Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Referandum tartışmalarıyla ortaya çıkan şaşırtıcı tablo..

Fikrî, itiqadî veya ideolojik bir bütünlük içinde olmak elbette güzeldir, amma, bu bütünlük adına, ortaya bir takım fikirler ortaya atarken, günlük hayatın gerçeklerinden kopuk ve hayal âleminde dolaşır duruma düşmemek gerekir.

Dünyaya bakışımızı ortaya koymaya çalışırken, günlük hayatın gerçeklerine gözkapayarak ve onları yok sayarak ilerlemek, ne kadar mümkün ve de sağlıklı olur?

Bazı okuyucular, e-mail mesajlarında, referandumda oy kullanmanın bazılarınca, "tevhîd" inancına aykırı olduğu"na dair yorumlar yapıldığından hareketle tereddüdde kaldıklarını belirtiyorlar. Bu gibi kardeşlere cevabım genel çerçevesiyle şöyle oluyor: 

"İnanç sistemimize göre bir sistem kurulur da, onu bertaraf etmek ve etkisiz kılmak niyetiyle, beşerî iradelere göre bir takım düzenlemelere kalkışmak durumuna düşerşek, onun hesabı ayrıdır.. Ama, bütünüyle tâgûtî bir sistem tarafından kuşatılmış bir müslüman, kendisini bağlayan zencirlerden bazılarının gevşetilmesi ihtimali ortaya çıkınca; nasıl, "hayır ben zencirlerimin gevşetilmesini istemiyorum., beni ilgilendirmez."  diyebilir ve bunu bir de 'tevhîd' inancını korumak adına yapabilir?

Bizim hayatımızı bütünüyle  kuşatmış olan bir tâgûtî sistemin yaptırımlarına göre -istemesek de- hareket etmek zorunda olduğumuz ortadayken; bu gibi yaklaşımlarda olanların mantıkî yaklaşımlarını ve izahlarını gerçekten de anlıyamıyorum.."

*

Baştan başa, milletimizin kesin doğrularına, inanç sistemine karşı olmak temelinde tesis olunup 100 yıla varan bir açık veya örtülü diktatörlükle sürdürülen ve emperyalist hedefler üzerine kurdurulmuş bulunan bir laik sistemde, hiç kimse, o rejimin bütün temel düzenlemelerini fiîlen reddedemiyecek durumda iken.. Onun kimlik cüzdanını, pasaportunu, parasını taşımak zorunda kalırken.. O rejimim kanun ve kurallarına istemese de riayet etmek zorunda kalacak şekilde kuşatılmışken ve de..

Bu sistemi, reddedecek bir "qıyâm" tavrı sergilemekten fiilî olarak uzakta iken..  Zencirlerin biraz gevşetiltemesine ve o sistemin belki biraz daha zayıflamasına vesile olabilecek ihtimaller üzerinde pratik imkanları tartışmak yerine, sanki bütün o düzenlemeler içinde yaşamak "tevhîd"e uygun da, sadece referanduma katılmak aykırı imiş gibi bir itiqadî  tartışmalara girilmesini, evet, nasıl izah etmeliyiz?

Bu gibi iddialarında ısrarlı olanlar, siyonist İsrail rejiminin tahakküm ettiği Filistin topraklarında yaşasalar da, o siyonist rejimin yahudi şeriatine göre haram olduğuna ve siyonizmin yahudi şeriatinden temel bir kopuşu temsil ettiğine inandıkları için;  o rejimin kimliklerini, pasaportlarını, parasını kullanmayan, çocuklarını onların mekteblerine göndermeyen, haklarını elde etmek için o rejimin mahkemelerine müraaat etmiyen, hastahanelerinde tedavi olmayan, oluşturdukları getto"larda kendi kendine yeterli olmaya çalışan bir yahudi taifesine baksınlar..

Onlar bile, zâhiren nisbeten tutarlı gözüküyorlar.. Ancak, siyonist İsrail rejimi de, onların varlığının kendi bünyesi içinde, kontrollü bir şekilde bir çeşni olarak yaşamasına müsaade ediyor.

Bilindiği üzere,  Amerika"da da, her türlü teknolojiye kesinlikle karşı olduklarını söyleyen ve otomobil, elektrik, radyo, tv., telefon vs. gibi hiçbir şey teknoloji ürünü kullanmayan ve sayıları 200 bini bulan "Amish"ler denilen bir bir hristiyan tarikatı var ki, Amerikan sistemi de, kendi sistemlerini temelden tehdid etmedikleri müddetçe onların bir çeşni olarak kalmalarına gözyumuyor..

O halde.. Temel inanç ıstılahlarını/ terimlerini öne sürerek yapılan tartışmalarda tutarlılık derken, savunulan görüşlerin günlük pratiğimizdeki yerinin ne ve nasıl olduğunu da ortaya koyabilmeliyiz.. Yoksa, bizim inanç sistemimiz bize, kendi inancımızı hâkim olmadığı yerde, olan biten herşeye karşı seyirci kalmamızı mı telkın veya emrediyor?

Bir diğer taife de, referandumun kendi arzuladıkları gibi çıkması için sms mesajlarıyla başkalarını duaya davet etmekte..

İstanbul"u fetheden genç Sultan Mehmed, surları aşıp, Bizans"in kalbine doğru ilerlerken, yolun iki tarafında saf tutmuş ulemâ  taifesi, "Duamız berekâtiyle feth muyesser oldu Padişahım.." derler.. Genç Sultan bu hatırlatmalara önce sessiz kalır. Ama, bakar ki, bu hatırlatmaların sonu gelmiyor.. O zaman, "Belî, belî (evet) ey efendilerim benim, amma.. Şu bizim şemşîr"in (kılıncın) hakkını da unutmayınız.." demek zorunda kalır..

Ve, o dönem dünyasının en büyük kiliselerinden olan Ayasofya"ya vardığında ise.. Başka bir tablo vardır.. Piskoposlar, bir meleğin kendilerini kurtarmaya geleceğine inanmakta; ancak, bu kurtarıcı meleğin erkek mi, dişi mi olacağı konusunu tartışmaktadırlar..  Ama, gelecek olan meleğin cinsiyetini tartışanlar, karşılarında genç Sultan Muhammed"i görüverirler..

*

Müslüman toplumun nasıl idare olunacağına dair, elimizde, çok sağlıklı işleyen örnekler fiilen yok, maalesef.. Asr-ı Saadet"ten kısa süre sonra, müslümanlar asırlarca sürecek saltanat yöntemlerinin altına girdiler.. Yönetimin, istişare  yoluyla olacağını hepimiz Kur"an hükmüne dayanarak söylesek de, o istişareyi yapacak olanın, o istişare etmek makamına nasıl ulaşacağını, hangi yetkiyle ve kimlerle istişare yapacağını müslüman coğrafyalarında çok sağlıklı şekilde ortaya koyduğumuz söylenemez..

İran"da miladî- 1979 başında ve çetin bir "müslüman halk qıyâmı"nın, yüzbini bulan kurbanlar vererek gerçekleştirdiği büyük İslam İnqılabı"nın bu konuda yeni bir pratik oluşturması bekleniyor ve temenni olunuyordu, ama, onun da, bugün diğer müslüman toplumlara örnek oluşturacak şekilde bir pratik sunup sunmadığı hususu, ayrı bir konu..

*

İktidar hırsı, parti içi ihtilaflarda, iftar basmalara kadar varırsa..

Başkalarına veya bir topluma hükmetmek arzusu, hemen her canlıda var olan bir sevk-i tabiî, bir içgüdüdür ve en azından, başkasının tahakkümüne karşı reflektif bir direniş tavrı olarak ortaya çıkar.. Her insanın içinde, başkalarına hükmetmek arzusu, şu veya bu derecede vardır.. Böyle bir arzuyu hiç taşımayanlar, dünyadan el çekmiş kimseler olarak gözükseler bile, onlar da fırsatı ellerine geçirirlerse, neleri-nasıl sergilediklerine, beşeriyet tarihi boyunca sürekli örnekler üretilip durmaktadır..

Son olarak, kendilerini diğer bütün siyasî hareketlerden tamamen ayıran ve -40 yıllık liderinin ağzından-  sadece kendilerini doğruda bilen bir cereyanın mensublarının bile, sonunda, kendi aralarındaki bir iç ihtilafı, nasıl, iftar sofralarına kadar taşıdıkları elem verici, utandırıcı sahneler görüldü..

Çünkü, "her insanın içinde, bir gizli Şah, bir Sultan da vardır." 

Bu bakımdan, toplumun idaresinde vazife alacak kimselerin belirlenmesi konusunda Hz. Ömer"den ulaşan bir söz düşündürücüdür.. O, yönetme vazifesini, "başınızdayken, aranızda gibi, aranızdayken de başınızda gibi olan kimselere veriniz.."  tavsiyesinde bulunuyor.. 

*

Böyleyken..

Referandum tartışmalarındaki uslûb ve adâb da ibret verici..

Bu noktada, -İslamî muktesebatı dolayısiyle- en tutarlı ve ölçülü konuşmak durumunda olan Tayyîb Erdoğan bile bazen, sınırları zorluyor..

Gerçi, bütün diğer partilerin, cereyanların tamamının ona hücum etmesi karşısında, onların herbirisine karşılık vermek zorunda kalması yüzünden, tepkilerinin bazen ölçüyü aştığı, bu düzende normal karşılanabilir, ama, asıl yiğitlik, böyle zor zamanlarda ölçüyü yitirmemektir..

Rakiblerinin saldırıları, ona, "sui misal /kötü örnek, misal olmaz" anlayışınca, örnek teşkil edemez..

Başbakan bunlara cevab vermeyip hırçınlaşmadan geçmelidir yanından..

Kendisine en kaba ve yakışıksız beyanlarla, kalpazan, yetim hakkı yiyen, talancı diyen, "adam gibi adamsan.. Çık karşıma ekranlarda, tartışalım da, boyunun ölçüsünü al!.." diye Tophane külhanbeylerinin ağzıyla hitab eden ve her türlü tutarsız iddiaları dile getirmekten çekinmeyen bir Kılıçdaroğlu"na nasıl mukabelede bulunabilir ki..

27 Mayıs, 12 Mart, 28 Şubat ve 27 Nisan askerî müdahalelerin de darbecilerle daima  işbirliği yaptığı bilinen CHP"nin yeni Genel Başkanı Kılıçdaroğlu"nun şimdi herkesi kör yerine koyarcasına, özellikle 28 Şubat ve 27 Nisan müdahalelerinin AK Parti"yi iktidara getirmek için düzenlenmiş bir komplo olduğunu söyleyebilmesi karşısında, insanın tepkisini koyarken, kendisini kontrol etmesinin zorluğu ortadadır, ama, yiğitlik de, asıl o zor olanı yapabilmektir. Bu durumda en iyi yol, bu nevzuhûr politikacıyı kendi haline koymaktır.

Çünkü, çirkinlikte, kara çalmakta yarışmak, müslüman hassasiyeti olanlara yakışmaz..

Ama, "müslüman kadınların tesettürleriyle, rahibelere benzeten bir CHP afişi"ni bile, tepki çekince,  AK Parti üzerine atan ve Hükûmet"in suçluyu bulmasını isteyen Kılıçdaroğlu, sonunda, bu afişin İst.- Avcılar"ın CHP"li olan Belediye yönetimince bastırıldığı ortaya çıkınca, özür bile dileyemiyecek kadar bir aykırı tip..

*

İnternet savaşları ise daha bir başka.. Bazı türkçü ve kürdçü sitelerin tavrı ise, hattâ İslamî gözükenleri bile, dehşet verici..

Kimisi, PKK"yı kürd halkının bütünü gibi göstermeye çalışıyor..

Bazıları da, kürd kavminden olan herkesi PKK"lı sanıyor veya öyle gösteriyor..

Bu, türk kavminden olan herkesin türkçü ve de MHP"li sanılması gibi bir çarpık mantık..

Sürekli hırçın bir tablo sergileyen ve bağırmadan ve saldırmadan konuşmayı bilmediği intibaını veren MHP lideri Bahçeli"nin, tıpkı Kılıçdaroğlu gibi, Erdoğan Hükûmeti"nin PKK ve Öcalan"la görüşüp anlaştıkları iddiasını, bütün yalanlamalara rağmen, ısrarla vurgulaması karşısında, Erdoğan"ın, "bu iddiaları isbatlayamazsanız.."  dedikten sonra,  cümlesini "şerefsizziniz!" diye bağlaması da yakışık almıyor ve kendisine yakışmıyor. Çünkü, onlar bunu isbatlayamıyacaklarına göre, yarın, "şerefsizsizsiniz.."  dediğiniz kişilerle siyaset gereği bir araya gelmeniz gerektiğinde, nasıl görüşebileceksiniz..

"İslam Milleti"ni, tarih boyunca, hiç bir cereyan, kavmiyetçilik kadar derinden yaralayamamıştır..

Bahçeli"nin tahriklerini, bazen en akıl almaz noktalara kadar vardırdığı görülüyor.. Bunlardan birisi de, "Ana arab, baba gürcü, Bilal ne?" diye Tayyîb Erdoğan"ın oğlu Bilal"in etnik kimliğinin ne olduğu gibi bir saçma suali gündeme getirmesi ise, korkunç bir ilkellik ve ırkçılıktır..

Bu nasıl bir çirkin mantıktır? Kendisini "müslüman" olarak bilen bir kimse, nasıl olur da, insanların kavmî köklerine göre yorumlar yapabilir?

(Aynı şekilde, Başbakan Erdoğan"ın da BDP Başkanı Demirtaş için, "Sen önce kürd ol, sen kürd bile değilsin.." dediği rivayet ediliyor, medyada ve bu henüz yalanlanmadı.. Erdoğan böyle bir şey söylediyse, bu sözü nereye koyacaktır?)

"Kürdçü" olmak için, illâ da  kürd;  "türkçü" olmak için de illâ türk olmak da şart değildir..  Nice türkçüler vardır ki, türk kavminden bile değildir.. "Türkçülüğün Esasları" diye bir de türkçülerin yüzyıla yakın zamandır elkitabı olan bir kitabı yazmış olan Ziya Gökalp bunun en çarpıcı örneğidir.. (Diyarbakır"da kayıdlı olduğu (ilkmekteb) olan subyan mektebindeki künyesinde, "elsine-i kürdiden (kürd dillerinden) kırmanç lisanına vâkıf Muhammed Tevfîq Ziya Efendi.."  diye yazılmıştır..)

M. Kemal de, tıpkı Mehmed Âkif gibi, arnavud kavmindendi.. Osmanlı"nın son döneminde yazılmış olan en ünlü türkçe lügat olan "Qaamûs-i Turkî"nin yazarı Şemseddin Sâmî de bir arnavud idi..

Dahası, türkçülük cereyanının en ileri isimlerinden niceleri, Kafkaslardan ve Balkanlar"dan Anadolu"ya gelmek zorunda kaldıktan sonra, burada, Osmanlı"nın son demlerinde, İttihadçı"ların geliştirdiği türkçülük ve turancılık akımının geçerli tek değer olduğunu sanarak, ona bağlanmış ve vargüçleriyle destek vermiş kimselerdi. Çünkü, gidecekleri başka bir yer yok idi. Ve bu ideolojinin bu toprakları koruyup güçlendirebileceğini sanıyorlardı.

Müslümanlık ise, toplumumuzun tabiî rengiydi.. Henüz, laik / sekuler yorum ve talebler gündemde değildi. Ve türkçü olanların, sonunda, İslam"la savaşa girecekleri hayâl bile edilmiyordu..

Kaldı ki, o zaman toplumumuzun ekseriyetini oluşturan müslüman halk, her kavimden tek millet idi; İslâm Milleti, veya, "Ahali-i İslam.."

(Müslüman olmayanlar da, müslüman halkla birlikte yaşamak iradesini beyan ettikleri müddetçe, sosyal bünyenin tabiî bir unsuru olarak algılanıyorlar ve onların günlük hayatın içinde heryerde iç-içe idiler ve günlük sosyal hayattan özel hayata çekildiklerinde, bir lokomotifin ayrı kompartmanlarında yaşıyan kitleler durumundaydılar..)

Tekrar edelim ki, İslam Milleti"ni müslümanları tarih boyunca derinden ve sürekli yaralayan en büyük sapma hareketi, kavmiyetçilik olmuştur.. İslam tarihi boyunca görülen en büyük yıkım sayılan Moğol İstilası bile, gelip geçmiştir; ama, kavmiyetçilik, şu veya bu derecede her zaman vardı, ve bugün ise, zirve yapmış durumda..

Ve bugün, bayrak veya kavmî üstünlük sözkonusu olunca, en dikkatli sayılanlarımız arasından bile bir takım yanlışlarımızın olduğunu ve bunun İslam Milleti  anlayışını derinden yaraladığını asla unutmamalıyız.. (Pakistan"a yapılan yardımlar sırasında, felaketzede insanların ellerine Türkiye"nin bayrağını tutuşturmanın hepimizi rahatsız etmesi gerektiğini söyleyecek olsak, nicelerimiz bunu kabullenemeyiz.)

Halbuki, Resul-i Ekrem (S)"ın arab kavminden olması hasebiyle, arab kavmine yücelik atfetmek de kabul edilemez.. Çünkü, Ebû Cehl de aynı kavimden idi. Dahası, Kur"an"da lanetlenen Ebû Leheb, bizzat Resul-i Ekrem (S)"in amcası idi.. 

*

Kaldı ki, bir kavimden olmak ile, bir kavmin üstünlüğü iddia ve idealini bayrak edinmek tamamen farklı.. Her insan, kendi kavmî mensubiyetini, dilini, soyunu sözkonusu edebilir. Ama,  kendi kavminin üstünlüğü iddiasını veya o kendi kavmini diğerlerine hâkim kılmak idealini, türkçülüğü, kürdçülüğü, arabcılığı, farsçılığı, peştunluğu, slavcılığı, anglosaksonluğu, beyaz veya sarı veya siyah ırktan vs. olmayı bir üstünlük bayrağı halinde yükseltmek, en büyük zulümlerdendir, hangi kavim veya ırktan olursa olsun..

Herbirimiz, şu veya bu kavimdeniz.. İllâ da geçmişteki köklerimizi araştıracaksak, bütün kavimlerin en fazla son bin yıllık geçmişi biraz biraz belirlidir; ondan daha gerisi, tam bir karanlıktır..

Ama, kesin olan şu ki, hepimiz, Hz. Âdem"de birleşiyoruz..

haksöz

Bu yazı toplam 2710 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar