Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

'Savaşı istemeyin, gelip çattığında da kaçmayın' hikmetince davranmak

Suriye Baas rejiminin Türkiye'ye aid, keşif fonksiyonlu bir savaş uçağını düşürmesini takib eden gelişmeler, son derece sur'atli oldu..

Kimileri, Suriye'ye hemen savaş açılmasını istediler veya beklediler..

Bu hususta teennî ile hareket edilmesini önerenler ya korkaklıkla, ya korkutmakla suçlandılar..

Halbuki, Resul-i Ekrem (S)'den gelen ve 'Savaşı istemeyiniz, ama, geldiği zaman da ondan kaçmayınız..' şeklindeki bir rivayetin taşıdığı hikmeti elbette gözönünde bulundurmak gerekirdi.

Hele de, her iki ülkenin halkının da müslüman olduğunu gözönüne aldığımızda, bu gibi savaş çığırtkanlığından daha bir kaçınmak gerektiği açıktı..

Evet, Suriye'deki müslüman halkın marûz kaldığı korkunç katliâma seyirci kalınamaz, ama, bunu önlemek adına bir savaşa taleb edenler, devletler arası savaşlarda yüzbinlerin, milyonların hayattan safdışı olabileceğini tahmin edemiyorlarsa, Saddam'ın saldırısıyla başlayıp, 1980-88 arasında 8 yıl süren ve her iki taraftan 1 milyondan fazla insanın hayattan çekildiği İran-Irak Savaşı'nı hatırlasınlar..

*

Müslüman halklar arasındaki savaşlar tarihte her iki tarafı da uzun asırlar boyu yaralamış, münasebetlerini zehirlemiştir..

Hatırlıyalım ki, miladî-1402'de, yani 610 sene önce bu günlerde cereyan eden Timur ve Yıldırım Bayezid arasındaki Ankara Savaşı'nda, taa Buhara- Semerqand taraflarından harekete geçen müslüman ordularla gelen Timur'un Yıldırım'ı yenmesi ve esir almasının sebeblerini anlamaya çalışan bazı tarihçiler, bu sonuçta, ulemânın, müslüman kanı akıtılmaması için, böyle bir savaşa sıcak bakmayışlarının etkili olduğunu da ileri sürmüşlerdir..

Böyle bir etkinin rolü kolayca reddedilemez, herhalde..

Bugün de, T.C. rejimi de, Suriye Baas rejimi de, İslam karşısındaki mahiyetleri açısından birbirinden temelde birbirinden pek farklı olmasa bile, her iki tarafın halkı da, çok büyük çapta, aynı inanç potasının içinde şekillenmiştir.. Bu bakımdan, bu gibi savaş çığırtkanlıklarının, en azından bu açıdan, dinlenmemesi gerekirdi..

Ayrıca, savaşın, hattâ kazanıldığı zaman bile, savaşan bütün taraflar için, ne büyük yıkımlara vesile olduğu da unutulmamalıdır.. Onun için, başka çözüm yolu olmadığı, son çare olarak savaşa başvurulması sözkonusu olduğu zaman, ona başvurmak gerektiği unutulmamalıdır..

*

Bu bakımdan Tayyîb Erdoğan'ın 26 Haziran günü yaptığı açıklamalar bazılarının beklentilerini boşa çıkarmıştır..

Çünkü, Suriye Hükûmeti, uçağın kasden düşürülmediğini, kazaen düşürüldüğünü açıklamış olsa bile, özür dilenmesi, tazminat ödenmesi ve bir daha böyle bir saldırının tekrarlanmıyacağının taahhüd edilmesi gibi maddeleri içeren Türkiye notasına hiç değinilmemesi, Türkiye'nin bu mes'eleyi, diplomasi dilindeki latince bir ifadeyle, 'CASUS BELLİ / Savaş sebebi' sayabileceği beklentilerini arttırmış olsa da,

bereket ki, Erdoğan, bundan sonra, Suriye'nin herhangi bir askerî unsurunun Türkiye kara, hava ve deniz sınır ve sahalarına tehlike teşkil edecek şekilde yaklaşması halinde, karşılık verileceğini ve hedef alınacağını açıklamıştır..

*

Suriye'nin (Dışişleri Bakanlığı'nın Sözcüsü Maqdisî aracılığıyla) yaptığı açıklamalarda, dünya kamuoyunu yanılttığı anlaşılmaktadır..

Çünkü, Suriye makamları, uçağın kendi hava sahalarında vurulduğunu bildirmektedir.. Halbuki, belgeler bunu doğrulumamaktadır..

Türkiye'nin açıkladığı uydu resimleri ve radar belgelerine göre, sözkonusu uçak, gerçi, Samandağı- Lazqiye arasında, Hatay'ın güney batısındaki dar alanda, saatte 1400-1500 km. hızla, eğitim veya keşif uçuşu yaparken -ki, böyle bir uçuş, hele de öyle hassas bir yerde daha bir normaldir- bir ara, Suriye hava sahasına girmiştir, ama, -Suriye tarafı hiç belirtmemiş iken- Türkiye'ye aid radar üssü tarafından 'saha dışına çıktın..' ikazı üzerine, uluslararası hava sahasına dönmüş ve o ikazdan 15 dakika kadar, yüzlerce km. daha uçtuktan sonra, Suriye sahillerinden 13 mil uzaktayken vurulmuş ve sonra, Suriye karasuları içinde 8. km.'de denize saplanmıştır.. Burada ilginç olan, öyle bir ihlali Suriye'nin hiç kaydetmemiş olmasına rağmen, Türkiye'nin bizzat dile getirmesi ve derhal düzeltildiğini teknik bilgiler ve belgelerle, uydu resimleriyle isbatlaması..

*

Bu vesileyle, belirtilmeli ki, İslam İnqılabı'nın temel prensiplerini korumaktaki ciddiyetiyle tanınan bir İran gazetesi bile, 27 Haziran tarihli sayısında, bu konuda, bu teknik bilgileri hiç vermeyip, sadece, Türkiye makamlarının, 'uçak uluslararası hava sahasındayken vurulup, Suriye kara sularına düşmüştür..' şeklinde bir iddiada bulunduklarını aktardıktan sonra, konuyu, 'Akdeniz'deki rüzgarlar, ne kadar kuvvetliymiş ki, bir uçağı bile böylesine savurabilmiş..' gibi alaycı bir ifadeyle okuyucularına duyurmuştur..

Gerçekten de esef edilecek kadar sağlıksız bir yaklaşım.. Çünkü, açıktır ki, 1000-1500 km. hızla hareket eden bir askerî uçak değil, 700 km. civarında bir sur'atle hareket eden bir yolcu uçağı bile düştüğünde bile, insanlar ve uçak parçaları onlarca km. uzaklara savrulabiliyor..

Aynı gazetenin, 25 Haziran günlü sayısında yayınlanan ve hemen daima olduğu gibi, yine bir yakın dostun kaleminden çıktığı anlaşılan, 'Suriye'nin saldırgana verdiği ibret dersi..' başlıklı başmakalede ise, bu saldırının övülmesi ve Türkiye aleyhinde çok hasmâne duyguların dile getirilmesi, daha bir tuhaf.. Ki, müslümanlar arasındaki hissiyatın daha fazla yara almamasını düşünerek, orada kullanılan ağır ve yaralıyıcı ifadeleri aktarmaktan kaçınıyorum.. Bu gazete de dahil, İran medyasından yazılı, sesli veya görüntülü hemen hiç bir yayın organının, Suriye'de müslüman halka uygulanan o korkunç katliâm ve bombardımanlar hakkında, kamuoyunu objektif şekilde bilgilendirmezken, şimdi, 43 yıllık Esed Hanedanı'nı ve Suriye Baas rejiminin diktatörlüğünü böylesine temize çıkarmaya çalışması da ilginçtir..

Evet, savaş tahrikçiliği, her kim yaparsa yapsın, mezmûmdur, kötü ve çirkin sayılmalıdır.. Ama, hemen her konuda, İslam kardeşliğinden söz eden nice insanların bile, kendi ülkelerindeki rejimlerin maslahat ve menfaatleri sözkonusu olunca, bir başkasının yaptığı bir saldırıyı bile görmezlikten gelip, başka bir ülkenin müslüman halkının duygularını alaya alırcasına tuhaf bir yaklaşım sergilemesi karşısında şaşırmamak ve eseflenmemek, hayıflanmamak mümkün değil..

*

Keza, İnqılab Muhafızları / Pasdaran Ordusu'nun savaş yıllarında başkomutanı olup, hâlen de önemli bir resmî sıfatı bulunan Muhsin Rızaî'nin 'tabnak' isimli sitesinde bu konuda yayınlanan stratejik yorumlarda da, gerçeklere dayandığı belgelenemeyen ağır suçlamalar yapılması, ve sonra durum biraz kritikleşince, 'uçağın Suriye tarafından vurulmasının imkansız olduğu, çünkü, onu vuran füzenin Suriye'ye Rusya tarafından son haftalarda verildiği ve Suriye güçlerinin henüz bunları kullanacak kadar teknik eğitimden geçmediği ve bu yüzden, bu füzelerin Rus askerî teknisyenlerince ateşlendiği' gibi iddiaları ciddî ciddî yazabilmesi, Suriye rejimini korumak için, Türkiye'yi Rusya ile karşı karşıya getirmeye çalışan ilginç yorumlara yönelmesi de düşündürücüdür.. Ki, bu yorum üzerine, Rusya'ya övgü mahiyetinde yayınlanan yüzlerce yorum ise, tam mânasıyla iç karartıcı..

Bizim toplumumuzda, Osmanlı'dan başlıyarak Batı dünyasıyla 150-200 ve T.C. rejiminin de 90 ve hele NATO'yla 60 yıllık bağlar bilinip bunlar suçlanır, ama, Batı'lı emperyalistleri, B. Amerika'yı böylesine açıkça öven yorum, mesajlara yer verecek etki bir yayın organı pek bulunmaz herhalde..

Ama, İran'da devletin elindeki hemen bütün gazetelerin başlık ve yorumlarının da, Suriye'yi rejimini korumak için, T. C. rejimi aleyhinde bir husûmet cebhesi oluşturmak istercesine bir çizgi takib ettiği de belirtmeden geçilemiyecek cinsten değil..

Ve o yorumların altında yazılan yüzlerce okuyucu mesajlarının içinde, bir- iki tanesi hariç, hemen hepsinin, hem de İslamî terminolojiyi kullanan kimselerce, geçmişteki Osmanlı dönemini de içine alacak şekilde, korkunç bir suçlama kampanyasına katılmaları insanın içini karartıyor..

'Türkiye'nin vurulması iyi oldu, aferin Esed! Bir tane yetmez.. Daha da devam.. Haddini bildirin.. Aferin Rusya'ya da..' deyişler..

Bunların, İslamî kimliği ve resmî sıfatları bilinen bir kimsenin kontrolündeki internet sitesinden yayınlanabilmesi, elem verici...

Zannedersiniz ki, Türkiye'nin uçağını vurdu diye, Beşşar Esed'i alkışlara boğan Rus muhalefetinin sivri isimlerinden ünlü Jirinovsky'nin yüzlerce kopyası, İran'da zuhûr etmiş gibi.

Aynı şekilde, İran Meclisi'nin Haricî Siyaset Komisyonu Sözcüsü Huseyn Naqavî'nin, Mehr ajansına verdiği mülâkatta, 'Türkiye'nin, bu eylemle, NATO"nun ayağını Suriye"ye çekmek için atmosfer oluşturma komplosu peşinde..' iddiasında bulunması ve 'Hava sahası ihlal edilen bir ülkenin kendini savunma hakkı vardır ve öyle bir uçağın düşürülmesi gaayet tabiî bir durumdur..' demesi de ilginçtir.. Kaldı ki, Tayyîb Erdoğan'ın açıkladığı üzere, son bir kaç ay içinde, Türkiye hava sahası da çeşitli ülkelerce 170 kez ihlal edilmiş ve sadece Suriye rejimi helikopterleri bile, Türkiye'nin hava sahasını 5 kez ihlal etmiş ve bunlar, gerekli ikazlarla, düşürülmeden sonlandırılmıştı..

Yine hatırlanmalı ki, Irak'daki Amerikan uçaklarının da, İran hava sahasını ihlal ettiği, defalarla açıklanmış ve durum resmen protesto edilmiş ve bu uçaklar da asla düşürülmemişti..

İsrail rejimi uçaklarının Suriye hava sahasını kevgire döndürdüğü ve ama, hiç birisine bu zamana kadar ateş açılmadığı da bilinmeyen bir durum değil..

*

İran'daki dostların bu siyasetlerini bir gözden geçirmelerini ve bunun doğru olup olmadığını değerlendirmelerini tavsiye etsek, kulak verirler mi, dersiniz? Dünya müslümanları arasında her türlü kavmiyetçi veya mezhebçi, coğrafyacı, ulusalcı yaklaşımlara karşı çıkmaya çalışan kalbleri bu gibi yorumların ağır şekilde yaraladığı unutulmamalıdır..Ve bilinmelidir ki, T.C. medyasında, Suriye konusundaki siyasetinden dolayı, İran aleyhinde, müslümanlar safından, böylesine seviyesiz yorumlara pek rastlanmaz..

*

Kaldı ki, Türkiye'nin Batı emperyalizmiyle 200 yıla yakın zamandır birlikte hareket ettiği ve NATO'ya üye olduğu yeni bir şey değilken, Osmanlı ve T.C. rejiminin bu noktalara hangi zorlayıcı etkenlerle geldiği ve bu durumdan çıkış için, daha yeni yeni kıpırdanışlar filizlenmeye başlandığı gözönüne alınmadan, bu yorumların yapılması, İslam Milleti'nin birliği idealini duygu ve düşüncesinin aslî mihveri yapanları ağır şekilde tahrib etmektedir.. Üstelik de, kendileriyle direkt olarak ilgili olmayan ve bir başka coğrafyada, müslüman halkı ezmek için, aylardır şehirleri yerle bir eden ve yaklaşık 15 binden fazla insanın ölümüne yol açan bir duruma engel olamayışı hasebiyle de, daha bir menfur olarak nitelenmesi gereken bir diktatörlük rejimi hatırına..

Bu gibi konularda, resmî sıfatları olan kişilerin ve resmî himayeyle yayınlanan yayın organlarının böylesine bir çizgi takib etmelerine rağmen, İran makamlarının, 'Bu gibi görüşler kişilerin sahsî görüşleridir, İİC'ni sadece Rehber, Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı'nın görüşleri bağlar.' gibi açıklamalar yapmaları da aynı şekilde sağlıklı bir izah olarak gözükmemekte ve inandırıcı olmaktan fersah fersah uzağa düşmektedir.. Çünkü, 75 milyonluk bir İran'da, Suriye konusunda, herhangi bir gazete veya diğer kitle iletişim araçlarında, resmî makamlardan farklı düşünen kimselerin görüşleri asla yer almamakta ve hiç kimse, de resmî görüşün dışına düşmemek için suskunluğa gömülmektedir..

Bu arada, Suriye rejimi, uçağı kendisinin düşürdüğünü sarih olarak ve resmen kabullendiği halde, TC. medyasında da, bazı mâlum kişi veya çevrelerin, bu uçağın Amerika, Rusya ya da İsrail tarafından düşürülmüş olabileceğine dair yorumları ileri sürmekte ısrarını anlamak da mümkün değildir..

*

Mısır ve bütün İslam Milleti için bir 'Hayırlı olsun!' temennisi:

Mısır'da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde çevrilen yığınla entrikaya rağmen, sonunda, İkhwan-ul'Muslimîyn (Müslüman Kardeşler) Teşkilatı'nın adayı Muhammed Mursî'nin kazandığı resmen ilan edilmek zorunda kalındı. Eğer askerler halkın gazabından korkmasalardı, adım adım iktidara yakınlaştırdıkları Mısır Hv. Kuv. eski Kom. ve Mubarek döneminin son başbakanı em. General Ahmed Şefîq seçimin galibi ve yeni cumhurbaşkanı olarak ilan edilecekti, neredeyse..

Ama, Mubarek iktidarına son veren dev gösterilerin simgesi haline gelen Kahire-TahrirMeydanı'nda yeniden toplanan onbinler, askerlerce, halkın hassasiyetinin tekrar kabaracağının işareti olarak anlaşılınca, Muhammed Mursî'nin galibiyeti teslim etmekten başka bir çare kalmamıştı..

*

Bunlar bir yıl öncesinde düşünülemiyecek gelişmelerdi..

O 'İkhwan' ki, her türlü siyasî çalışmadan kendisini bütünüyle uzak tutmak zorunda bırakılmıştı ve sadece dispanserler, aşevleri, gıda yardımları, vs. gibi siyaset dışı sosyal çalışmalarda bulunuyordu..

Ve, bu yüzden; 1952 yılında Kral Faruq'un devrilmesiyle saltanat rejiminin son bulmasından sonra 29 yıl devam Nâsır ve Sedat Dönemleri'nin devamı mahiyetindeki 30 yıllık Husnî Mubarek rejimi 11 Şubat 2011 günü devrildiğinde, 'İkhwan' elbette temkinliydi ve geçmişte olduğu gibi, direkt siyasî çalışmalardan uzak kalacağını söylüyordu.. Hattâ, Cumhurbaşkanlığı için aday göstermiyeceğini, kendisine yakın bulduğu bir adayı destekleyeceğini bile açıklamıştı.

Ancak, sosyo-politik gelişmeler öylesine hızlı gelişti ki, elini taşın altına bizzat koymayanların safdışı olacağı anlaşıldı, tıpkı İran'da 1979 başında başarıya oluşan İslam İnqılabı'ndan sonra olduğu gibi..

İran'da da, (merhûm) İmam Khomeynî liderliğindeki İslam İnqılabı Hareketi, milyonlara önderlik ederek, milâdî-1979 Şah'ı ve Şahlık/ saltanat rejimini devirdiğinde, İmam, hemen (merhûm) Mehdî Bazergan başkanlığında bir Geçici Hükûmet kurmuş ve kendisi de Qum şehrine çekilmişti.. Ama, sosyal hayatta yeni otoriteyi kurmak o kadar kolay olmuyor ve problemler giderek ağırlaşıyor ve bu durumdan çıkabilmek için, kitleler üzerindeki karizmatik etkisi bilinen İmam'ın Tahran'a gelip, yönetimin başında olduğunu göstermesi gerekliliği daha bir hissediliyordu..

İmam ise, kendisine, Hükûmet işlerine bizzat nezaret etmesi gerektiği hatırlatıldığında, (şimdi -Rehberlik makamını belirlemekte etkili olan en üst kurul olan- Faqîhler Meclisi Başkanı Âyetullah Muhammed Rızâ Mehdevîkenî'nin geçenlerde sarahaten açıkladığı üzere..) 'Biz Hükûmet etmek için gelmedik.. Sadece, hükûmet edenlere nasihatte bulunacağız..' diyordu..

Ama, sosyal karışıklıkların önü alınamıyor ve giderek herşeyin daha bir kontrolden çıkabileceğinin emareleri gözleniyordu.. Ve İmam geldi, bir kalb rahatsızlığı dolayısiyle geldiği Tehran'dan bir daha Qum'a dönmedi ve Tehran'ın kuzeyindeki Elburz dağlarının eteğinde -o zamanlar bir köy olan, şimdi ise Tehran'la birleşen- Cemarân'da bir mescidin yanıbaşındaki bir küçük ev yerleşti, oradan ülkenin yönetiminin her mes'elesiyle yakından ilgilendi, yönetime nezaret etti ve hele de ilk 5 yıl boyunca, -Saddam Irakı' ile devam eden kanlı savaştan ayrı olarak- yaşanan çetin iç karışıklıklara ve silahlı isyan teşebbüslerine böylece galebe çalındı.

Geçen sene, Mısır'da İkhwan da aynı durumla karşılaştı ve bizzat Hükûmet işlerine, siyasete bizzat müdahil olmadıkça, kenardan başka adaylara destek vererek bir yere varılamıyacağını anlayınca, hemen, Mursî liderliğinde Hürriyet ve Adâlet Partisi adında bir siyasî teşekkül oluşturularak, siyasî arenaya girdiler..

İkhwan, girdiği ilk seçimlerde, oyların yüzde 44'ini aldı; Selefî Hareket ise, yüzde 29 civarında oy alarak toplumda, sosyal planda ikinci güç odağı olduğunu ortaya koydu.. Yani, her iki hareket de, - geçmişte biribirlerine karşı ağır eleştiriler ve itiqadî suçlamalarda bulunsalar bile- İslamî hassasiyetleriyle bilinen bir tabana dayanıyorlardı.. Beklemedikleri bir zamanda ve hesab edemedikleri bir sur'atle vardıkları bu yeni durumda, akıllıca hareket ettiler ve Meclis Başkanlığı Selefî Hareket'e; Başbakanlık ise İkhwan'a bırakılmasını kararlaştırdılar..

Ne var ki, o parlamento henüz toparlanamadan, o Meclis seçimleri, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin son merhalesinin yapılacağı 16-17 Haziran'dan üç gün Mubarek döneminden kalma Mısır Anayasa Mahkemesi'nce,önce ibtal ediliverdi!..

Bunu takiben, Mubarek'in iktidar yetkilerini kendisine devrettiği Yüksek Askerî Şûrâ da, Cumhurbaşkanı'nın bütün yetkileri öylesine bir tırpanladı ki, o makam adetâ kuşa cevrildi.. Çünkü, Cumhurbaşkanı, Ordunun başkomutanlığını üstlenemiyecek, komutanların tayininde ve ülkenin savaşa girmek gibi en önemli konuda söz sahibi olamıyacaktı!!..

Sanki, Mısır Ordusunun YAŞ'ı ile, daha dünlere kadar sınırsız yetkileri olan T.C.'deki YAŞ arasında bir ayniyet var gibiydi..

*

Mursî, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci merhalesine böylesine yıpratıcı şartlarda giriyordu..

Halk bezdiriliyor, umutsuzlandırılıyor ve kukla bir cumhurbaşkanı seçeceği kanaatine sürükleniyordu..

Öte yandan, Mısır'da, tıpkı T.C.'deki kemalist-laik medyayı andıran laik Mısır medyası da, yalan haberler yayınlamaya daha bir hız vermişti ki, tekrarından insan utanç duyuyor.. Düşünülsün ki, nekrofili (ölülere duyulan libidonal ilgi) sapıklığına cevaz veren bir takım sözde fetvâlar yayınlandı, o laik medya tarafından ve bu çirkin ve dehşet verici iddialar dünya medyasına da yansıdı..

Arkasından, enlemesine kesilmesi durumunda, içinde haç işaretini hatırlatan bir görüntü ortaya çıktığı iddiasıyla, domatesin hristiyan olması ve bu yüzden, yenilemiyeceğine dair fetvalar verildiğine dair, rakibi rezil göstermek için şerefsizce uydurulan yalanlar zuhûr etti.. Zannedersiniz ki, bütün askerî darbeler sırasındaki T. C.'deki laik-kemalist medya, Mısır'da hayat bulmuş, hortlamıştı..

*

Ve Cumhurbaşkanlığı'nın ikinci merhale seçimlerine işte böylesine ağır ve toplumu ahmaklaştırmak isteyen şartlarda gidildi. Em. Gen. Ahmed Şefîq'in kazanması için her türlü entrikaya başvurulmuştu.

Yazık ki, komik olmanın ötesinde rezilce üretilen iddiaların toplumda bir yılgınlık ve isteksizlik meydana getirdiği söylenebilir. Çünkü, 50 milyon kadar seçmenin sadece yüzde 47'si seçimlere katılmıştı.. İkhwan-el'Muslimîyn, seçimi yüzde 53 ile Muhammed Mursî'nin kazandığını açıkladı, ama, YSK, bir takım gerekçelerle kesin sonuçları açıklamıyor ve bu arada, Ahmed Şefîq, seçimi kendisinin kazandığını iddia ediyordu.. Ki, bu da olabilirdi..

Çünkü, toplum öylesine bir umutsuzluğa sürüklenmiş ve kukla bir cumhurbaşkanı seçildiğine inandırılmıştı.. Ve Şefîq kazansaydı, son 1,5 senedir yaşanan onca büyük hadiselerin ve verilen kurbanların hepsi üzerine bir sünger çekilecek, Mubarek dönemine dönülmüş olacak ve hattâ, şimdilerde ölüm yatağında olduğu söylenen ve binlerce insanı öldürürken başkalarının hayatı üzerinde hiç acımayan ve amma, kendi canı sözkonusu olunca, 'Beni öldürecekler, beni kurtarın..' diye sayıkladığı bildirilen Husnî Mubarek'in yönetim kadrolarının daha azgın bir şekilde hortlamasına vesile olabilecekti..

Bu ihtimali düşünen kitleler onbinler-yüzbinler halinde, yeniden Kahire'nin Tahrir (Hürriyet) Meydanı'nda ve ülkenin diğer şehirlerinde dev gösteriler yapmaya tekrar başladılar ve bir hafta süren beklentilerden sonra, Mısır Yüksek Secim Kurulu, nihayet, seçimleri Mursî'nin yüzde 52 ile kazandığını açıklamak zorunda kaldı..

Bu sonucun, sadece Mısır halkı için değil, bütün İslam toplumlarının, İslam Milleti'nin bütün unsurları ve bütün müslüman coğrafyaları için hayırlı olmasını niyaz edelim.. Bu vesileyle bir daha hatırlayalım ki, İran, Türkiye ve Mısır, Ortadoğu coğrafyasının stratejik kemeri mahiyetindedir ve bu coğrafyalarda meydana gelen değişimler, bütün Ortadoğu coğrafyasında diğer müslüman coğrafyalarından daha bir hassas sonuçlar verebilecek bir ağırlıktadır..

*

Tabiatiyle, Mursî'yi bekleyen çetin bir dönem başlıyor..

Mursî'den, geçmiş dönemin anayasa ve diğer kanunlarıyla güç odaklarının oligarşik diktasını hemen kırabileceğini beklemek, haksızlık olur..

İran'daki gibi, eski rejimin bütün askerî, kültürel, iktisadî, sosyal kurumlarını yerle bir eden bir inqılabla değil, bir halk patlamasıyla ortaya çıkan durum karşısında sarsılan ve amma, Husnî Mubarek'i fedâ etmesine rağmen, diğer bütün kurumlarıyla direnmeye çalışan bir sistemin mevcud kanunları içinde ve bu kanun düzeniyle uzlaşmayı prensip edinen ve onu, o sistemin kuralları içinde kalarak törpülemeye çalışacak bir siyaset takib edeceğini tahmin etmek zor değil..

Ancak, bu noktada, 'aceleci davranırsa, belâya yetişeceği; yavaş davranırsa, o zaman da belânın kendisine yetişeceği' idraki içinde dikkatli davranacağı ve sosyo-politik hangi siperlerin ele geçirilmesinde ne gibi bir plan ve kararlılıkla hareket etmesi gerektiğinin hesabını yapması ve asıl önemlisi; mevcud rejimin temel kurumlarıyla bir mücadeleye girmeden önce, milyonlarca insanın, teneke barakalarda ve tasavvur edilemiyecek bir fakirlik deryasında yüzdüğü ve hattâ antik çağlardan kalma 'mezar-odalar'da yaşamak zorunda kaldığı Mısır halkının fakr'u zarûretini bertaraf edici kalıcı tedbirler almaya öncelik vermesi gerekir.. Ancak, hem Mursî ve İkhwan'ın ve hem de İslamî eğilimli diğer bütün sosyal kesimlerin, geçmişte hiç bir devlet yönetimi ve siyasî tecrübesi olmayışı, bir büyük handikap teşkil etmektedir.. Geniş halk kitleleri, ilk planda, tenceresinde pişecek aşı düşüneceğinden, Mursî'nin en büyük çaba ve dikkati öncelikli olarak bu alanda göstermesi gerekecektir.. Yoksa, tek başına, bazı makamlara gelmenin, her problemi çözen bir sihirli anahtar olamıyacağı açıktır.. Kaldı ki, İran'da Şahlık düzenini bütün kurumlarıyla paramparça eden bir inqılabı gerçekleştirerek, toplumun yönlendirilmesi sorumluluğunu üstlenen (merhûm) İmam Khomeynî bile, yönetim mekanizmalarına, sık sık, 'Bu devlet çarkını, Şah zamanı gibi bozuk şekilde işleteceksiniz, bu halk sizi de kovar..' demekten kendisini alamıyordu..

*

Bu açıdan, 400 yıllık bir birliktelik hasebiyle de, Mısır'la daha bir benzer sosyo-politik şartları olan T.C.'de, mevcud kemalist-laik düzenin kuralları içinde yani, uzlaşmacı bir siyaset uslûbunu düstur edinen Tayyîb Erdoğan uygulamasından örnekler alması yanlış olmayabilir.. Çünkü, Erdoğan'ın, elbette eleştirilecek bir çok yanlışları olsa bile, halk kitlelerini güçlendirici, mustaz'af/ hakları gasbedildiği için zayıflatılmış, ezilmiş kitlelerin hayat seviyelerini yükseltici tedbirlere öncelik vermesi ve bu yolda, sabırlı ve kararlı bir mücadeleyle ilerlemek uslûbunu takib etmesi ve arkasındaki halk desteğini iyice muhkemleştirdikten sonra, mevcud rejimin daha bir oligarşik dikta görüntüsü veren bazı temel kurumlarını yeniden düzenlemeye gitmek gibi bir yöntemi takib etmesinde, benzerlik açısından örnek alınacak taraflar olabilir..

Bu arada, Mısır'dan gelen haberler, Cumhurbaşkanlığı seçimine bağımsız aday olarak katılmak için İkhwan'dan ayrılan ve Mursî'nin yüzde 28'lik oy'una mukabil yüzde 18 oy alarak elenen Abdulmun'im Ebu-l'Futûh'un Mursî tarafından Başbakanlığa getirileceği yönünde.. Eğer böyle bir tercihde bulunursa, bunun Mısır müslümanları için hayırlı bir gelişme olacağı olarak değerlendirilmesi gerekir.. Çünkü, Ebu'l'Futûh, çok dolu bir müslüman şahsiyet olarak bilinmektedir..

*

Ve ayrıca açıktır ki, Tunus'dan sonra Mısır'da da öngöremedikleri yenilgiler alan emperyalistler ve onların yerli uzantıları, bu İslamî eğilimli kadroların başarılı olmaması için, var gücüyle çalışacaklar, her türlü entrika ve şeytanî planları devreye sokmak isteyeceklerdir..

Buna rağmen, müslüman halk kitlelerinin inançlarıyla da desteklenen bir yol izlenilmesi halinde, bu entrikaların etkisiz hale getirilebileceğine dair yeni örnekler sunmak zorundadır günümüz müslümanları ve bilhassa da onların yönetici olarak seçtikleri kadrolar..

*

İnşaallah yakın zamanda Libya'da müslüman halkın iradesinin de İslamî eğilimlere yöneldiği görülecektir.. Bu da, emperyalist güçleri daha bir korkutuyor ve Suriye'de aynı durumun ortaya çıkmaması için, oluk olun insan kanı akıtılmasına, aylardır seyirci kalıyor ve oyalıyorlar..

Gerekçeleri de, El'Qaide'nin Suriye'de de güçlenmesi ihtimali..

Halbuki, El'Qaide'nin Suriye'de müslüman halk arasında bir tabanının olmadığı biliniyor, diğer müslüman toplumlarda da olmadığı gibi.. Bir çekirdek olarak her yerde bulunsalar da..

Ama, Suriye'de bilinen en büyük taban kitlesi, İkhwan- ul'Muslimîyn' olup, onlar da son yarım asırdır süren Esed Khanedanı ve Baas diktatörlüğü sebebiyle sadece siyaset dışı değil, her türlü sosyal faaliyet dışı da kalmışlardır ve İkhwan üyesi olmak idâm sebebi olduğundan yeraltına inmek zorunda kalmışlardır..

Açıktır ki, Suriye'de de bir halk oylaması yapılması halinde, bu ülkede de, İslamî eğilimli kadroların işbaşına geleceği anlaşılıyor ve bu da, emperyalist dünyanın ve onların Ortadoğu'daki ileri karakolu durumundaki siyonist İsrail rejiminin en büyük korkularından bir diğeri..

Çünkü, İsrail rejiminin Türkiye'yle ilişkileri büyük çapta yara almış durumdayken, Mısır'ı da kaybetmenin eşiğine geldiklerini görüyorlar.. Mursî'nin bu alanda, uluslararası andlaşmalara bağlı kalacağını açıklaması, yanlış yorumlanmamalıdır..

Çünkü, Mısır'la İsrail rejimi arasında 1979 Baharı'nda imzalanan Camp David isimli hıyanet nndlaşması'nın da her 5 senede bir gözden geçirilmesi gerekiyordu, ama, 33 yıldır böyle bir gözden geçirmeye kimse cesaret edememişti.. Mursî, şimdi, bu andlaşmalara bağlı kalınacağını hatırlatırken, bu özellikleri de devreye sokabilecek ve seçim öncesinde ifade ettiği gibi, bu andlaşmayı halkın referandumuna bile sunabilecektir..

Bu gelişmeler olurken, şimdi, bir de Suriye'de de Mısır'daki gibi İslamî eğilimli bir yönetim işbaşına gelirse, İsrail rejimi korkmasın da ne yapsın?

*

Tekrarlıyalım; Kafkas, Balkan ve Ortadoğu dünya jeopolitiğinde belki de ö en önemli hassas noktalarından bir üçgeni oluşturmaktadır..

Burası üçgen alanına hâkim olmak için tarih boyunca verilen mücadeleler, büyük savaşlara yol açmıştır..

Tarih tekerrür edecekse, temenni edelim ki, müslüman halklar başlarındaki rejimler her ne olursa olsun, müslüman halklar birbirlerinin boğazına sarılmasınlar..

haksöz

Bu yazı toplam 1680 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar