Sediyani:Kirli İttifaklara da, Yolsuzluğu da Hayır

Sediyani:Kirli İttifaklara da, Yolsuzluğu da Hayır

Türkiye’nin gündemi, son bir haftadır “Hükümet – Cemaat kavgasına” kilitlenmiş durumda...

 (7 Sabah web sitesinin gündemdeki son operasyonlar ve Hükûmet – Cemaat kavgası ile ilgili benimle yaptığı röportajı siz sevgili gönüldaşlarımızın ilgi ve değerlendirmesine sunuyorum. – İ. S.)

 

Türkiye’nin gündemi, son bir haftadır “Hükümet – Cemaat kavgasına” kilitlenmiş durumda. Dershanelerin kapatılması tartışmasıyla başlayan ve aralarında bakan çocuklarının da bulunduğu son polis operasyonuyla gündeme damgasını vuran gelişmeler üzerine, Cemaat’in önde gelen isimleri tarafından itiraf edilen “İlişkilerimiz Mavi Marmara olayıyla koptu” açıklaması, Başbakan Erdoğan’ın “İnlerine kadar gireceğiz” şeklindeki sert çıkışı ve ABD’de bulunan Fethullah Gülen’in kamuoyunu şoka uğratan bedduası, kavgayı adeta zirveye çıkardı. Gündemi ve yaşanan son gelişmeleri gazeteci İbrahim Sediyani ile konuştuk.

İbrahim Sediyani’nin konuyla ilgili açıklamaları bizim için ayrı bir önem arzediyordu. Almanya’daki meslekî hayatında pekçok hukuksuzluğu ortaya çıkarmış, başta 9 vatandaşımızın diri diri yanarak can verdiği Ludwigshafen faciası olmak üzere birçok karanlık olayın üzerine gitmiş bir gazeteci olan Sediyani, geçmişte hem Cemaat’e hem de Hükümet’e yakın gazete ve televizyonlarda çalıştı. Ayrıca son tartışmaların odak noktası olan Mavi Marmara gemisindeki gazetecilerden biriydi ve Gazze yolculuğunun her anını onun yaptığı haber ve yazdığı yazılardan takip ediyorduk.

Sediyani’nin bir özelliği de, geçen yılın Ekim ayında Arakan’da Müslüman Rohingya halkına karşı gerçekleştirilen son katliamı dünyaya ve Türkiye’ye ilk duyuran gazeteci olmasıdır. Gündeme ilişkin söyleşimizi ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz.

7 SABAH

* * *

– Önce dershanelere yönelik bir takım yaptırımlar gündeme geldi. Daha sonra skandal kasetler gibi karşı atak yapıldı ve dershanelere yönelik uygulanacağı bahsedilen konu gündemden kaldırıldı. Bu tutum “Hükümet geri adım attı” gibi söylentilere neden oldu. Konuyu bu aşamada ele alırsak, nasıl bir tabloyla karşılaşırız?

Öncelikle zor ve sıkıntılı bir röportajla muhatap olduğumu belirtmek durumundayım. Yanlış anlamayın lütfen; sizinle ilgili bir sıkıntı değil elbette. Konuyla ve konunun hem sıcaklığı hem kirliliği ile ilgili bir sıkıntı bu.

Böylesine kirli ve hatta kimi boyutlarıyla mide bulandırıcı bir konuda, hem de sıcağı sıcağına ve ortalık toz duman içindeyken çıkıp söz söylemek, sözün sahibini sıkıntıya sokabilir. Sadece kavganın taraflarından gelecek tepkiler / saldırılar noktasında değil, söz sahibinin, yorumlarında isabet kaydettirememe ihtimalinin yüksek oluşundan, yani yanılma ihtimalinden de kaynaklanan bir sıkıntı bu.

Bununla şunu kastediyorum: Sıcağı sıcağına yaşanan olayların arkaplanı, yani “hakikat” dediğimiz ve mutlaka yakalamamız gereken olgu, çoğu zaman olayların ilk sıcaklığıyla algıladığımız / yorumladığımız / tepki gösterdiğimiz şekilde olmayabiliyor. Üzerinden belli bir zaman geçtikten sonra, işin aslının çok daha başka, hatta bazen tam tersi olduğu ortaya çıkıyor.

Bunu sadece son 2 – 3 yıl zarfında yaşadığımız / tanıklık ettiğimiz pekçok sosyal mes’elede müşahade ettik. Suriye ve Mısır olayları, Rojava’da katliam konusu, Gezi olayları, barış süreci gibi.

Sorunuza dönersek: Ben bu saatten sonra Hükûmet’in geri adım atacağını sanmıyorum. Eğer Hükûmet bu saatten sonra Cemaat’e karşı geri adım atarsa, bunun adı teslimiyetten başka birşey olmaz. Konu henüz salt “dershaneler” ile sınırlı iken, Hükûmet geri adım atabilirdi; hiçbir zarar da görmezdi bundan. Zaten o ilk aşamada – sizin de soruyu sorarken altını çizdiğiniz üzere – Hükûmet geri adım atmaya istekli olduğuna dair ufak tefek emareler de göstermişti.

Fakat sonraki süreçte Cemaat, sevgili Bülent Arınç’ın ifadesiyle “bu derece alçalmasaydı”, Hükûmet geri adım atacaktı belki de. Ancak bundan sonra geri adım atmak, mevzubahis bile olamaz. Eğer bunca çirkefliğe ve ahlâksız saldırılara karşı Hükûmet geri adım atarsa, muhalifleri nezdinde zaten itibar kazanmaz ama kendi taraftarları nezdinde itibar ve saygınlık kaybeder.

– Türkiye’nin gündemini alt üst eden yolsuzluk operasyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Olayı iki boyutlu değerlendiriyorum. Üzülerek ifade etmek durumundayım ki, iki tarafın da yekdiğerine yönelttiği ithamlar doğrudur. Bunun anlamı; çift yönlü bir kirlilik ile karşı karşıyayız.

1 – Operasyonun amacı mâsum değil. Devlet içinde çeteleşmiş odaklar ve Cemaat, Ergenekon cephesi, “Erdoğansız Türkiye” amacı güdüyor ve “temiz” gibi görünen bu son operasyonu karanlık amaçlarla gerçekleştirdiler.

Doğrudur.

2 – Operasyona uğrayanlar mâsum değil. Ortada ciddî ciddî rüşvet, soygun ve hırsızlık var. Bunu yapanlar da iktidarın bakanları, bakan çocukları, yandaşları. Ve iktidarda olmanın gücünü kullanarak bu pisliği yaptılar.

Bu da doğru.

Öyleyse yapılması gereken nedir? Yapılması gereken şudur:

Başbakan Erdoğan, kendi kapısının önüne hiç bakmayıp sadece tek tarafa yüklenmekten vazgeçmeli. Her ikisinden de kurtulmanın çaresine bakmalı. Aksi takdirde birileri kendisinden kurtulur, ki zaten amaçları da bu.

– Türkiye’yi sallayan bakan oğullu operasyonu Cemaat mi yaptı? Türkiye’de dış kaynaklı olduğunu söyleyenler de var. Nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yapan Cemaat’tir; kim ne derse desin aksini bana inandıramaz. Sonuçta fazla “akıllı” sayılmayız ama, binaenaleyh “salak” da değiliz netekim...

“Dış güçler” argümanından pek hoşlanmam ve başta da belirttiğim üzere, beşer olmamız ve konunun sıcaklığı hasebiyle yanılma ihtimalimi de kabul ederek, bunun “dış kaynaklı” olduğunu düşünüyorum.

Son çıkışını ibretle izlediğimiz ABD Büyükelçisi Ricciardone bizim Elâzığlı olmadığına göre ve sevinçten tizik atan İsrail gazeteleri de Siirt yerel medyası olmadığına göre, demek ki “dış kaynaklı” iddiâları pek de yabana atılacak türden değil.

– Bu operasyonlar AK Parti ile Öcalan ve Barzanî arasında gerçekleştirilen görüşmelere zarar verebilir mi?

Zarardan öte, bizzat sebeplerinden biri olduğunu düşünüyorum. Hatta başta gelen sebeplerinden biri.

Barış süreci ve Erdoğan’ın Öcalan / Barzanî görüşmeleri, “dış güçleri” (bu ifadeyi tasdik amaçlı olarak ömr û hayatımda ilk kez 3 defa üstüste kullanıyorum) çok rahatsız etmişti. Emperyalist güçler, küresel şer odakları ve onların içerideki cuntacı – faşist / ırkçı uzantıları Kürt / Kürdistan Sorunu’nun çözümünü istemezler. Ülkeye barış gelmesini istemezler. Kandan beslenirler ve ülkeye barışın değil, cenazelerin gelmesini isterler.

Kürt / Kürdistan Sorunu’nun “içeride” 3 tarafı var: Irkçı – faşist güçler, iktidardaki AK Parti Hükûmeti ve Kürtler. Süreci Hükûmet adına Sayın Erdoğan, Kürtler adına da Sayın Öcalan yürütüyor.

Bu üçlünün aralarındaki fark şu: Irkçı – faşist güçler “sorun”un çözümünü istemiyor, AK Parti “sorun”un çözümünü istiyor, Kürtler ise “sorun”un “adaletli ve hakkaniyetli bir şekilde” çözümünü istiyor. Aslında 3 taraf da biribirlerinden çok farklı bir noktada bulunuyorlar.

“Barış görüşmeleri” ve “Demokratikleşme paketi” süreçleri yürürken, Kürt / Kürdistan Sorunu, sorunun “sadece çözümünü isteyen” AK Parti ile sorunun “adaletli ve hakkaniyetli bir şekilde çözümünü isteyen” Kürtler arasında tartışma / fikir kavgası yaşanıyordu.

Fakat şer güçler, Kürt / Kürdistan Sorunu’nun, sorunun “sadece çözümünü isteyenler”le sorunun “adaletli ve hakkaniyetli çözümünü isteyenler” arasında konuşulmasını / tartışılmasını / fikir teatisi yapılmasını istemezler. Onlar bu tartışmanın / kavganın, sorunun “sadece çözümünü isteyenler”le sorunun “hiç çözümünü istemeyenler” arasında yapılmasını istiyorlar. Yani Kürt / Kürdistan Sorunu, Türkler ile Kürtler arasında değil, cumhuriyetçi Türkler ile demokrat Türkler arasında konuşulup müzakere edilsin istiyorlar. Ülkeyi çekmek istedikleri nokta orasıdır. Türkiye’yi eski karanlık günlerine döndürmek istiyorlar.

Beyaz Adam’ın bilindik, kadim bir politikasıdır bu. Biz bunu Malcolm X’in (binlerce yüzbinlerce defa selam olsun O’na) bize kazandırdığı “siyah bilinç”ten biliyoruz. Örneğin; ABD’de iki kanat vardır, Cumhuriyetçiler ve Demokratlar. Eğer siyahî halklar ile ilgili bir karar alınacaksa da, bu iki kanat görüşüp bir karara varmalıdır. Yani Cumhuriyetçi beyazlar ve Demokrat beyazlar. Fakat siyahlarla ilgili kararlar olsa bile, bunlar siyahlara danışılarak, siyahlarla müzakere edilerek alınmamalıdır. Beyazlar kendi aralarında tartışıp kavga etmelidir bunun için.

Türkiye’deki bu son barış süreci / müzakereler, Kürtler’i “nesne” olmaktan çıkarıp “özne” yaptı. Kürtler artık müzakerenin “konusu” değil, direk olarak “tarafı”dır. Halbuki eskiden, Kürtler’in kaderini, “Cumhuriyetçi” Türkler ile “Demokrat” Türkler arasındaki tartışmanın / kavganın neticesi belirlerdi. Tıpkı Malcolm X’in işaret ettiği gibi.

Fakat şimdi öyle değil. Şimdi Kürtler (Siyahîler), kendi kaderlerinin nasıl olacağını Türkler (Beyazlar) arasındaki kavgaya bakarak beklemiyorlar, Kürtler direk taraftırlar. Kendi kaderleri ile ilgili kararları, sorunun muhatabı olarak kendileri görüşüp müzakere ediyorlar. “Barış süreci”nden duyulan rahatsızlığın asıl sebebi budur.

Malcolm X, o güzel insan yıllar önce hayata veda edip aramızdan ayrıldı ancak O’nu tekrar tekrar okur ve öğretilerini diri tutarsanız, emin olun, çevrenizde, dünyada, ülkenizde yaşanan her türlü gelişmeyi de daha sağlıklı ve daha bilinçli bir şekilde tahlil edebilirsiniz.

– Geldiğimiz noktada gerçekleşen ve ortalığı toz duman eden bir operasyon yaşandı. “Cemaat – Hükümet kavgası” olarak değerlendiriliyor. Ancak ortada çok ciddi bir yolsuzluk sözkonusu. Başbakan yolsuzlukları halkın dikkatinden kaçırmaya yönelik konuyu başka tarafa çekmeye çalışıyor. Gelinen noktada bu yolsuzluğu nasıl ele almalıyız?

Aslında bu sorunuza, 2. soruyu yanıtlarken cevap verdim. Başbakan Erdoğan hem kendisine karşı oluşturulan kirli ittifaka karşı dirençli olmalı, tezgâhlarını boşa çıkarmalı, ve fakat hem de kendi partisi içindeki kirliliğe ve yanlışlara karşı ahlakî / ilkesel bir duruş sergileyip, onları temizlemeli, partiyi onlardan arındırmalı. Yani hem “dış mukavemet”, hem de “iç muhasebe”; ikisini birden yapmalı.

Eğer Başbakan bunlardan sadece birini yaparsa, açık söylüyorum, siyasî hayatının en büyük hatasını yapar. Hele hele, birini yapacağım diye öbürünün üstünü örtmeye, hatta savunmaya kalkarsa, liderlik ettiği hareketi bitişe de götürebilir. Dilerim hem kendisi için hem de O’na itimad edip 11 yıldır iktidarda tutan milletimiz için en hayırlısı neyse onu yapar.

– Bakanlara yönelik yolsuzluk operasyonunun hemen akabinde emniyet ve savcılara yönelik karşı bir atak başlatıldı. Başbakan’ın geri atmaması karşısında, karşı taraf başka yöntemlere başvurabilir mi? Örneğin skandal kasetler ve benzeri argümanlar servis edilebilir mi?

Emniyet ve savcılara yönelik atağı doğru bulmuyorum; bunu “yargıya müdahale” olarak değerlendiriyorum. Yani kimsenin zoruna gitmesin ama, biraz Nasreddin Hoca’lık bir durum var ortada: Hırsızı yakaladı diye polis görevden alınır mı?

Polisin görevi zaten bu değil mi? Şimdi, “Niye haber verilmedi?” deniyor. Neyi haber verecek? Bu suçu işleyen, benim amirimin oğlu. Suçluyu takip ederken, babasına mı haber vereceğim takip ettiğimi?

Bakın, 2004 yılına geri götürmek istiyorum sizi. Biraz hafızâlarımızı tazeleyelim:

2004 yılında “Avrupa Birliği Uyum Süreci” çerçevesinde, o zaman daha iki yıldır iktidarda olan AK Parti tarafından Ceza Muhakemeleri Kanunu (CMK) çıkartılıyor. Bu kanunun 164. – 168. maddelerinde, polise “adlî kolluk kuvveti” olarak çalışma yetkisi tanınıyor. Bu kanunu hazırlayan bizzat iktidardaki AK Parti’nin kendisi ve bunu da “AB Uyum Süreci” çerçevesinde çıkartıyor.

Bizzat AK Parti tarafından hazırlanıp çıkartılan bu CMK’ya göre, “adlî kolluk kuvveti” olarak çalışan polis, asayiş ve güvenlik konularında hükûmetin (içişleri bakanlığının) emrinde iken, adlî soruşturmalarda sadece ve sadece savcının emrindedir.

Bakın bu çok önemli. Bu bizzat AK Parti’nin 2004 yılında hazırlayıp çıkarttığı CMK’nın 164. – 168. maddelerinde belirtiliyor. Aynı madde, bir yıl sonra, 2005 yılında hazırlanan yönetmelikte de yazılıdır.

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK)’nun 7 no’lu genelgesinde ise, “Adalet bakanı ve mülkî amirler (vali, emniyet müdürü) de dahil olmak üzere, savcılar dışında hiçbir mercîin talepte bulunma ve adlî kolluğa emir verme yetkisi yoktur” denilmektedir.

Bu, şu demektir: Polislerin bu soruşturmayı üst makamlardan gizlemesi, yasadışı değildir, yasaldır. AK Parti’nin kendi çıkarttığı yasalara göre böyle olduğu halde, hükûmet şimdi bu son olayda polisler sanki soruşturmayı gizli yaptıkları için suç işlemişler gibi bir tavır takınmaktadır. Hükûmetin bu tavrının tek sebebi, soruşturulanın kendisi olması, kendi adamları olmasıdır.

Hükûmetin yanlışı bununla kalsa iyi. Şimdi bu son olaylarla ilgili, şöyle iki elimizi başımıza alalım ve düşünelim: Hükûmetin, içişleri bakanlığının ya da valinin, bu soruşturma konusunda polisten bilgi talep etme yetkisi bile olmadığı halde, altını çizerek söylüyorum, polisten bilgi talep etme yetkisi bile olmadığı halde, bilgi vermedi diye polisi azarlıyor, hedef gösteriyor, yetmedi görevden alıyor! Düşünebiliyor musunuz? Aslında böyle davranmakla kanundışı / yasadışı davranan, hükûmetin kendisidir.

Bu, işin kanunî ve bürokratik boyutu. İşin vicdanî ve ahlâkî boyutuna gelince. AK Parti Hükûmeti’ne iki soru sormak istiyorum, müsaadenizle:

1 – Polisleri görevden alıyorsun, yargıya müdahale ediyorsun. Daha dün, “Polis durduk yere kimseyi gözaltına almaz” diyen sen değil miydin?

Eğer sizin daha dün “destan yazdılar” diyerek göklere çıkarttığınız polis teşkilâtı, yine sizin dediğiniz gibi “durduk yere kimseyi gözaltına almıyorlarsa”, o zaman sizi ve oğullarınızı da “durduk yere gözaltına almadılar” ve sizi ve milyon Dolar’lık işler çeviren oğullarınızı yakapaça emniyete götürürken de “destan yazdılar”. Öyle değil mi? Bakın meselâ; “beni niye gözaltına almıyorlar?” Demek ki “durduk yere kimseyi gözaltına almıyorlar.”

2 – “Devlet içinde devlet olmuşlar” diyorsun. 11 yıldır devleti ben mi yönetiyorum? Daha dün, “Ne istedilerse verdik” diyen sen değil miydin?

Eğer şimdiye kadar “ne istedilerse verdin” ise, demek ki bunların “devlet içinde devlet” olması, “paralel devlet” kurması kötü birşey değil, yasadışı değil. Kötü birşey olsaydı, yasadışı olsaydı, derdest edip uzaklaştırmak yerine “her istediklerini verir” miydin? Yok eğer “devlet içinde devlet olmak” iyi birşey değilse, “paralel devlet” falan yasadışıysa, demokrasilerde yeri yoksa, sana “inlerine kadar gireceğiz” dedirtecek kadar tehlikeli birşey ise, o zaman neden şimdiye kadar “ne istedilerse verdin?”

– Bazı Türk medyasında tutuklu BDP’li vekillerin serbest bırakılmaması hakkında yapılan “Cemaat engel oldu” yorumları hakkında neler düşünüyorsunuz?

Bakın bu çok çarpıcı bir yorum. Kimsenin günâhını almak istemem ama, bana doğruluğu yüksek bir yorum gibi geliyor.

Bir de BDP demişken, şunu belirtmeden geçemiyeceğim: Şu son olaylarla ilgili en erdemli tavrı ortaya koyan, BDP’dir. Bunu öncelikle teslim etmemiz gerekiyor.

Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), bu son olaylarla ilgili, hem hükûmete karşı oluşturulan kirli ittifakın ve tezgâhın karşısında, hem de hükûmetin içindeki rüşvet ve yolsuzluk olaylarının karşısında bir duruş sergiliyor. Bunu BDP Eşbaşkanı Selahaddin Demirtaş’ın konuyla ilgili açıklamalarında görmek mümkün. Sevgili Demirtaş’ın bu duruşu, hem ahlakî hem de uyanık bir siyasetin mümkün olduğunu gösteriyor bize.

Son olaylarla ilgili olarak benim de duruşum tam olarak burasıdır. Tarafımı net olarak belli etmişim: Kirli ittifaklar ve tezgâhlar karşısında hükûmetin yanında, rüşvet ve yolsuzluk konusunda hükûmetin karşısındayız. Dolayısıyla, ne kimse kirli ittifakları ve tezgâhları bahane ederek bizden rüşvet ve yolsuzluklara göz yummamızı beklemeli, ne de kimse rüşvet ve yolsuzlukları bahane ederek bizi kirli ittifaklarına ve tezgâhlarına alet etmeye çalışmalı.

Doğrusunu söylemek gerekirse, Haziran ayında patlak veren Gezi olaylarında da BDP’nin duruşu oldukça erdemliydi. Gezi olaylarında da BDP, hem meşrû bir hükûmeti ğayr-i meşrû yollardan devirme oyununa karşı durdu, hem de hükûmetin sert tavrına ve uygulanan polis şiddetine karşı durdu. Haziran ayında ben zaten “Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı” vesilesiyle Diyarbakır’daydım ve günlerce hem BDP üst yönetimi ve hem de genel olarak tüm Kürt eliti ve entelijansiyası ile birlikteydım. Gezi Parkı’na bakışlarını içeriden gözlemleyebildim; bahsettiğim şekildeydi. Gerçi sonraki süreç içerisinde – özellikle kemalist Türk Solu’nun şırınga etmiş olduğu zehirli kanı hâlâ damarlarından tam olarak sökememiş kanat tarafından – BDP’nin olumlu duruşunu bozmaya, partiyi (ve genel olarak tüm Kürtler’i) Türk Solu’nun kuyruğuna takmaya yönelik çabalar oldu, ama bunu tüm partiye, hele hele tüm Kürtler’e mal etmek, yanlıştır. Genel bağlamda BDP’nin duruşu olumluydu.

Son olaylara dönersek; BDP’nin duruşu olumludur ancak yine de dikkatli olması gerekiyor. BDP ve tüm Kürtler bilmeli ki, bu kirli ittifakların ve tezgâhların bir hedefi de Kürtler’dir, BDP’dir, barış sürecidir. Yani sadece AK Parti’ye karşı değil, aynı zamanda BDP’ye karşı da bir operasyondur bu. Çünkü bu operasyon, Washington ve Samsun’daki Erdoğan’a karşı değil, Kahire ve Diyarbekir’deki Erdoğan’a karşı bir operasyondur.

Daha açık konuşayım: Darbeye “darbe, Kürdistan’a “Kürdistan” diyen Erdoğan’a karşı bir operasyondur. Mısır politikası sevgili Erdoğan’ı “küresel şer odaklarının”, Diyarbekir buluşması da “yerli şer odaklarının” hedefi haline getirmiştir. Zirâ ABD’nin emriyle ve dünyanın en aşağılık rejimi olan habis Suudî rejiminin desteğiyle Mısır’da gerçekleştirilen askerî darbeye, cuntanın Adeviye’de Müslüman halka yönelik katliâmlarına dünyada en sert ve haklı tepkiyi gösteren, emperyalist güçlere karşı dik duran, sonra da içeride BDP ile barış müzakerelerini yürüten, Diyarbekir’de Kürdistan Federe Devlet Başkanı Mesud Barzanî ile buluşan, sevgili Şıvan Perwer ile buluşan, sevgili Osman Baydemir’i makamında ziyaret eden Erdoğan’dır “sorun” olan. Şer güçlerin gözünde “sorun” olan Erdoğan, bu Erdoğan’dr. Yoksa, “Yaradılanı Yaradan’dan ötürü seven” Erdoğan değil, işçiye memura “Ananı al da git” diyen Erdoğan hiç değil.

Kürtler’in ve Kürt siyasetinin bu noktada çok uyanık ve zinde olması gerekiyor. Kimsenin kuyruğuna takılmaya gerek yok ama kimsenin tezgâhına düşmeye de gerek yok. Kürtler kendi çıkarlarını düşünerek hareket etmelidirler. Dünyada herkes böyle davranıyor.

– Türkiye’nin İran ile olan ekonomik ilişkilerinin İsrail’i rahatsız ettiği ve operasyonun altında bu olabileceği konuşuluyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’nin İsrail ile olan ekonomik ilişkileri daha fazla. Türk devleti (bugünkü AK Parti iktidarı dahil), bu noktada oldukça pragmatist hatta ikiyüzlü bir politika izliyor.

Hani Cemaat sözcüleri, “İlişkiler Mavi Marmara ile birlikte koptu” dediler ya, Mavi Marmara yolcuları olarak İsrail’de yattığımız, Negev Çölü’nün ortasında kurulu Be’er – Şeva kentinde bulunan Ela Hapishanesi’ni Türk müteahhitler yapmıştı. Hapishanenin ranzalarını, masalarını Türk devleti vermişti. Hapisteyken gardiyanların bize verdiği içme suyunu bile Türk devleti vermişti onlara, içtiğimiz suyun şişesinin üzerinde “Made in Yükselen Türkiye” yazıyordu. Yediğimiz bisküvilerin üzerinde “Made in Hedef 2023” yazıyordu. Bileklerimize takılan kelepçelerin üzerinde de “Yaradılanı severiz Yaradan’dan ötürü” yazıyordu.

Gemide, bir dünya teakwondo şampiyonu hocamızı kaybettik, Çetin Topçuoğlu. Çetin Hoca, hânımı Çiğdem Topçuoğlu ile birlikte gemiye katılmıştı. Râhmetli Çetin abiyi katlettiler, Çiğdem ablayı da Be’er – Şeva’daki hapishaneye attılar. Adanalı’dırlar. Adana ile Be’er – Şeva, “kardeş şehir”dirler; iki belediye arasında “kardeş şehir” anlaşması var.

Gemide katledilen 9 kardeşimizden biri İzmirli’ydi, Cengiz Songür. Cenazesi Tel Aviv’den uçakla İzmir’e gönderildi. İzmir ile Tel Aviv, “kardeş şehir”dirler; iki belediye arasında “kardeş şehir” anlaşması var.

Ayrıca “Mavi Marmara edebiyatı” yaparak AK Parti propagandası yapan ve böyle yapmakla şehîdlerin azîz hatırâsına saygısızlık ettiklerinin de farkında olmayan “bizim arkadaşlarımıza” şunu da söylemek isterim ki, Mavi Marmara katliamından bu yana Türkiye’nin İsrail’le ekonomik ilişkileri katlanarak artmıştır. Mavi Marmara katliamı nedeniyle Türk devletinin İsrail’le bırakın ticarî ilişkileri kesmeyi veya yaptırım uygulamayı, Türk devleti İsrail’le ilişkilerini daha da arttırmış, güçlendirmiştir.

Mavi Marmara baskını Haziran 2010’da oldu. Ondan sonraki bir yıl içinde örneğin, Haziran 2010 – Haziran 2011 arasında Türkiye’nin siyonist İsrail’den yaptığı ithalat hacmi % 73 artmıştır. Halihazırda da dünyada İsrail’le en iyi ekonomik ilişkileri olan ülkeler bazında Türkiye 9. sırada bulunuyor, 200 küsür ülke arasında.

Halkbank’tan, İran’dan önce bence bunları konuşmak lazım.

– Son olarak neler söylemek istersiniz?

Son olarak hem Hükûmet’e hem de Cemaat’e “ortak” seslenmek istiyorum:

Abdest, elinizi yüzünüzü temizleyebilir ama içinde bulunduğunuz kirliliği temizlemez. Her ikiniz de öyle bir bataklığa saplanmışsınız ki, sizi ordan kullandığınız küfür ve hakaret dolu cümlelerinizin arasına sıkıştırmakta hiçbir beis görmediğiniz âyet ve hâdisler de kurtaramaz. Sizi belki yaşlı ninelerimizin samimî dûâları kurtarabilir ama onlardan da mahrum kalacaksınız bu gidişle.

Bol bol “abdest” muhabbeti yapıyorsunuz, her iki taraf olarak da. Kendinizi savunmak için yaptığınız her açıklamada, ağzınızdan “abdest” kelimesi eksik olmuyor. Oysa abdest, salt bir vücût temizliği değildir.

Bundan tam 6 sene önce, 7 Ekim 2007 tarihinde kaleme aldığım “Haramlar Karşısında Bütün Organlarımız Felç Olmalı” başlıklı makalemde, “abdest” temizliğinin İslam itikadında ihtivâ ettiği mânâyı izah etmiştim.

O makalemin ilgili bölümlerini, sizler için (Hükûmet ve Cemaat için) yeniden paylaşmak istiyorum:

“Kalbimizde Allah inancı taşımamız ve fikren İslam düşüncesi ile donanımlı olmamız yetmez. Allah’ın bize bağışladığı her uzvu O’nun hizmetine sunmak, her organı O’nun haram kıldığından sakındırmak gerekir.

O’nun helal ve haram kıldıkları karşısında tüm organlarımız felç olmalı, bedenimiz tamamen özürlü duruma düşmelidir. Şeytan’ın bize haramları şirin göstermesine kanmamalıyız.

Gözlerimiz kör olsun…

Olsun ki, harama bakmayalım. Bizi şehvete düşürecek, nefsimizin esiri yapacak olan şeylere bakmaktan sakınalım.

Kulaklarımız sağır olsun…

Olsun ki, Allah’ın hoşnut olmayacağı, meleklerin utanacağı sözleri işitmekten sakınalım. Hakkın değil batılın konuşulduğu, faydasız şeylerin söylendiği sohbetlerden ve diyaloglardan kaçınalım. Bizi sapkınlığa, yanlışa itecek konuşmalara kulaklarımızı tıkayalım.

Burnumuz koku alamaz olsun…

Olsun ki, bataklık ve küfrün pis kokusunu solumayalım. Burnumuza sadece gül kokusu gelsin. Cennetin kokusu.

Dilimiz lal olsun…

Olsun ki, bizi şirke ve küfre düşürecek, Allah ve Rasulü’nü incitecek sözler sarfetmeyelim. Yalan söylemeyelim, dostlarımızın ğıybetini yapmayalım, kimseye iftira etmeyelim, kimseyi incitmeyelim. İnsanlara hakaret ve küfür edecek kadar alçalmayalım. Sözlerimizle iki dostun veya iki toplumun arasına düşmanlık tohumları ekmeyelim, karı – kocanın arasını açmayalım, yuvalar yıkmayalım. Allah ve Rasulü’nün hoşlanacağı, insanların hoşlanacağı sözler söyleyelim. Söylediklerimiz insanlara doğru yolu göstersin, insanlar ve toplumlar arasına barışı getirsin, adaleti sağlasın.

Dilimiz tat alamaz olsun…

Olsun ki, Allah’ın haram kıldığı şeyleri tatmayalım. Domuzdan, Allah adına kesilmemiş etten, içkiden, helal kazanılmamış rızıktan, içinde yetim hakkı, işçinin çalınmış emeği ve alınteri bulunan lokmayı yemeyelim.

Ellerimiz tutmaz olsun…

Olsun ki, harama elimiz gitmesin. Yetim malına, kul hakkına, başkasının hakkı olan mülkiyete elimiz gitmesin. Hırsızlık yapmayalım, apaçık ortada ve kolayca alabileceğimiz durumda olsa bile, hiç kimse görmese de Allah’ın göreceğini bilerek ve buna şeksiz şüphesiz inanarak el uzatmaktan kaçınalım. Yalnızca helal kazanca tenezzül edelim.

Ayaklarımız yürüyemez olsun…

Olsun ki, Şeytan’ın yolundan gitmeyelim, Allah’ın yasakladığı ve bizi şiddetle men ettiği yoldan yürümeyelim. Şeytan ve dostlarının izinden giderek onlara cehennem arkadaşı olmayalım, ateş yoldaşı olmayalım. Yalnızca Allah ve Rasulü’nün yolundan gidelim, Qur’ân’ın izinde yürüyelim.

Son nefesimizi verinceye dek bu yolun yolcusu olalım.

***

Kıldığımız her namazdan önce abdest alırız. Abdest alırken ellerimizi, yüzümüzü ve ayaklarımızı yıkar, ağzımıza, burnumuza ve kulaklarımıza su veririz.

Sizce bu sadece bedensel bir temizlik midir?

Ellerimizi yıkarken, harama el uzatmayacağımızı…

Ağzımıza su verirken, haram lokma yemeyeceğimizi ve daima hak sözü söyleyeceğimizi…

Burnumuza su verirken, yalnızca gül kokusunu soluyacağımızı…

Yüzümüzü yıkarken, yönümüzü yalnızca Allah ve Rasulü’nün yönüne çevireceğimizi…

Kollarımızı yıkarken, yalnızca helal kazanç peşinde olacağımızı, yetimin ve fakirin hakkını yemeyeceğimizi…

Saçlarımızı meshederken, yalnızca Hakk kapısının altından geçeceğimizi…

Kulaklarımıza su verirken, Şeytan’ın çağrısına kulaklarımızı tıkayacağımızı…

Ayaklarımızı yıkarken ise yalnızca Qur’ân ve Resulullah’ın yolunun yolcusu olacağımızı ilan etmiyor muyuz?

Selam, bu yolun yolcusu olanlara…”

Evet.. Bundan tam 6 yıl 2 ay 2 hafta önce kaleme aldığım “Haramlar Karşısında Bütün Organlarımız Felç Olmalı” adlı makalemde, “abdest” temizliğinin İslam itikadında ihtivâ ettiği mânâyı bu şekilde izah etmiştim.

Hükûmet’te de, Cemaat’te de bu hassasiyetlerin hiçbiri bulunmadığına göre, boşu boşuna her konuştuklarında “abdest” muhabbeti yapmasınlar.

Çünkü aldıkları şey, İslamî anlamda “abdest” değildir. Sadece ellerini ve yüzlerini yıkamış oluyorlar, kusura bakmasınlar.

El ve yüz temizliği de önemlidir, tabiî ki. Lâkin ondan daha önemli olan, kalp ve ahlâk temizliğidir.

Söyleşi: Cesim İlhan

7 SABAH

https://7sabah.com/?part=newsadvance&inc=newsadvance&id=4278

 

*

*