Savcı da ‘Kolektif Cinayet’ Dedi

Savcı da ‘Kolektif Cinayet’ Dedi

"Savcı Kökçü’nün ortaya koyduğu iddianame çok şey söylüyor, en başta da Dink cinayetinin asıl “ana dava”sının bu dava olacağını..."

Agos gazetesi genel yayın yönetmeni Hrant Dink’in 19 Ocak 2007’de öldürülmesiyle ilgili olarak açılan, cinayetin tetikçisi ile onu cinayete teşvik edenlerin yargılandığı davaya “ana dava” denildi, hâlâ da öyle deniyor. Fakat en başından beri Dink cinayetinin, devletin istihbarat ve asayiş örgütlenmesinin içinde yer alan birtakım güçlerin teşvikiyle, en azından “yol vermesiyle” gerçekleştiğini düşünenlere göre “Hrant Dink cinayeti ana davası”, ancak bu güçlerin ortaya çıkarılmasını hedefleyen bir dava olabilirdi. Ne var ki cinayetin işlendiği tarihten yedi yıl sonrasına, 2014’e kadar gerçek bir “ana dava”ya evrilecek böyle bir soruşturma açılamadı. Nihayet, Dink ailesinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurusunun olumlu bir biçimde sonuçlanmasıyla birlikte bu soruşturma başlatılabildi.

 

Yaklaşık iki yıldır sürdürülen, çok sayıda kamu görevlisinin ifadesinin alındığı soruşturmaya ilişkin iddianame nihayet geçtiğimiz günlerde mahkeme tarafından kabul edildi. İddianameyi hazırlayan savcı Gökalp Kökçü, cinayet öncesinde, sırasında ve sonrasında görev başında olan 26 kamu görevlisi hakkında “silahlı örgüt kurmak”, “tasarlayarak kasten öldürmek”, “kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi”, “görevi kötüye kullanma” gibi suçlardan ağır hapis cezaları talep ediyor.

En önemli tespit, Gülen Cemaati’ne dair

İddianamenin bütün ayrıntıları Aljazeera Türk’te yer aldı, o nedenle ben bu yazıda sadece iddianameyi önemli bulduğum yanlarıyla anlamlandırmaya çalışacağım.

İddianamenin saptadığı en önemli nokta, hiç kuşkusuz Dink cinayetiyle, Gülen cemaatinin devlet içindeki örgütlenmesi arasında doğrudan bağ kurulması...

Soruşturma boyunca alınan ifadelerden yola çıkılarak, savcının, adları Gülen cemaatiyle anılan bazı istihbaratçıları suçlayabileceği biliniyordu ama, iddianamede iki yeni unsur daha yer alıyor:

a) Savcı hem bu istihbaratçıların bağlı bulunduğu örgütün “Fethullahçı Terör Örgütü / Paralel Devlet Yapılanması” (FETÖ / PDY) olduğunu kayda geçiriyor.

b) Hem de örgütün cinayete neden “yol verdiğini” gerekçelendiriyor.

Savcıya göre, Dink’in öldürülmesi bir “araç suç”tu. Bir de “amaç suç” vardı. Amaç, İstanbul’da yürütülmesi planlanan Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarına ikna edilemeyen İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler’i tasfiye etmek ve İstanbul istihbaratının “örgüt”ün eline geçmesini sağlamaktı. Savcıya göre, nitekim, Dink’in öldürülmesinden sonra bu göreve Ali Fuat Yılmazer getirilmiş, onun İstihbarat Daire Başkanlığı’ndaki görevi sırasında 2006 yılı Haziran ayında yasadışı bir biçimde oluşturduğu C-5 adlı büronun çalışmaları doğrultusunda Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları yürütülmüştü.

Savcı, en yüksek cezaları da zaten “FETÖ / PDY Silahlı Terör Örgütü” üyesi olarak faaliyet yürüttükleri ve kasten adam öldürmeye sebebiyet verdikleri gerekçesiyle Ramazan Akyürek, Ali Fuat Yılmazer ve Çoşkun Çakar için istiyor: Ağırlaştırılmış müebbet hapis.

Savcının iddiaları, Emniyet içinde Cemaat örgütlenmesi ile yıllar boyunca açık bir rekabet ve çatışma içinde olan üst düzey istihbaratçı polislerin suçlamalarıyla uyum içinde... Fakat savcı Kökçü, o kanat içinde yer aldığı bilinen polislerle ilgili olarak da suçlamalarda bulunuyor.

Suçlananlar yelpazesi bize ne diyor?

Bunlardan en önemlilerini hatırlatalım: Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarına karşı çıktığı için Cemaatçi ekip tarafından tasfiye edildiği söylenen Ahmet İlhan Güler (cinayet sırasında İstanbul İstihbarat Şube Müdürü) ... Cemaatçi polislere karşı Güler’i koruduğu bilinen Celalettin Cerrah (cinayet sırasında İstanbul Emniyet Müdürü) ... Savcı’nın, “cinayeti mutlaka biliyorlardı ya da öngörüyorlardı” diye sıraladığı dört isimden biri olan Engin Dinç (cinayetin örgütlenmesi sırasında Trabzon İstihbarat Şube Müdürü) ...

Bu kişiler (ve birkaç kişi daha), Cemaat’le herhangi bir bağlantı kurulmaksızın savcı tarafından suçlanıyor. Şu anda Emniyet istihbaratının bir numaralı koltuğunda oturmakta olan Engin Dinç hakkında “kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi” suçundan 15-22 yıl arasında ceza isteniyor. Ahmet İlhan Güler hakkında da aynı ceza talep ediliyor.

Bu tablo bize, savcının da, a) cinayetin salt tetikçilerin cezalandırılıp kapatılmasına karşı olanların baştan beri savunduğu “Dink cinayeti devlet içindeki çeşitli güçlerin bulaştığı bir cürümdür” görüşüne katıldığını, b) Bu güçlerin salt Cemaat’in devlet içindeki örgütlenmesiyle sınırlı olmadığına inandığını gösteriyor.

Cemaate karşı kullanılmayan ‘imkân’

İddianamenin en önemli tespitinden (“Cinayete FETÖ / PDY Silahlı Terör Örgütü yol verdi”) yola çıkarak sorulması gereken bir soru var ki, kanaatimce asıl odaklanılması gereken nokta odur. O soruyu şöyle formüle edebiliriz:

Dink cinayetinin devlet içindeki uzantılarının ortaya çıkarılması amacıyla başlatılan bu soruşturma, Gülen cemaatini suçlayabilme yönünde taşıdığı imkânlara rağmen neden dirençle karşılaştı ve çok zor ilerledi?

Öyle ya, “bir numaralı düşman”ını alt etmek için her yola başvuran bir devlet neden böyle bir “imkân”ı kullanmakta çekingen davrandı? Bunun nedeni, “suçlananalar yelpazesi”nin de gösterdiği gibi, soruşturma ilerledikçe, cinayetin devlet içindeki çeşitli güçlerin “kolektif” bir eylemi niteliğine bürünmesinden duyulan korku olabilir mi?

Dava henüz başlamadı bile, fakat geçici kanaat ortaya koymakta bir sakınca yok ve benim geçici kanaatim bu yönde. Soruşturma boyunca ortaya çıkan (daha doğrusu savcıların kazıyarak ortaya çıkardıkları) ve ilk bakışta sadece Cemaatçi polisleri suçlamaya elverişli gibi görünen birçok bilgi ve belgenin, Cemaatçi olmayan polisler tarafından yıllar boyunca gizli tutulmasını başka nasıl açıklayabiliriz?

Dinç ve Cerrah’tan sekiz yıl sonra gelen bilgiler, belgeler

Bunlardan en çarpıcı ikisini burada hatırlayalım:

Sekiz yıl saklanan rapor: İddianamede de belirtildiği gibi, bir türlü ifadesi alınamayan Engin Dinç nihayet ifade verdiğinde, sekiz yıldır arşivlerde olduğu halde yargıya iletilmeyen bazı belgeleri beraberinde getirmiş, savcıya teslim etmişti. Bu belgelerden biri, Trabzon istihbaratının ve emniyetinin cinayetin tetikçisini önceden bildiğini açık bir biçimde gösteriyordu.

Yine yıllardır gizlenen ikinci önemli bilgi ise Celalettin Cerrah’ın ifadesiyle ortaya çıkmıştı.

Dink’in katledildiği 19 Ocak’ın gecesinde (2007) İstanbul’da bazı bakanların da katıldığı bir toplantı yapıldı. İlk sunumu yapan İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ellerinde hiçbir bilginin olmadığını belirtti. Cerrah, cinayet gecesi toplantısında daha sonra ne olduğunu savcılık ifadesinde şöyle anlattı:

“(...) O sırada İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek orada olduğu için 'bu konuda sizde herhangi bir bilgi, belge, gelişme var mı' diye sordum. Ramazan Akyürek 'yok' dedi.”

Oysa birkaç gün sonra yakalanacak Yasin Hayal ve arkadaşlarının adları, cinayetten bir yıl kadar önce, o Trabzon Emniyet Müdürü’yken bir istihbarat raporu olarak sunulmuştu kendisine. Yani, Cerrah’ın ifadesine göre, emniyet istihbaratının bir numaralı ismi katilleri biliyordu ama bu bilgiyi İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, Adalet Bakanı Cemil Çiçek ve başka birçok üst düzey devlet yetkilisinin olduğu toplantıda gizlemişti.

Tabii en tuhafı şuydu: Ortada katili bildiği halde hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapan bir istihbarat şefi vardı, toplantıda bulunan zevat üç gün sonra adlı adınca bunun böyle olduğunu anlamışlardı ama yıllar boyunca bu “ağır” bilgiyi kendilerine saklamışlardı.

Bunun bir suç olduğu muhakkak. Fakat tartıştığımız konu bağlamında şunu da sormalıyız: Devlet içinde çatıştığınız bir gücü yere serecek bir bilgiye sahipsiniz ve fakat siz bu bilgiyi kullanmaktan imtina ediyorsunuz. Neden?

Benim aklıma, “gizliyorlar, çünkü kendi elleri de temiz değil”den başka bir şey gelmiyor.

Savcı Kökçü’nün ortaya koyduğu iddianame çok şey söylüyor, en başta da Dink cinayetinin asıl “ana dava”sının bu dava olacağını...