıza aittir. O zaman affettim dedi.

Eğer insan tövbe etmek istiyorsa, hakkını, borcunu Ödemelidir. Kendisine zekât farz olup ta vermeyen şahsın boynunda halkın hakkı vardır. Ödemesi gerekir. Rüşvet yiyen şahıs, sahibine geri ödemelidir. Her kim haram yoldan ne kazanmışsa geri vermelidir. Eğer bir cinayet işlemişse, sahibinden de rızalık almalı.

Hz. Ali (Â.S.) buyuruyordu ki: Tövbe etmenin bir şartı da halkın hakkını ödemendir. Meselâ; başkasının malını yemiş, ama geri ödeyecek durumda değilsin veya adam ölmüştür. O zaman istiğfar et, o şahsa da dua et, inşallah Allah onu razı eder. Allah'ın hakkını da eda et­melisin. Nedir Allah'ın hakkı? Meselâ, oruç Allah'ın hak­kidir. Yediğin oruçları kaza etmelisin, yeniden tutmalı­sın. Kılmadığın namazların kazasını kılmalısın. Hacc sa­na farz olduğu zaman yerine getirmediğin, hacca gitmeli­sin. Yani, bir kimsenin üzerine hacc farz olursa, Hacca gitmek için bütün imkânlar müsait olurda hacca gitmez­se, bu dünyadan Müslüman olarak göç etmeyecektir, öle­ceği zaman Allah'ın melekleri ona derler ki; sen ki İslâm’ın önemli bir rüknünü ifa etmedin, şimdi muhayyersin, ister Yahudi, ister nasrani olarak öl, Müslüman olamaz­sın. Nasıl olur ki, insan Müslüman olur da namaz da kıl­maz mı? Bir kaç gece önce yine böyle bir konuşma ya­parken bir bayan bana bir mektup vererek, eğer dinle­yicilerinize saygı duyuyorsanız bunu toplantınızda oku­yun dedi. Ben de bunu okumamda her hangi bir sakınca görmüyorum. Hatta yararlı bile olur.

Söz konusu bayan, mektubunda şöyle yazıyor: Ben bu toplantıya ilk kez geliyorum. Ve şiddetli bir şekilde etkilenmiş bulunmaktayım. Her zaman gelmeye de kararlıyım. Bu gece geldim ve her gece de geleceğim. Siz Füzeyl Bin Ayyaz'dan bunca söz ettiniz. Bir ayet oku­du ve hidayete erişti. Namaz ve kalp huzuru ile ilgili bunca sohbet ettiniz. Ama Bedbaht olan ben, Kur'an'ın manasım anlamıyorum. Ne yapayım? Namazın ne demek olduğunu bilmeyen benim için huzuru kalbin ne anlamı Var?» Yazısına şöyle devam ediyor : «Biz ilkokul, orta, lise ve üniversiteyi okuduk. Ama bize Kur'an okumayı öğretmediler. Siz burada Arapça öğretilmesini sağlayınız. Halk Kur'an'ın ne demek istediğini anlayabilsin. Namazı anlasın, en azından namazı kendi ruhu ile kılsın, Kur'ân'ı kendi ruhu ile okusun. Okunan bir ayeti arılayabilsinler.

Önce bu bayana bir cevap vermek istiyorum: Müs­lümanların mutlaka Arapça öğrenmeleri gerektiğini hep söyleyip durmuşuzdur. Arapça öğrensinler ki, kıldıkları namazı, okudukları Kur'an ayetlerini anlayabilsinler. Ama ne yapılmalıdır? Dünya hırsı o kadar içimizi kaplamış ki, İngilizce bütün maddiyatın ve kazancın anahtarı olduğu için yedi yaşındaki çocuğumuza dahi İngilizce öğretmeye çalışıyoruz. İngilizce bilmeyen çok az aile vardır. Ancak Arapça kursları düzenleyip de Allah için, Kur'an için öğrenmeye hazır değiliz. Defalarca ilân etmişiz ki; biz burada hem bayanlar hem de erkekler için Arapça kursları dü­zenlemeye amadeyiz. Gelsin, isim kaydı yaptırsınlar, er­kekler ayrı, kadınlar ayrı sınıflarda başlasınlar. Bu mües­sese (Hüseyniye-i îrşad), Arapça öğretmek için ücretsiz olarak tüm imkânları sağlamaya hazırdır. Çünkü va­ciptir.

Hz. Ali (A.S.) daha sonra gerçek tövbenin kemale er­mesi için iki şart daha buyurmuştur: «Tövbe o zaman tövbe olur ki, haramdan kazandığın bu vücut etlerini, vücudundan atasın». Bunlar insan eti değildir. Yani; eğlence hayatında edindiğin bu etler, kemikler, haramdır. Bütün bunları vücudundan atıp yeniden helâl yolla ka­zanmalısın.

Babam anlatıyordu: Horasan'ın büyük din âlimlerinden olan, Şair ve Filozof merhum Hacı Mirza Habib Horasani'nin büyük bir gövdesi vardı. Ve çokta şişmandı. Bu adam ömrünün sonlarında, mana da hakikat ehli bir zatla tanışıyor. Hacı Habib onca şöhretine ve ilmi ma­kamına rağmen, gidip bu adamın önünde diz çöküp otu­rur. Babam diyordu: Bu zatı öldüğü vakit çok zayıfla­mış, çökmüş olarak gördük. Aynen Hz. Ali (A.S.)'ın bu­yurduğu gibi (hâşâ ben bu zata hakaret etmek istemiyo­rum) gaflet anında edindiği bu et ve kemiği tamamen gi­dermişti.

Altıncı şartta ise şöyle buyuruyor : «Günah uğruna onca zevk tattırdığın bu vücudunu, ibadet ve itaat ede­rek eziyete sokmalısın.» Süt maması olmaktan kurtul. Süt maması olmakla Allah'a kulluk etmek bağdaşmaz. Oruç tutacaksın, zordur. Özellikle zor olduğu için oruç tut. Sabaha kadar ibadet etmek istiyorsan et. Zor olduğu için ibadet et. Bir ara kendine eziyet et. Zorluklara kat­lan, kendini tedip et. Kur'an'da birbiri ardına zikredilen iki tabir vardır. Bunlardan biri; tövbeyi, temizleme ile birlikte zikrediyor.

«Allah tövbe edenleri sever ve temizlenenleri de se­ver» (Bakara: 222) Kur'an ne söylemek istiyor? Tövbe et ve bu tövbe ve su ile yıka. Temizlik sadece vücutça olmaz. Her gün duş alıyoruz. Bir kaç günde bir vücudumuzu sabunla yıkıyo­ruz, gömlek değiştiriyoruz. Üstümüze başımıza çeki dü­zen veriyoruz. Neden? Çünkü temiz olmak istiyoruz. O halde kalbini, gönlünü ve ruhunuzu da tövbe suyu ile yıkayınız. Temizleyiniz.

«Her kim günahtan sonra tövbe eder, kendini ıslah ederse, Allah'ta onun tövbesini kabul eder, Allah bağış­layan ve affedendir.» (Maide: 39)

Dün gece arz ettim ki; insanın yarısı diğer bir yansı­na karşı isyan eder. Ve yine arz ettim ki bazen insanın aşağılık duyguları, gazap, şehvet, şeytanî duygulan ayaklanır. Bazen de insanın ulu duyguları, ru­hu, aklı, vicdanı, fıtratı, insanın derinliklerinde gizli ka­lan duygular kıyanı eder. Dün geceki konuşmamda da belirttiğim gibi, kutsiyet ve takva adına şehevi mahru­miyet çeken insanların aniden dağıldığını, kendini kay­bettiğini görürsünüz. İşte bu şahsın aşağılık (burada aşa­ğılık ve ulu duygulardan maksadımız, mukaddes ve gayri mukaddestir.) duyguları ayaklanır, içinde büyük bir pat­lama olur. Bu insan vücudundaki mukaddes unsurların icat ettiği inkılâp ve kıyamın aksinedir. Aklın ve ilâhi fıtratın insan vücudunda meydana getirdiği hareket mu­kaddes bir inkılâptır. Islah ile karışık mukaddes inkılâp eskinin bütün kötülüklerini silip götürür.

Arz ettim ki; Hz. Ali (A.S.): «Haramdan kazandığın vücut etlerini gidermelisin» buyurmuştur. Bu kısasın ay­nısıdır. Nefsanî şehvetlerden intikam almaktır. İşte inkılâp mukaddes oldumu tüm kötü eserleri silip atmak is­ter ve atar. Bu nedenledir ki, Kur'ân-ı Kerîm tövbe ile Islahı birlikte, içiçe zikretmiştir.

Dün gece de arz etmiştim bu gece Kadir gecesidir, Kur'an-ı karşımıza, alıp dualar okumamız gerekiyor. Bu nedenle sözlerimi kısa keseceğim. İnsanın özelliklerinden birisi de tövbe etmektir. Yön değiştirmek insanın özel­liklerinden değildir. Bu yön değiştirmek hayvanlarda mevcuttur. Hatta bazı bitkilerde de vardır. Ancak adı tövbe olan ve bir çeşit mukaddes iç inkılâp sayılan yön değiştirme sadece insanın özelliklerindendir. Bunu unut­mayın.

Peygamberin özelliklerinden birisi şudur ki; diğer beşeri liderler, bir inkılâp yaptıkları zaman en fazla, top­lumun bir kitlesini diğer kitlesine karşı ayaklandırmaya muvaffak oluyorlar. Toplumda iki sınıf oluşturup, söz gelimi bir sınıfın eline silah verip diğerinin üzerine saldırtabiliyorlar. Bu bir yerde iyidir. Şöyle ki: Toplumda bir zalim ve bir mazlum sınıfı oluştuğunda, mazlumu, zalimden hakkını olmaya davet etmek insanî bir davra­nıştır, İslâm’da bu vardır. Peygamberler de böyle yapıyor­lardı. Özellikle İslâm’ın programlarında mazlumu zalime karşı teşvik etmek vardır. Hz. Ali (A.S.) oğulları Hasan ve Hüseyin'e yaptığı vasiyette buyuruyor ki:

«Her zaman zalime düşman ve mazluma yardımcı olun.» Ancak dünyada peygamberlerden başka hiç bir li­derin başaramayacağı bir şey vardır. Beşerin kendi­sini, kendisine karşı ayaklandırmak, iç inkılâp yapmasını sağlamak, işte bunun adı tövbedir. Siz, peygamberlerden başka, insanı kendi kötülüklerine karşı aşağılandıran bir kimse bulamazsınız. Peygamberler sadece mazlumu zali­me karşı ayaklandırmakla kalmıyor, zalimi kendisine kar­şı ayaklandırmayı da başarıyor. Eğer İslâm tarihini inceleyecek olsanız göreceksiniz ki, İslâm, hem mazlum­ları, mahrumları, toplumun yoksullarını zalim Ebu Süfyanlar ve Ebu cehillere karşı ayaklandırmış, hem de Ebu Süfyanların sınıfından olanları kendilerine karşı ayaklan­dırmış ve mustazafların, mahrumların safına yerleştir­miştir.   Bu artık sadece Peygamberlerin ve Evliyanın gücü dâhilindedir. Beşeri kendi kötülüklerine karşı ayaklandırmaya peygamberler ve muvahhit imam­lardan başka kimsenin gücü yetmez. İmam Musa bin Cafer, bir gün Bağdat çarşısından geçerken, bir evden müzik, çalgı, kahkaha sesleri yükseliyordu. Ka­pının önünde, elinde yiyecek dolu bir tepsi bulunan bir hizmetçi gördü. İmam, hizmetçiden bu ev rahibinin kö­le mi, hür mü? Olduğunu sordu. Bu soruya çok şaşıran hizmetçi:

Elbette ki özgürdür. Şehrin tanınmış ileri gelenlerin­den falanca şahıstır, dedi. İmamla hizmetçi arasında baş­ka soru cevaplarda geçmiş olabilir, ancak tarihte yazılı değil. Bu kadarını yazmışlar. Hizmetçinin eve dönüşü biraz uzun sürer. Geri döndüğünde, ev sahibi neden geç kaldın? Diye sorunca; hizmetçi, kapının önünde gördüğü adamı anlatır. Hizmetçiye sordukları ve kendisinin ver­diği cevapları anlatır. Sonunda bana dedi ki; bellidir bu ev sahibinin köle, kul olmadığı, eğer kul olsaydı bunca ses seda yükselmezdi... Ev sahibi hizmetçinin anlat­tıklarından o adamın İmam Musa bin Cafer olduğunu an­lamıştı, İşte iç inkılâp icat etmek ve tövbeye sevk etmek budur. Bunu sadece peygamberler ve evliyalar başarır. Bunu duyan ev sahibi, ayakkabılarını giymeye bile fır­sat bulamadan sokağa koşar. İmam'a yetişip ayaklarına kapanarak:

Efendim, siz doğru söylediniz ben kulum, köleyim, ama bunun farkında değilim. Efendim, bu saatten iti­baren gerçek kul olmak istiyorum. Sizin aracılığınızla tövbe etmeğe geldim. Oracıkta tövbe edip döner. Her şeye son verir. Ve o günden sonra da ayağına ayakkabı giymez. Nedeni sorulduğunda; İmam Musa bin Cafer (A.S.)'ın huzurunda bana tevfik nasip olurken ayağımda ayakkabı yoktu, bu nedenle artık ayakkabı giymeyece­ğim diye cevap verir.

Bin Kureyze ve hadisesinde, İslâm ve Müslümanlara ihanet ettiği için, Peygamber Bin Kureyze kabilesinin işi­ni bitirmek istiyordu. Yahudiler, Ebu Lebabe'yi bize gön­derin, o bizimle anlaşmalıdır, onunla meşveret edelim, dediler. Peygamber Ebu Lebabe'yi gönderdi. Ebu Lebabe Yahudilerle meşverete oturduğunda onlarla, özel ilişkile­rinden dolayı, İslâm ve Müslümanların zararına ve yahu-dilerin yararına olan bir cümle sarf etti. Geri döndüğünde ihanet ettiğini anladı. Hiç kimse onun ihanet et­tiğini bilmiyordu. Ama o Medine’ye doğru attığı her adım­da içinde ateş tutuşuyordu. Evine geldi, ama çoluk çocu­ğunu görmek için değil. Evinden bir ip alıp doğru cami­ye gitti ve kendini bir direğe sıkıca bağladı. Ve Allah'ım benim tövbem kabul oluncaya kadar kendimi çözmeyece­ğim, dedi. Yalnızca namaz kılmak ve ihtiyaç gidermek için kızı ipi çözüyor, sonunda tekrar bağlıyordu. Durma­dan inliyor ve yalvarıyordu: Allah'ım yanlış yaptım, günah işledim, İslâm ve Müslümanlara ihanet ettim, pey­gamberine ihanet ettim, tövbem kabul olana kadar kendimi çözmeyeceğim. Durumu peygambere ilettiler. Pey­gamber buyurdu ki; eğer o direk bana gelseydi ve bana açıkça itiraf etseydi, ben tövbesinin kabul olması için dua ederdim. Ama o direk Allah'a yöneldi Allah ona teveccüh eder. Bu olaydan iki gün geçti geçmedi, Peygamber, Ümmü Seleme'nin yanında iken Ebu Lebabe'nin tövbesi ka­bul oldu diye vahy geldi. Peygamber Ümmü Seleme'ye söyleyince, Ümmü Seleme Ya Resulallah izin verirseniz bu müjdeyi Ebu Lebabe'ye ben ileteyim. Peygamber, sa­kıncası yoktur buyurdu. Peygamber'in odalarının her bi­risinden bir kapı açılıyordu camiye. Ümmü Seleme, kapı­dan Ey Ebu Lebabe müjdeler olsun tövben kabul oldu, diye seslendi. Bu söz top gibi Medine'de çınladı. Allah, Ebu Lebabe'nin tövbesini kabul etti. Müslümanlar Ebu Lebabe'yi çözmek isterken o, hayır kimse bu ipleri açmasın, ben istiyorum ki, peygamber bu ipleri kendi elleriyle çöz­sün. Bu istek Peygambere iletildi. Ve Peygamber bizzat kendisi Ebu Lebabe'nin iplerini çözdü. Ve çözerken de : «Ya Ebu Lebabe Allah senin tövbeni kabul etti. Sen şimdi anadan yeni doğmuş bir çocuk gibisin», buyurdu. Medi­ne'ye gidenler Mescidün Nebi'de bir direğin üzerine «Ebu Lebabe sütunu» yazılı olduğunu görmüştür. İşte bu o direktir. O zaman ağaçtı ama şimdi yeri değişmemiş, aynı yerdir. Ebu Lebabe daha sonra Peygambere, eğer izin verirseniz, tövbemin kabul olması şerefine bütün serve­timi Allah yolunda sadaka vermek istiyorum. Peygamber olmaz dedi. O halde izin buyurun üçte ikisini vereyim. Yine Peygamberin cevabı hayır oldu. Yarısını vereyim, hayır. Üçte birini vereyim, Peygamber sakıncası yoktur, dedi. İşte İslâm. Her şeyin hesabı kitabı var. Neden servetinin hepsini veya yarısını Allah yolunda sadaka veresin? Çoluk çocuğun ne yer ne içer? Üçte birini ver, gerisini sakla.

Müslümanlardan biri vefat etmişti. Peygamber efen­dimiz cenaze namazını kıldıktan sonra; kaç tane çocuğu var, onlara ne bırakmış diye sordu. Ya Resulullah, biraz serveti vardı ancak ölmeden önce hepsini Allah yolunda hibe etmiş, dediler. Peygamber efendimiz buyurdu ki; «eğer bunu önceden bana söyleseydiniz, ona namaz kıl­mazdım geride aç çocuklar bırakmış.»

Diyorlar ki, ölmeden önce, mallarımı Allah yolunda harcayın diye vasiyet etmek istiyorsan, üçte birine vasi­yet et. Çünkü üçte birinden fazlası geçerli değildir.

İşte gerçek tövbe buna denir. Elbette ki, tövbenin dereceleri vardır. Hiç bir zaman meyus olmamalıyız. Bu tövbe konusunu özellikle bu gecelerde açtım. Çünkü bu geceler dua ve ibadet gecelerdir. Kardeşlerim, ilk mer­halede bağışlanmanızı dileyin, tik merhalede, geçmişin günahlarından kurtulmaya çalışın. İkinci kere günah iş­lememeğe karar verin. Halkın hakkını geri vermeye ka­rar verin. Allah'ın hakkını kendisine iade edin. İşte te­mizlenmek budur. Eğer kendinizi temizlerseniz, bütün dualarınız kabul olur.

Allah'ım hepimizin sonunu hayra tebdil et. Allah'ım hepimize gerçek Nasuh tövbesi inayet buyur.

Allah'ım kendi lütuf ve kereminle günahlarımızı af­fet.

Allah'ım bizi bu mukaddes gecelerin feyzinden mah­rum etme.Bir önceki bahsimiz ibadet ve dua hakkında idi. İki önce arz etmiştim ki; eğer ibadet ve ubudiyet (Kulluk) doğru bir şekilde gerçekleşirse, ister istemez insanın Zatı akidesi ilahi'ye gerçek bir yakınlığını gerektirecektir, insan ubudiyet, vasıtası ile her hangi mecazi bir sahibe olmaksızın, Allah'a yakınlaşır. Başka bir deyimle ubudi­yet; (Allah'a kulluk etmek) bir «Sülük» (dinî terimde Al­lah'a yakınlaşma davranışı diye bilinmektedir) tür, ha­rekettir, Allah'a doğru gidiştir.

Bu gece «Sülük»ün ilk durağı hakkında konuşmak istiyorum. însan eğer Allah'a yakınlaşmak istiyorsa mut­laka bu durak, bu nokta ve bu merhaleden başlamalıdır. Bize gereken de budur zaten. Bu yolda hiç bir adım at­mayan bizler için, saliklerin yüce makamı hakkında ko­nuşmak yarar sağlamaz. Ama eğer amel ehli isek; Allah'a yakınlaşmak için ilk olarak hangi duraktan geçmemiz gerektiğini bilmemiz gerekiyor. Hangi merhaleyi katet-meli, ibadet ve ubudiyete nereden başlamalıyız?

Allah'a yakınlaşmanın ilk durağı tövbedir.

Bu geceki konuşmamı tövbe hakkında sürdürmek is­tiyorum.

Tövbe ne demektir? Psikolojik açıdan tövbe in­san üzerinde nasıl bir durum meydana getirir ve manevi açıdan ne gibi yararları vardır. Birçoğumuzun görüşün­de tövbe çok normal bir iştir. Hiç bir zaman tövbeyi psi­kolojik açıdan incelemeyi düşünmemişiz. Aslında tövbe, insanların hayvanlara karşı taşıdığı özelliklerden biridir. Yani insanın sahip olduğu, özellikler, istidatlar ve seç­kinliklerin hiç biri hayvanlarda mevcut değildir, İnsan­da mevcut olan bu yüce istidatlardan biri de tövbedir. «Tevbe»; (anlamım ileride genişçe açıklayacağım) «Estağfirullahe Rabbi ve etübü îleyhi» cümlesini dille söy­lemek değildir. Tövbe; İnsanda meydana gelen, psikolo­jik, Ruhî bir durum, ruhî bir inkılaptır. Estağfirüllah... cümlesi bu durumu beyan eder, bu durumun kendisi değildir. Bunun gibi birçok deyiş vardır ki, gerçeğin ken­disi değil gerçeğin açıklayıcısıdır. Biz günde bir kaç kez? «Estağrifüllah...» söylüyorsak, günde bir kaç kez tövbe ettiğimizi sanmayalım. Eğer günde bir kere gerçek tev­be etmiş olursak muhakkak ki Allah'a yakınlaşmak için • bir merhale kat etmiş oluruz.

Bu konuya bir önsöz söylemek istiyorum dikkat bu­yurun!

Cansız varlıklar, bitkiler ve hayvanlar arasında belli bir fark vardır. Şöyle ki; Cansız varlıklar, hareket ettik­leri yönde, kendi iradeleri ile yön değiştirme istidadına sahip değiller. Yer küresinin güneş etrafında ve kendi et­rafında dönmesi gibi. Veya diğer yıldızların hareketi gibi Veyahut yukarıdan atacağınız bir taşın yere-inerken kat ettiği hareket gibi. Bu kesindir. Yani; yukarıdan bırak­tığınız taş belli bir yöne doğru hareket etmektedir. Bu ta­şın kendiliğinden yön değiştirmesi mümkün değildir. Taşın yönünü değiştirmek için harici bir etkenin bulunması gerekir. Bu etken ister cisim olsun ister dalga. Meselâ uzaya gönderilen bir «Apollo» : Hareket ettiği yönde hiçbir zaman içten bir değişiklik kaydedemez. Ancak dış­tan yönlendirilmesi gerekir. Ama canlı varlıklar hareket yönlerini değiştirme istidadına sahiptirler. Yani yaşam­ları ile bağdaşmayan şartlarla karşılaştıklarında yönle­rini değiştirebilir. Bu durum hayvanlarda çok açıktır. Ör­neğin bir koyun veya güvercin hatta bir sinek bile hare­ket ederlerken bir zorlukla karşılaştıklarında derhal yön değiştiriyorlar. Yüz seksen derecelik bir dönüş yapabi­lirler. Yani, önceki hareketinin tam tersine hareket ede­bilirler. Bitkiler de böyledir. Ağaçlar ve bitkiler belli şart­larda ve sınırlı olarak içlerinden kendilerini yönlendire-biliyorlar. Yer altında hareket eden bir ağaç kökü sert bir kayaya vardığında kendi yönünü değiştirebiliyor. Ar­tık daha fazla gidemeyeceğini anladığında yönünü değiş­tiriyor. Açıktır ki, insan da bitki ve hayvanlar gibi yön değiştirebilir.

Tövbe, İnsanın yön değiştirmesidir. Ama bitki gibi sade bir yön değiştirmek değil veya hayvanın yön değiş­tirmesi gibi değil. Bu sadece ve sadece insana özel bir yön değiştirmedir.

Tövbe, bir nevi iç inkılâptır, bir çeşit kıyamdır. Bir çeşit inkılâptır: İnsanın kendisinden kendisine kar­şı yapılan bir kıyam. Bu insana özel bir yön değiştirmedir. Bitki yönünü değiştiriyor, ama ken­disine karşı hiçbir zaman kıyam etmez. Bu il­ginç yetenek bitkilerde var, cansız varlıklarda yoktur. Hayvanlarda da var. İnsanda ise daha da ilginç bir yetenek vardır. Kendi içinde kendisine karşı ayakla­nıyor. Gerçekten ayaklanıyor. Kendisine karşı inkılâp ediyor. Örneğin bir memlekette bir grup insan ülke yö­netimini ele alıyor. Bir süre sonra ayrı bir grup onlara karşı devrim yapıyorlar. Hiç bir mani yoktur, onlar ayrı bir grup ayrı insanlardı. Bunlar da ayrı bir grup ayrı insanlardır. Onlar bunlara zulüm etmiş, haksızlık et­miş, bunların isyanına, ayaklanmasına sebep olmuş, bun­lar da ayaklanmış, isyan etmişler. Aniden bunlar devrim yapıyor ve ülke yönetimini ele geçiriyorlar. Bu gayet normaldir. Ama insanın kendi içinden kendisine karşı kıyam etmesi ayaklanması nasıl gerçekleşebilir? Olur mu ki, bir şahıs kendisi kendisine karşı ayaklansın? Evet, olur. Nedeni şudur ki, tek bir şahıs tek bir gövde değil mürekkeptir basit değil. Yani, bu şurada tek başımıza oturduğumuzda, aynen hadisi şerifin tabiri ile bir can­sız oturmuş, bir bitki oturmuş, şehvetli bir hayvan, yırtıcı bir hayvan, bir şeytan, bir melek oturmuştur sanki, şairlerin dediği gibi tüm hasletler onda bir araya gelmiş­tir. Yani insan bir oluşumdur. Bazen, Domuzun sembo­lize ettiği şehvetli hayvan, insan vücudunun tüm kont­rolünü ele geçiriyor, diğer şeytanî ve melekî sıfatlara fır­sat vermiyor. Bir anda bunların biri tarafından ona karşı ayaklanma oluyor. Her şey alt üst oluyor ve insan vü­cudunda yeni bir yönetim ortaya çıkıyor. Günahkâr in­san, vücudundaki aşağılık sıfatlar (hayvan veya şey­tanın) kendisine musallat olandır. Burada bir ta­kım melekler de mahpustur, burada bütün bir güç tutukludur. Tövbe, yani iç ayaklanma; İnsan vü­cudunun yüce ve ulu makamları, insan vücuduna hükmeden alçak ve kötü makamlara karşı inkı­lâp yapıyor ve vücut iç yönetimini ele geçiriyor. Onları hapsediyor, kendi güçleri ile kendi orduları ile kontrolü ele geçiriyorlar bu bir halet (durum) dir; Hay­vanlarda ve bitkilerde yoktur. Aynı şekilde akside müm­kündür. Yani insan vücudundaki alçak ve kötü makam­lar, ulu makamlara karşı ayaklanıp devrim yapar, iyi hasletleri yakalayıp hapseder ve vücut iç yönetimini ele geçirir. Eğer tecrübe etmişseniz: Bazı kişiler eğitim, me­todunu bilemiyorlar. İnsan eğitiminde tüm bu güçlerin birer hikmet olduğunu bilmiyorlar. Eğer bizde şehvani istekler varsa, anlamsız ve boşuna değildir. Biz bu şehvani istekleri tabii ihtiyaç kadar doyurmalıyız. Bunun bir sınırı var, bir hakkı var, bunların hakkını miktarınca vermek gerekir. Meselâ diyelim ki siz evinizde bir hayvan, at, eşek, köpek veya kedi saklıyorsunuz. Atı binmek veya köpeği bekçilik için besliyorsunuz. Bunla­rın yiyeceğe ihtiyacı var, yiyeceğini vermelisiniz. Şimdi, bazı yanlış tutumlu insanlar vardır ki, kendilerine veya bakmakla yükümlü bulundukları çocuklarına baskı yap­maktadır. Çocuk oyun oynamaya ihtiyaç duymaktadır. Bu oynama ihtiyacı Allah'ın bir hikmetidir. Çocuk, vücudunda biriken enerjiyi sadece oynamakla tüketebilir. Çocuk oynamak için özel bir istek duymaktadır. Bazı insanları görüyoruz ki, çocuğumu eğitmek istiyorum di­yor. Peki nasıl eğiteceksin? Beş altı yaşındaki çocuğun oyun oynamasına izin vermiyor, gittiği her yere ço­cuğunu da götürüyor eğitiyorum diye. Gülmesini önlü­yor, yemesini önlüyor veya bazı insanlar vardır ki; (Biz görmüşüz) meselâ kendisi din âlimidir, sekiz yaşındaki çocuğuna da din adamı elbiseleri giydiriyor, kendisi gittiği her yere çocuğunu da götürüyor. Çocuk böylece tabii ihtiyaçları giderilmeden büyüyor. Bu çocuğa hep; Allah, kıyamet cehennem ateşinden söz etmişler. Çocuk bu şekilde büyüyüp yirmi beş yaşma geldiğinde görüyorsunuz ki, vücudunda birikmiş bu güçler, doyurulmamış şehvetler, giderilmemiş istekler birden bire zincirleri koparıyor. Babasının telkini ile oniki yaşındayken na­mazları yirmi dakika süren gece namazlarını bile ihmal etmeyen bu çocuk, yirmibeş yaşında fasık bir facir olup çıkıyor meydana. Neden? Çünkü siz, yüce ruhî makam­lar bahanesiyle çocuğun diğer isteklerini ezdiniz. Elbette ki çocukta Allah duygusu, kıyamet ve ibadet duygusu vardır. Ama siz bu Allah ve ibadet duygusunu, diğer is­teklerin önüne geçerek, hapsederek, inciterek, hakkını vermeyerek takviye ettiniz. Bu çocuk gençlik çağma gel­diğinde bir fırsat kollamaktadır. Bir film seyrettiğinde veya bir kızla tanıştığında, o ana kadar hapsolunan duy­gular, istekler birden bire zincirleri koparıyor, babanın onun vücudunda yanlış kurduğu yapıyı yıkıp dağıtıyor, tam bir barut gibi patlıyor.

Tövbe, bunun tam tersidir. Günah işleyen, şehvet içinde yüzen, yırtıcılığın son haddine varan bir insan bü­tün bunlardan doymayınca birden bir patlama oluyor.

Ben de, sen de insanız. Bizim bir ağzımız yok. Eğer sadece yemek yemeğe j^arayan sadece bir ağzımız oldu­ğunu sanıyorsan yanılıyorsun. Senin yüzlerce ağzın var.

Aşkın beş yüz başı var bu başında... Senin beş yüz başın var, beş yüzde ağzın var, bunların hepsine yemek yetişmeli. Bu ağızlarından biride ibadettir. Sen ruhunu ibadetle razı etmelisin yani; bu hakkı ona vermeli, bu hazzı ona tattırmalısın. Sen melekütî sıfatlı bir varlıksın, O âleme doğru uçmalısın. Bu meleği hapsettiğin zaman, nasıl bir rahatsızlıklar doğuracağını biliyor musun? Ba­zen görürsünüz ki, her şeye sahip olan bir genç bir baha­neyle intihar ediyor. Herkes diyor ki, neden intihar et­tiğini bilmiyoruz. Efendim, bu çok anlamsız bir neden­den dolayı niçin intihar etsin? Bilmiyor ki onun vücu­dunda mukaddes güçler tutuklu idi, mahpus idi. O mu­kaddes güçler bu yaşam tarzından rahatsız oluyorlardı. Dayanamıyorlardı, neticede bu şekildeki bir kişinin her şeyi var ama eziyet çekiyor, rahatsızdır, mutsuzdur.

Görüyorsun ki, bağ, bahçe içinde yaşıyor, yaşamak