Nureddin Şirin

Nureddin Şirin

Resulüllah'ı Anmayı Unutan Ümmet, Önce Resulüllah'ı Anmayı Öğrenmelidir

Kutlu Doğum Bidat mıdır?" başlıklı yazımızda, Kutlu Doğum etkinliklerinin en yararlı yönünün, Hz. Resulüllah (s.a.v)"ı hatırlama, anma, ona olan sevgi ve muhabbeti canlandırma olduğunu belirtmiştik.

Bazı kardeşlerimiz bu konuda, "Kutlu Doğum"un Diyanet tarafından başlatılan bir gelenek olduğuna dikkat çekerek, burada "devlet kontrollü resmi İslam" projesinin amaçlandığına vurgu yapıyorlar.

Resulüllah"ı anmayı unutmuş bir ümmet olarak, öncelikle kendimizin bir özeleştiri yapmaya ihtiyacı olduğunu belirtmek gerekiyor.

Hz. Resulüllah (s.a.v) ümmeti arasında hem sevgi ve muhabbetiyle, hem siret ve sünnetiyle, hem risalet ve mücadelesiyle yaşar; zira o, bütün müminler için en güzel örnektir.

İslam Ümmeti"nin Hz. Resulüllah ile olan bağı, her şeyden önce ona olan sevgi ile kendini gösterir. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.v) müminlere kendi nefislerinden evladır ve onun ihtiram ve önemi her şeyden önce gelir.

Hz. Resulülüllah (s.a.v) ile olan bağlarımız, sadece onun Allah"ın peygamberi olduğuna, İlahi kitab Kur"an-ı Kerim"i insanlığa tebliğ ettiğine inanmakla sınırlı değildir. O her zaman ve her an hayatımızın ekseni, ışığı ve yol göstericisi olma durumundadır. Bu da ona olan ihtiram ve sevgiyi her vesileyle canlı tutmayı gerektirir.

Bakınız, değişik ideolojik, siyasi, dini, sanatsal vs. gruplar liderlerini sürekli yad ederler, onu takdir cümleleriyle anarlar. Bizler günlük hayatımızda, değer verdiğimiz, önemsediğimiz şahsiyetleri saygıyla anar, onun sözlerine, davranışlarına atıfta bulunarak, onun taşıdığı önemi ifade ederiz.

Ancak itiraf etmemiz gerekir ki, bu noktada belki de en az andığımız Hz. Resulüllah (s.a.v) olmaktadır. Öyle ki, birilerini anarken onu "ağabey" "üstad" "bey" vs. sıfatlarla tanımlarız da, Hz. Peygambere geldiğinde onu neredeyse sıradanlaştırır, sanki herhangi bir kişi durumuna indirgeriz"

Bir vakit, bir grup arkadaşla bir kader birlikteliğimiz olmuştu. O arkadaşlar İslam davasını yüklenen kardeşlerimizdi. Birbirlerini anarken isimlerinin ardına "bey" sıfatını ekliyorlardı. Bu kardeşlerden biriyle değişik konularda konuştuğumuz bir sırada, Hz. Resulülüllah bahis olduğunda o kardeşimiz ya "elçi" ya da sadece "Muhammed" ismini kullanınca, kendisine şöyle tepki göstermiştim:

"Burada birbirini anarken, çağırırken "bey" sıfatını kullanmayı gerekli görüyorsun da, niçin Hz. Resulüllah"ı anarken tazim ve hürmet kelimelerini kullanmıyorsun? Hiç olmazsa "Muhammed bey" desene"!"

Ne yazık ki, geleneksellik ve geleneklerle mücadele adı altında, Hz. Resulüllah"a olan sevgi ve muhabbet ifadeleri de aradan kaldırıldı. Halbuki hem Allah Kur"an-ı Kerim"de, hem de Resulüllah hadis-i şeriflerinde, peygamberi selavatla anmayı, ona salavat getirmeyi emretmiştir. Eğer Kur"an"da ve hadislerde bu konuda bir tane delil olmasaydı bile, Hz. Resulülüllah gibi bir şahsiyeti anarken, ona salavat getirmek, onu hürmet ve tazimle anmak aklın gereğidir. Eğer bir kıyas yapacak olursak, insanlar arasında Hz. Resulüllah (s.a.v) kadar saygıyı hak eden başka bir kimse var mıdır?

Peki o halde, Resulüllah sevgisi niçin çıktı kalplerimizden? Ya da, niçin bir türlü Resulüllah sevgisi ile donanamadık? Niçin, Hz. Resulüllah (s.a.v) bizim yüreklerimizin en sevgilisi olamadı?

Şimdi burada, Diyanet teşkilatı "Kutlu Doğum" adı altında bir gelenek başlattı.

Burada yanlışlık olan nokta, "Kutlu Doğum"un miladi takvime uyarlanması. Eğer konu Hz. Resulüllah"ın doğumu ise, onun doğumunun yıldönümü dolayısıyla belli programlar düzenlenecekse, bunu miladi takvime endekslemek, İslam ümmetinin örfüne aykırı bir karardır. Nitekim "miladi takvim", "Latin alfabesi" vs. bunlar İslami gelenekleri, İslam medeniyetinin temel yapı taşlarını tasfiye etme amaçlı Müslüman toplumlara dayatılmış ve bunun için de tarihin emsalsiz mezalimleri gerçekleştirilmiştir.

Dolayısıyla, Diyanet"in başlattığı bu güzel geleneğin yanında böylesi bir kamburu da bulunmakta, bu da hem kuşkulara, hem de İslami geleneklerin zedelenmesi gibi haklı kaygılara yol açmaktadır.

Bu itiraz kaydımızı bir kenara not ettikten sonra;

Özeleştiri konusuna dönecek olursak: genelde Müslüman toplumlar, özelde bizler gibi İslam davasını kendisine şiar edinenler niçin kendi gündemimizi kendimiz oluşturamadık? Niçin Hz. Resulüllah"ı hicri takvim itibariyle anma geleneğimiz olmadı? Sadece senenin bir gününde de değil. Hz. Resulüllah"ı anmanın doğumu dışında da değişik vesileleri mevcuttur. Mesela, Resulüllah"ın peygamberlikle görevlendirildiği gün, Hz. Resulüllah"ın Mekke"den Medine"ye hicret ettiği gün, Hz. Resulüllah"ın rihleti gibi.

İşte burada karşımıza iki engel çıkıyor; birisi, Hz. Resulüllah veya başka Salih kullar için düzenlenecek anma programlarının "bidat" olduğu anlayışı. İkincisi ise "modernist İslam" anlayışı. Aslında bu iki anlayış referansları itibarıyla birbirlerinden uzak olsalar da, aynı noktada buluşuyorlar.

Burada garipsenecek en önemli nokta; İslami akide, kimlik ve misyonu Kur"an"a dayandırdığını iddia eden bazı Müslümanların Kur"an"daki ilgili ayetleri ve bu ayetlerin öngördüğü pratikleri göz ardı etmeleri. Kur"an"daki bazı mevzuları polemiğe çevirircesine sıkça gündeme taşıyanların, Hz. Resulüllah"ın Kur"an"da tanımlanmasını, müminlerin ona karşı olan sorumluluklarını alabildiğince gündem dışı tutmaları. Örneğin, "Kur"an"da şefaat" konusunu temel tartışma konusu yapanların, Hz. Resulüllah"ın makam ve yüceliğini küçülterek onu sıradanlaştırmaları...

Şimdi bu, Kur"an"ı doğru anlamanın bir karşılığı mı oluyor, yoksa, belli eğilim ve düşüncelerin "Kur"an" adı altında yerleştirilmesi çabası mı? Bu ayrı bir bahis, şimdilik bunu geçelim.

Allah Tebareke ve Teala Kur"an"da Hz. İsa (a.s)"ı anarken şöyle buyuruyor:

Veselâmun "aleyhi yevme vulide veyevme yemûtu veyevme yub"aśu hayyâ(n)

"Doğduğu gün, öleceği gün ve diriltileceği gün ona selam olsun!" (Meryem 15)

Burada Allah Subhanehu ve Teala Hz. İsa (a.s)"ın doğum gününü, ölüm gününü ve yeniden diriltileceği günü selamlıyor. Çünkü burada Hz İsa"nın doğumunun da, Allah katına yükseltilişinde ve yeniden diriltileceği günde de ayrı bir önem vardır.

Bir başka örnek:

Hacc ibadeti kıyamet gününe kadar müminlerin boynuna bir borçtur. Hacc ibadetinin İslam Ümmeti"nin yıllık kongresi olduğuna da söylüyoruz. Suud ailesinin hicaz toprakları, Mekke ve Medine üzerindeki sultası dolayısıyla Hacc ibadetinin ruhuna ve amacına uygun olarak yapılamadığını da belirtiyoruz.

Nedir Hacc? Ahkamı nedir, menasıkı nedir? Nereden kaynaklanmıştır?

İşte burada Hz. İbrahim, Hz. Hacer ve Hz. İsmail"i görüyoruz. Kabe"nin inşasından, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail"in başına gelenlere kadar birçok şey, Haccın ahkam ve menasıkını oluşturmuştur. Tavaf, Safa ve Merve, Mina, Şeytan taşlama gibi. Yani müminler hacc ibadetini eda ederlerken Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. Hacer"in ayak izlerinden gidiyorlar; onların yaptıklarını takip ediyorlar.

Allahu Teala, Hz. Hacer"in oğlu Hz. İsmail"e su bulabilmek için bir oraya, bir buraya koşup durmasını bu ibadetin menasıkı kılıyor. "Safa ve Merve"si olmayan bir hacc hacc olur mu? Yani Hacer gibi Safa ile Merve arasında gidip geleceksin!

Hz. Hacer su bulmak için koşup durdu, ya bizler niçin koşuyoruz?

"Şüphesiz Safa ile Merve, Allah"ın (dininin) nişanelerindendir." (Bakara 158)

Hz. İsmail susuzluktan ağlıyor, ayaklarını yere vuruyordu. Annesi Hz. Hacer de oğlu İsmail"e bu bulabilmek için önce etrafta su görebilmek için Sefa tepesine çıktı. Etrafa göz attı, fakat hiçbir şey göremedi, bir taraftan da aklı oğlu İsmail"deydi. Bunun üzerine hemen karşı tepeye, Merve"ye çıktı, oradan da bir şey göremedi. Hz. Hacer her iki tepe arasına indiğinde bu kez oğlu İsmail"i göremediği için burayı hızlıca geçiyordu. Bu şekilde yedi defa gidip geldi"

İşte hacc ibadetinin bir parçası olan "Safa ve Merve" arasında yedi defa gidip gelmek, buradan kaynaklanıyor. Allahu Teala da kendi yolunda her türlü sıkıntı ve cefaya severek katlanan bu salih kullarını ödüllendirerek, bu anıyı kıyamet gününe kadar yaşatıyor.

Buradan çıkartacağımız temel nokta şudur:

Allah"a kulluğun nişaneleri olan ibadetlerde Peygamberlerin ve salih kulların izleri vardır; Peygamberler her yönleriyle müminlere örnek olmuşlardır; Allahu Teala da onların ayak izlerini takip etmeyi, kendine kulluğun esasları kılmıştır.

Alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Resulüllah (s.a.v) ise, Seyyide"l Mürselin olarak, doğumu da, peygamberliği de, ölümü de, hicreti de insanlık tarihinde bir dönüm noktasıdır. Dolayısıyla, Müslümanların bu günlerin taşıdığı anlam ve önemi gündemleştirmesi, her şeyden önce Kur"an"ın mesajının ihya ve ikamesinden başka bir şey değildir"

Şimdi sormak lazım:

Allah Tebareke ve Teala, Hz. Hacer"in koşuşturmasını kendisine kulluğun nişanesi kılarken, alemlere rahmet olarak gönderdiği Hz. Muhammed Mustafa"nın ayak izlerinde ümmet olarak kendimize bir şeyler bulamayacak mıyız?

O halde, bizler Resulüllah (s.a.v)"in siret ve sünnetini iyice kavramalı ve yaşantımızın ekseni haline getirmeliyiz.

Devam edecek...

velfecr

Bu yazı toplam 3349 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar