Bilal Yaldızcı'nın Şehadet Yıldönümü

Bilal Yaldızcı'nın Şehadet Yıldönümü

"Bilal ölmüş derlerse sakın inanma ana. Bil ki ben şehid olmuşumdur. Şehitler ölmez ana"

Şehid Bilal Yaldızcı

12 Eylül 1980 darbesi, İran devrimi ve Afganistan'ın Sovyet Rusya tarafından işgal edilmesi 80′li yılların en önemli üç olayıydı. Bu üç olay gençliği oldukça etkilemişti. Özellikle Afgan cihadı, gençliğin birinci gündem maddesiydi. Cepheden gelen iyi haberler dalga dalga yayılır, gönlümüz coşar, yerimizde duramazdık. Çok iyi hatırlıyorum, arkadaşlar arasında küçük harçlıklarımızla biriktirerektopladığımız yardımları Afganistan'la irtibatı olan büyüklerimize büyük bir heyecanla teslim ederdik. Dönemin ruhuna uygun marşlar ezberler, söylediğimiz marşlarla adeta Afganistan'da devam eden cihada tempo tutardık. Panşir Vadisi'nde Ruslara karşı fırtına gibi esen ve Panşir Aslanı olarak ün yapan mücahit komutanlardan Ahmet Şah Mesut, gönlümüzün gizli kahramanıydı. Ahmet Şah Mesut'un başarıları dilden dile dolaşır, aramızda bir efsaneye dönüşürdü. Gülbeddin Hikmetyar, Burhaneddin Rabbani gibi Afgan liderleri, isimlerini en çok andığımız liderlerdi. Rusya'nın üstünlüğü ile devam eden savaş, zaman ilerledikçe mücahitlerin lehine dönmeye başladı. Özellikle cihadı sürdüren dört mücahit grubun birlik ve beraberliği zaferi de, kaçınılmaz olarak mücahitlerin kazanmasını sağladı.

Afganistan cihadına maddi-manevi yardımların yanında, aramızdan bizzat cepheye giderek, Sovyet Rusya'ya karşı savaşan arkadaşlarımız da oldu. Türk milletini temsilen, Afganistan'da şehid olarak cihadına katkı yaptılar. Afgan cihadının ilk Türk şehidi, İzmir Ödemişli Bilal Yaldızcı (Yıldız)'dır. Daha sonra Tekiner Tayfur (Hüseyin Akın Ağabey, Şehit Tekiner Tayfur'la ilgili güzel bir yazı yazdı) ve Recep Şahin bu yolu takip eden şehidler oldu.

1967′de İzmir'in Ödemiş ilçesinde dünyaya gelen Bilal Yaldızcı, ailenin tek erkek çocuğuydu. İki de kız kardeşi vardı. Ailesi, tek erkek çocuk olması sebebiyle üzerine çok düşüyordu. Lise yıllarında Afganistan cihadıyla yakından ilgilenen her genç gibi Bilal'ın de yüreğinde fırtınalar kopuyordu. Kafasına koymuştu, Afganistan'a gidip mücahitlerin yanında Ruslara karşı savaşacaktı. Lise yılları hep mücadele ile geçti. Yaptıklarıyla, arkadaş çevresini ve ailesini oldukça şaşırtıyordu. Bu konuda kardeşi Zuhal Yaldızcı'nın söylediklerine kula verelim: "Bir gün eve gece yarısı geldi. Hepimiz merak içinde onu bekliyorduk. O ise gayet rahatlıkla içeriye girdi. Zaten meraktan iyice yorgun düşen annem, ağabeyimi sorularla boğdu. Biz, başına bir şey gelmesinden korkuyorduk. Fakat hiç ummadığımız bir cevapla karşılaştık. Diyor ki, anneciğim şu anda kabristandan geliyorum. Bu yaptığım şeyi, altı aydır sürekli yapıyorum. Amacım içimdeki ölüm korkusunu yenebilmekti. Gördüm ki, doktoru, avukatı, zengini, fakiri hepsi orada ses çıkarmadan yatıyor. Ağabeyimin şehid olduğu haberi geldikten sonra, müdürlük yaptığı kursun masasında küçük bir not bulundu: 'Allah'a şükür ölüm korkusunu yendim' diye"

Bilal arkadaşlarıyla birlikte sürekli Bozdağ'a tırmanır, bunu yapmasındaki amacı, Afganistan'a gittiğinde Hindikuş dağlarında zorluk çekmemek içindi. Liseden sonra Afganistan'a gitmeye karar veren Bilal, evden ayrılırken ailesine Pakistan'a üniversite okumaya gidiyorum, demişti. Bilal önce Pakistan'a, oradan da cepheye katılmak için Afganistan'a geçti. Penşir Vadisi'nde Ahmet Şah Mesut'un birliklerine dahil oldu. Ahmet Şah Mesut, kendisini çok sever ve 'Abdullah misafir' diye hitap ederdi. Hindikuş dağlarında Ruslara karşı yürütülen amansız mücadelenin her safhasında yer aldı. Dönüş vakti gelip çattığında, takvimler 24 Ekim 1987′i gösteriyordu. Bilal, hazırlığını yapmış, silahını teslim etmiş, arkadaşlarıyla vedalaşmaya hazırlanıyordu. Ahmet Şah Mesut'tan haber geldi. Bütün mücahit gruplar, Pakistan sınırına yirmi beş kilometre mesafedeki Rus garnizonunu kuşatacaktı. Bilal'ın içi bir tuhaf oldu. Bir türlü dönmek istemiyordu ve o kuşatmada bende olmalıyım diyerek, mücahit grupların arasına karıştı. 29 Ekim 1987 sabahı Bilal, Hz. Bilal'dan muştu almışçasına sabah ezanını okudu. Bilal'ın yanık sesi Panşir Vadisi'nde dalga dalga yayıldı. Sabah namazı eda edildikten sonra harekete geçildi. İkindiye doğru Rus garnizonu kuşatıldı. Yoğun çatışmalar başladı. Silah sesleri, tekbirlerle birbirine karıştı. Kendinden geçen mücahitler, şehadete koşmak için adeta birbiriyle yarışıyordu. Bunların arasında Bozdağ'ın heybetli delikanlısı Bilal de vardı. Birkaç saat süren çatışmada Rus garnizonu ele geçirildi. Pakistan'la Afganistan arasındaki en büyük engel de ortadan kaldırılmış oldu. Şehit Bilal, Afgan toprağına kanını akıtarak, bu başarının mimarlarından biri olmuştu.

Şehidin Kardeşi Zuhal Yaldızcı Anlatıyor:

"Ağbim Bilal l967 yılında İzmir'in Ödemiş ilçesinde dünyaya geldi. Ağbimden bir yaş küçük Ablam Nihal ve en küçükleri ben Zuhal olmak üzere üç kardeşiz. 'Kardeşiniz' diyorum, çünkü O'nun şehid olması ebedi olarak aramızdan ayrılması demek değildir. Bilakis ağbimizi cismen yanımızda olmasa da manen her an aramızda hissediyoruz.

Ailemizin tek erkek evladı olması sebebiyle annem ve babam abimin üzerine çok düşüyorlardı. Onu toplum içerisinde belli bir mevkiye ulaştırmak istiyorlardı. Abimin içinde duyduğu düşünce ve hisleri anlayamadıkları için Abim, annem ve babam gibi düşünen daha nice ana ve babaları "Sözde müslümanlar" olarak nitelendiriyordu.
Onun lise yılları döneminde vermiş olduğu mücadeleler, kendi çevremizde ve ailemde büyük şaşkınlıklar meydana getiriyordu.

Birgün eve gece yarısı geldi. Hepimiz merak içerisinde onu bekliyorduk. O ise gayet rahatlıkla içeriye girdi. Zaten meraktan iyice yorgun düşen annem ağbimi sorularla boğdu. Biz başına bir iş gelmesinden korkuyorduk. Fakat hiç ummadığımız bir cevapla karşılaştık. Diyordu ki "Anneciğim şu anda Kabristandan geliyorum. Bu yaptığım şeyi 6 aydır sürekli yapıyorum. çünkj içimdeki ölüm korkusunu yenebilmekti amacım. Gördüm ki doktoru, avukatı, zengini, fakiri hepsi bir arada ses çıkarmamacasına yatıyorlar" Ağbimin şehid haberi geldikten sonra müdürlük yaptığı kursun masasında küçük bir not bulundu "Allah'a şükür ölüm korkusunu yendim" diye. .

Yine bir pazar günü dört arkadaşıyla birlikte Ödemiş'in bilinen bir dağı, Bozdağ'ına araba yolunu bırakarak, dağa tırmanarak çıkmışlar. Ağbimin böyle yapmaktaki amacı, Afganistan'a gittiğinde, orada Hindikuş dağlannda yürümekte zorluk çekmemek içindi.

"Müslüman kardeşinin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir:' hadisini kendine şiar edinmişti. Kendi hissettiklerini ve düşündüklerini müslüman kardeşlerine de yansıtabilmek için çok mücadele veriyordu.

Nihayet birgün vermek istediği mücadele fiiliyata dönüştü. Artık kendisi Türkiye'nin debdebeli hayatı içerisinde değildi. Afganistan'da şehid kanı kokan o topraklarda, mücahid kardeşleriyle aynı payı paylaşıyordu. Tabi biz bundan bihaberdik. Evden ayrılırken bize, Pakistan'a, İslam Üniversitesi'ne okumaya gidiyorum diyerek malumat vermişti. Biz O'nu okuyor düşünürken, Ağbimin Afganistan'da, Hindikuş dağlarında, Allah yolunda şehid düştüğü ve kanlı elbiseleriyle toprağa defnedildiği haberi ulaştı. Sonradan öğrendiğimize göre Ağbimin katılmış olduğu operasyonun yapıldığı bölgeye daha önceleri, Hindikuş dağlarından yürüyerek 24 günde gidiliyormuş. Garnizonun fethiyle 24 günlük yol bir haftaya düşürülmüş. Bu zorlu ve güç operasyonda şehid düşen mücahidlerden biri de canım ağbim Bilal Yaldızcı idi.

Ağbimin İslam davasını bizim omuzlarımıza yüklemesi ben içine kapanık kardeşini çok etkilemişti. Ramazanda ilk defa cemaate sohbete çıkmıştım ve 'Yarabbi her' adımıma 70 şehid sevabı ver' diye, arzu ederek gitmiştim, eve döndüğümde yorgunlukla uyuya kalmıştım. Ve rüyamda canım ağbimi gördüm. Ağbimin kabrini ziyaret için Afganistan'a gitmiştik ve kabrini açtırmayı düşünüyorduk. Yanımızda bir Afganlı mücahid vardı. Kabri açtığımızda kabir bomboştu. Ve hepimiz şok olmuştuk. Üzülüp düşünceye dalınca baktık ki gök yüzünden nur şeklinde bir şey kabre doğru inip kabri genişletti. Ve aynı cennet manzarasını andırır hale geldi. Ve o nur ağbimin cismini alıverdi.

Bize diyordu ki "Anneciğim kardeşlerim ve babacığım, beni aradınız geldiniz gelin oturun sizlerle kucaklaşayım hasret gidereyim'" Ve biz de çok şaşkındık. En önemlisi daha yeni kurşun yarası almış gibi sıcacık taze kanları sızıyordu. Ağbim kabirden çıkarak anneme sarıldı sonra babama sanldı sıra bana geldi ben cesaret edemedim, tereddüt ettim. Ağbim benim bu durumumu anlamış olacak ki 'Kardeşim sakın öyle düşünme bana sarılın ki bu kanlarım sizin elbiselerinize bulaşsın yarın kıyamet gününde sizleri o kanlarınızIa tanıyabileyim" O kan sizlere şahitlik edecek' diye tatlı bir nasihatten sonra kucaklaşıp hasret giderdik. Ve birden kabir eski durumuna geldi açık bir şekilde bir anlığına gerçekleri yaşadık orada.

Daha sonra manevi bir halde anneme ziyarete falan gelip ona birçok şeyler anlatmaya çalışıyordu. Manen.
Cenab-ı Allah şefaatinden tüm müminleri ayırmasın"

*************************************

Şehid Bilal Yaldızcının Kaleminden

29 Ekim 1987 Afganistan

O günü hâlâ hatırlıyorum. O'nunla ilk karşılaştığımız an ve sonra çok uzaklarda yine karşı karşıya gelişimiz ve unutulmaz anılar. Bir gün kendisine elbise almasına yardımcı olmamı istediğinde, beraberce Apara Markete gidip, kahverengi şalvar ve kamiseden oluşan elbiseyi satın almıştık.

Ve aylar sonra Bilal ile kısa da olsa mücahidlerle olan beraberliğimiz. Bilal, her an emire amade davranışlarıyla ilgi çekiyor ve her türlü hizmet alanında O'nun katkısı bulunuyordu. O'nu çift kaleşinkof ve 25 kg.'lık füze mermileri taşırken görmeliydiniz, ne kadar görkemliydi.

Sonuçta Bilal kuzey cephesine gittiğinde, aynı davranışlarını oralarda da sergilemiş, bu özelliğiyle de mücahidlerin çok kısa zamanda sevgisini kazanmıştı.

Kumandanları Amir Şeyb (Ahmet Şah Mesut) O'nu mücahidlerle güreş etmesi için, sürekli kışkırtıyor. Bilal gerçekte bulunduğu bölgedeki yaşantısına, azami derecede dikkat ediyordu. Çünkü O bulunduğu yerde, kendi nefsinden öte, Türkiyeli müslümanları temsil ettiğinin bilincindeydi.

Cephedeki tuttuğu notlarından da anlaşılacağı üzere Bilal, fikri seviyesini de geliştirmesini bilmişti. Kısacası artık düşüncelerini, daha uzlaşmasız, tavizsiz bir temele oturtabilmişti. Kuşkusuz bu oluşumda cihadın teneffüsünün de büyük payı olmuştur. "Biz cihadın Türkiye'de edebiyatını dahi yapamıyoruz" derken, yine Bilal bu olguya işaret ediyordu.

Artık dönüş vakti. Bilal dönmek ister. Ama henüz ortada dönüş için grup yoktur. Kendisine Kiran ve Mincan bölgesindeki operasyondan sonra grup bulabileceği söylenir. Artık Bilal kararlıdır. Bu son operasyona da katılacak vesonra dönecektir.

28 Ekim'de son hazırlıklar yapılır. Bilal kaleşinkofunu temizler ve yağlar. Sabah namazının ezanı, Bilal'e okutulur. Bilal'in okuduğu ezan, mermi kovanlarının çıkardığı seslerle birlikte, dalga dalga gökyüzüne dağılır.

Ve çatışma başlar. Bilal saldırı grubundadır. Bir müddet sürer bu sıcak çatışma, düşman askerleri dağıtılmaya başlanır. Bu sırada bir düşman askeri eline geçirdiği makineliyle ateş kusmaktadır. Bir hendek atlanır ve bir mücahid şehid olur. Dördüncüsünü atlayarak geçen Bilal'imizdir. Aynı anda, karşı taraftan gelen acımasız mermiler, ayaklarından ve karın kısmından vücuduna saplanır. Bilal gökyüzüne gözlerini dikip, bir süre Türkçe bir şeyler söylediyse de, mücahidler anlamamıştır. Son sözü ise Farsça ifadesiyle "men şehid mişem" olmuştur.

Şehid Bilal'imize Allah'tan rahmet dileriz.

Şehid Bilal'den anne ve babasına veda

Eli varmıyordu vedalaşmaya, dili varmıyordu "Allah'a emanet olun" demeye. inanamıyordu vedalaşacağına ve gideceğine. Kaç veda vardı taşıdığı genç gönlünde. Kaç vedanın yükünü taşıyordu. Her vedada bir yeni hasreti, bir yeni ayrılığı yükleniyordu. Bitesi yok vedalar, bitesi yok hasretlere boğuyordu O'nu.

En son vedasını ve ayrılığını hatırladı. Hatırladı ve gönlü, bakışları ve hasreti uçup gitti. Onulmaz bir heyecanla, Manyas yolundan kendi sokaklarına döndü. Sağlı sollu, birer sıralı, çoğu birer katlı evler. Geniş bahçenin ortasına oturmuş evlerin; etrafı güller, asmalar, mevsimine göre sebzeler, yeşilin en doğal tonlarıyla çevrili, sağdaki ilk ev Ulvi Cebbar'ın evi, bir solukta geçti, her yer sakin ve sessiz, nefes yok, can yok gibi. Yüreği kor gibi yanan müslümanların, canları sessizlik içinde evlerinde atıyor ve sessizlik sokağa ayrı bir hava katıyor; sakin, sessiz, gizemli. Yürüyor Bilal ama ne yürüyüş, uçuyor, bir ruh olmak istiyor. Gören fakat, görülmeyen eve kadar engellenmeden, durdurulmadan, sorgulanmadan varmak istiyor. İşte evlerinden önceki boş arsa, işte sıçrasa üstüne çıkıp aşacağı evinin briketten duvarı, işte annesinin her zaman tertemiz yıkadığı, adeta kokusunu hissettiği beyaz perdeler, mavi pencere demirleri; yine her yer yemyeşil; asmalar, erik, limon, kiraz ağaçları, güller yine açmış, belki de onu bekliyorlardı, en duru beyazı, en alımlı kırmızısıyla, ve inşaa halindeki ikinci kat bırakıp gittiği gibi duruyordu.

Eli kapıdaydı, zile basmalı mıydı? Zilin sesini dahi özlemişti, kimin geldiğini soracaklardı? Önce hangi hasretlisinin sesini duyacaktı; tek tek yokladı, tek tek adlarını saydı, ayıramadı; hepsi de birdi. Zili bekliyemezdi. Ya biri O'nu kapı da görür de durursa, hayır hayır oyalanmadan girmeliydi içeriye. Bütün çevikliğiyle açtı demir kapıyı ve adımını bahar kokan, hasret kokan, ayrılık kokan bahçeye attı.

-Abdullah, Abdullah

Silkindi, baktı. Hayalleri, hasretleri, son vedası orada kaldı.

Abdullah, Bilal'in burada kullandığı adı. Ona Abdullah misafir, Abdullah Türkiye'de diyorlardı. Altı aydır Afganistan'daydı. Savaşmış, aç kalmış, zorluklara katlanmış, defalarca ölümle burun buruna gelmişti. Bombalarla nice mücahidin parçalandığına, yüzlercesinin kurşunlarla ve sel sularına kapılan yirmi mücahidin bir anda şehadetine şahid olmuştu. Şimdi bütün bu hatıralarını alıp gitmeye, sıla-i rahimden sonra tekrar dönmeye veda edecekti. Fakat, gidiş öyle zor, öyle uzak geliyordu ki, inanası yoktu.

- Ne oldu Abdullah, dalıp gitmişsin, evdekileri çok mu özledin?

-

Mesut'tu bu. Encinir Ahmet Şah Mesut. Afgan cihadının bayraklaşan komutanı, tartışmasız komutanı. Bilal, bir an baktı.

-Evet, Encinir Seyb, fakat sizlerden ayrılmak, sizleri bırakıp gitmek öyle zor ki, hislerimi ifade edemiyorum. Gitmek çok zor, vedalaşmak, gitmekten de zor geliyor.

-Git!.. Gitmelisin! Biz buradayız ve burada varız. Siz de orada olacaksınız. Sizin işiniz bizden kolay değil. Biliyorum, bu garip bir duygudur. Fakat, bizi kurbanlık koyunlar gibi görme. Evet biz, savaşıyoruz, bombalar, kurşunlar, açlıklar, zor tabiat şartları ve göreceğimizi bilmediğimiz yarınlar. Fakat kimin önce kurban olacağını rabbim bilir. Biz ilan edilmiş bir savaşı yaşıyoruz ve ben de seni merak ediyorum. Senin gibi kabına sığmayan biri, senin gibi kabına sığmayanlar nasıl yaşarsınız neler yaparsınız oralarda. Abdullah, Pakistan'a giden diğer mücahidler gibi rahat git. Onlar dönmek için gidiyorlar, sen de bir cepheden bir cepheye gidiyorsun. Seni onlardan çok düşünüp, merak edeceğim ve haberlerini bekleyeceğim.

Veda, yakan veda, ayıran veda. Bilal bütün mücahidlerle tek tek vedalaştı. Mesut'la bir başka vedalaştı. Mesut takıldı Bilal'e:

-Abdullah var mısın son bir güreşe?

-Varım be Encinir Seyb.

Şakalaşmalar ve ayrılık. Bilal ve beraber olduğu mücahidler. Bu dağlarda yıllardır ilk defa, silahsız dolaşıyorlardı; bomboşlardı. Yadırgamışlardıı bu hallerini.

Pençşir'in sessizliği, bir anda kalaşinkofların, kalekovların, yüzlercesinin haykırışıyla sese boğuldu. Geride kalan mücahidler, giden arkadaşlarına veda ateşi yapıyorlardı. Gidenler durdular, geri dönüp son defa baktılar ve öncekinden daha hızlı bir şekilde yola dizildiler.

Bilal, burukluk içindeydi, sanki yüzyıllık bir ayrılığa düşmüştü. Kalbinin üstünde taşıdığı vasiyetnamesi ayrı bir ağırlık vermeye başlamıştı. Yola çıkışla, anlamını özelliğini taşıdığı mesajı yitirmiş gibi bir duygu veriyordu. Onu da yırtmak ve silahtan, sıcak cihaddan ayrılığına, bu son bağlantıyı da eklemek istiyordu. Sonra kovdu bu düşüncesini. Çünkü Afganistan'dan çıkmaları için daha günler ve geceler vardı. O günlerin yavanlığı da olsa, vasiyetnamenin işlevinin bitmesine daha zaman vardı. Hatıra olarak da saklayabilirdi. Yine de bir şeyler olabilirdi. Sanki eksik şeyler kalmıştı. Neyin eksikliğini çektiğini bilemiyordu. Bir de "ışıklı evler" ona çok uzak görünüyordu. Oralar çok gerilerde, yüzyıllar ötesinde kalmış gibiydi.

"Cepheden ayrılmaya, geri dönmeye karar verip, silahlarını teslim ettiğinde bir daha geri dönme, nasıl bir savaş olursa olsun bir daha geri dönme, dönmek isteyecek, bu son savaş olsun, buna katılayım, sonra dönerim diyeceksin. Bir daha geri dönüp silah alma, yola devam et." Silahlarını teslim etmişti ve hızla ayrılıyordu. Geri dönüyordu, üzerinden bir yılın geçtiğini sözlerde, kulaklarından bütün canlılığıyla, tazeliğiyle duruyordu.

Yolculuğun üçüncü gününün molasında, geldikleri tarafa giden mücahidlere rastladılar.

Nereye böyle?

Kalevgan'a. Encinir'in emri geldi. Her tarafa haber salmış yardım istiyor. Bir anda alabora oldu. Kendini bir anaforun içinde buldu. Bu taarruz aylardır bekleniyor ve konuşuluyordu. Öne alınmıştı.

Tekrar yola düşerken, mücahidlerle vedalaştılar. Böyle bir taarruzun olacağından nasıl haberi olmadığına hayıflanıyordu.

Bir gruba daha rastladılar. Onlar da Pencşir'e gidiyorlardı.

Bilal'ın içini ateş basmıştı. Yola mı devam etmeli, yoksa bu savaş için tekrar geri ıııi dönmeliydi? "Geri dönme, yola devam et" sözü de bir çağrı, bir uyarı olarak, kafasını karıştırıyordu.

"ölüme meydan okumayı, ölümden korkmamayı, ölümü ölümsüzlük bilmeyi, yeniden yaşayacağım ve tadacağım. Ve eğer şehadet nasib olursa" Şehadet nasib değilse, bundan sonra sizlere geleceğim; Anam, babam, kardeşlerim, sizlere. Sizleri sözü edilemeyecek mektuplara, kelimelere sığdıramayacak kadar özledim. Eğer yok devam etseydim, Pakistan'a yedi sekiz günde varacaktım. Bu taarruzumuz başarılı olur ve düşman karargâhını ele geçirirsek; Pakistan yolu, üç güne inecek ve ben de bıı yoldan döneceğim.Her sabah namazından sonra Kuran'ı Kerim okuyordum.Bu sabah ilk defa namazımdan sonra uyudum.

Çeşmeden sonra, mahallenin girişine duvar çekilmiş, duvarda bir gedik var. Oradan herkes geçiyor, bir tek ben geçemiyorum. Zorlanıyorum fakat, geçemiyorum. Sıkışıp kaldım. Bağırmaya başladım. Ve birden uyandım. Mücahidler "Hayırdır inşaallah, ne gördün rüyanda?" diye soruyorlar, ilginç rüyalar görmeye başladım."

28 Ekim, Bilal defterine yine bir şeyler karalıyor. Gözleri, bakışları ufuklarda, hasret kokuyor, özlem dökülüyor, sevda fışkırıyor o gözlerden.

"Okul günlerimi hatırlıyorum.. Tören öncesi öğretmen ve öğrencilerin hareketliliğine, öğretmenler hep aynı telaş içerisinde sağa sola koşturuyor, bağırıyor, azarlıyor; öğrencileri sıraya sokmaya uğraşıyorlar, öğrencilerin kimisinin umursadığı yok. Kimisi kravatını düzeltiyor, kimisi kabak başına patlamasın diye sıraya giriyor; o telaşlar gözümün önüne geldi birden. Mücahidlerde şu anda öyle bir telaş içindeler. Öğle yemekleri yendi. Bu son öğlen yemeği. Komutanlar sağa sola koşturuyor. Biri İtalyan, diğeri Amerikalı iki zübbe gazeteci kavga ediyor. Ben de bu satırlarımı yazıyorum."

Düşman garnizonunun içinde onbeş posta var. Garnizonun resimleri haritaları gelmişti. Mesut'un anlatımıyla hangi komutanın nereye saldıracağı, nasıl saldıracağı, havanın ne zaman ateşleneceği tek tek belirtildi. Ve artık her şey hazırdı.

Bilal, taarruzun en önünde olmak istiyordu.

-Abdullah misafir. Sen ikinci gruptan olacaksın, taarruz grubunun bir gerisinde olacaksın.

-Encinir Seyb, takdirden kaçılmaz ve taarruz grubunda olmak benim de hakkım.

-Takdirler tedbirlerle de gelişir, sen bu defa misafir mücahidimizsin ve taarruz grubunda yoksun.

Bilal susmuştu.

29 Ekim sabahı, garnizonun etrafı tamamen sarılmıştı. Mücahidler düzenli bir şekilde grub grub oturuyor, gizemli bir teslimiyet var, kimisi silahını son defa temizliyor, kimisi Kur'an okuyor, bazıları da şakalaşıyor. Bilal de silahını temizledi, yağladı, silip kuruladı. Yiv seti yağladı, sildi. Şarjörleri boşalttı. Yaylarını söktü, yağladı, sildi, mermileri her ihtimale karşı nemden arındırmak için kuru bir bezle sildi. Söktüğü bütün parçaları yeniden toparlayıp taktı. Kurma kolunu bir kaç defa çekip bıraktı. Şakırtılar çıkaran mekanik ses, saat tıkırtısı, gibi ahenkle kulaklarına doldu. Mermileri kütüklere doldurdu. İki yedek şarjörü yerlerine koydu. Sırt sırta monte edilmiş iki şarjörü, silahına taktı. Fitilli tahrip kalıplarını ve kurmalı iki adet taarruz el bombasını da kütüklüğe yerleştirdi. Savaş öncesi bütün hazırlıklarını bitirmişti. Taarruz zamanı olarak ikindi vakti belirlenmişti. Henüz erken olmasına rağmen teçhizatını kuşandı. Kağıda yazmaya başladı. "Bu savaş bitecek, hem de karanlığa kalmadan. Bir iki saat içinde bitecek".."

Kiranmincan, gör nasıl savaşıldığını, döne döne savaşıldığını. önden gidenin, düşenin, şehid olanın yerine geride kalanın nasıl doldurduğunu gör. Gör

Kiranmincan, sözünde duranlardan sonrakilerini de, nasıl sözlerinde durduklarını.

Ve havan toplan gürlemeye başladı. Narayı tekbirlerle havanların sesleri birbirlerine karışıyordu. Kalekovların ince ve tiz seslerini, kaleşinkofların daha kaba sesleri bastırıyordu. Artık ortalık tozun dumanın, patlayan bombaların, uçuşan mermilerin içinde kalmıştı. Havanlar susunca, taarruz gurubu ilk hamlesini yaptı. Geridekiler onları koruma atışı yapıyorlardı. Öndekiler duruyor, arkadakiler yükleniyordu. Metre metre, kurşun kurşun ilerliyorlardı. Geri dönüşü, yılması, sürçmesi yoktu ve olmayacaktı. Binaların, mevzilerin içindeki havkiler, perçemiler, demokratlar ne haldeydi. Karamsarlık basmamış mıydı daha onları? Kararan havaya dönmemiş miydi içleri, geberecekler, ya da silahları bırakıp teslim olacaklardı. Ve bir bölge daha temizlenecek, arınacaktı. .Şehidlerin kanları Kiranmincan'ı da yıkayacak, sağların tekbirleri aydınlıklar saçacaktı.

Öncüler kapıdaydılar, kollarına bombaları düşman mevzilerine düşüreceği noktadaydılar.

Fitilli tahrip kalıpları çıkarıldı, çakılan kibritlerle tutuşturuldu. Mücahid, gözleri ateş alan barutun, fitilin içine doğru nasıl koşturup gidişini gördü. Yılan tıslamasını andıran sesi de, onca gürültünün içinde kulakları duyuyordu. Aynı anda denilebilecek yakınlıkta dört kalıp birden havalanmış ve düşman kalesinin kapısına düşmüştü. Bilal'in grubunun gözleri kapıda, kulakları patlayacak tahrip kalıplarındaydı. Öteki sesleri duymuyorlar, diğer tarafları görmüyor ve düşünmüyorlardı. Zaman ne de uzun geliyordu. Beş saniye, on saniye ne kadar uzundu, şaşılası şeydi doğrusu.

Ve patlamalar, parçalanan kapılar, yıkılan duvarlar, düşman karakol kalesinin içine doğru koca bir boşluk açılmıştı.

Bir mücahid fırlamıştı yerinden. Hedef karakolun içiydi. Yıkılan kapının gediğine gelince birden doğruldu ve durdu. Her şey durmuştu. Geriden bakanlar, l)'nıı koruma atışı yapanlar da durdular. Ne oluyordu? Ve bir çınar gibi, sırt üstü düştü mücahid. İkinci mücahid koştu, O da vurulup düşmüştü. Bilal olayı görmüyor, seyretmiyor, yaşıyordu. Bütün damarları ayağa kalktı. Görüyordu: Tam karşıda bir makinalı tüfek yuvası vardı. Onu görüyordu. Üç fidan mücahidi kana boğanı, kıyanı görüyordu. Birden yerinden fırladı. Taarruz grubunu bir solukta geçti.

Nere Abdullah, nere Abdullah, seslerini duymuyordu.

Gediğe varmadan önce, olanca hızıyla yere attı kendini, mermiliğindeki tahrip kalıbını çıkardı. Taarruz grubu da kalkmış koşuyor, diğerleri de onları takip ediyordu. Gediğin çevresini tutmak için bütün grup ayaklanmıştı, bu iş bitecekti artık.

Bilal tahrip kalıbını tutuşturmuş ve tekrar ayağa kalkmıştı. Gediğe doğru koşuyor, makinalı tüfek yuvasına uçmak istiyordu. İşte yüzyüze, işte göz gözeydiler ve işte makinalı tüfeğin ağzı Bilal'in göğsündeydi. Havalanan sağ kolu, tahrip kalıbını olanca hızıyla fırlattı. Kalıp hedefine doğru son arzu gibi bir kuş olup uçuyordu.

Tam gediğin ağzında durdu. Bilal dimdik durdu, dağ gibi durdu. Bozdağ'ın görkemli duruşu gibiydi. Kendini zorladı, sağ eli boşalmıştı, ve sol elindeki çift şarjörlü kalaşnikofunu, sağ eline geçirmişti. İlerlemek istiyordu. Üç mücahid kardeşini gözlerinin önünde biçen yuvayı, elleriyle dağıtmak istiyordu. Fakat, gidemiyordu. Rüyadaki gibiydi. Her şeyi yerindeydi, gücü kuvveti. Fakat gidemiyordu. Bir şeyler tutuyordu, tutmuştu O'nu. Bu da mı rüyaydı? Bu savaş bitecekti. Zaferle bitecekti. Silahını yeniden teslim edecek ve mutlu bir şekilde on beş yirmi günlük yolu üç güne indirmenin, mutluluğu içinde dönecekti.

Sizleri çok özledim anacığım. Çocukluğumu, ilkokul günlerimi, lise günlerimi hatırlıyorum. Hayat ne çabuk geçiyor, namazlarına dikkat et ana, babama

itaat et, sabret ve kafir düzene beddua et.

Yine dağların sevdası düştü yüreğime anne
Kurşunların sevdası,
Zulümlerden bıktım usandım
Yüreğim kanıyor anne,
Kara bulutlar bir sağanaktır tutturmuş gider
Dünya zulüm, zulüm kokar anne

Bir bahar düşlüyorum anne
Gözlerimiz güneşe doymuş ışıl ışıl
Şehadet rüzgarına kapıldık yüreğimiz göçüyor anne
Bu savaş bitecek, bu savaş bitecek,
Hemde karanlığa kalmadan anne

Kanlı gömleğimi göğsüme basıp
Tağuta lanet okursun ağlarsın ana

Yürekler avuçta dağlara çıkıp
Şehit şehid vardık düşman üstüne ana

Bilal öldü derler ise sakın inanma ana
Bilki ben şehid olmuşum şehidler ölmez ana

Şarapnel altında kurşun altında
Tekbir getiririz marşlar söyleriz ana

Şafakla birlikte düşman üstüne
Cehennem alevi olur yağarız ana

Bilal öldü derler ise sakın inanma ana
Bilki ben şehid olmuşum şehidler ölmez ana

Dağlardan dünya bir başka görünür
Ölüm korkusu gözümden silinir ana

Her şehidin kanı bir lale olmuş
Haydi sende katıl bize katıl der ana

Bilal öldü derler ise sakın inanma ana
Bilki ben şehid olmuşum şehidler ölmez ana

Ve 29 ekim 1987
Bilal de can evinden vuruldu
Yaprak yaprak düştü
Şehit kanlarının karıştığı toprağa
Görün dağlar
Görün nasıl döne döne savaşıldığını
Görün sözlerinde duranları
Ve sonrakilerin nasıl sözlerinde durduklarını

Grup Genç

34 yıl önce aramızdan ayrılan şehid Bilal Yaldızcı ve diğer şehidlerimiz, ümmet bilincinin nasıl bir şey olduğunu kanları pahasına ispatlamış oldular. Eminim ki, bugün aramızda olsalardı, Gazze'de vahşet yapan katil İsrail'e karşı ümmetin iffet ve namusunu korumak için savaşırlardı. Yazımızı Şehit Bilal'ın sözleriyle noktalayalım: "Bilal ölmüş derlerse sakın inanma ana. Bil ki ben şehid olmuşumdur. Şehitler ölmez ana"