Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Parça-bölük bir dünyadan acılı, hüzün veren sahneler..

Suriye konusunda İsviçre’de yapılan Cenevre-2 Görüşmeleri sürerken..

İsviçre’nin küçük bir kasabası olan Davos şehrinde tertiblendiği için, -uluslararası mes’elelerin tartışıldığı ve on yıllardır Davos Toplantısı diye anılan oturumlardan birinde tartışılan konulardan birisi de Suriye Buhranı idi.

Tayyîb Erdoğan’ın 28-29 Ocak günleri, iki gün sürecek bir İran gezisine çıkması öncesinde, geçen hafta dünya medyası, Türkiye ve İran Dışişleri Bakanları Ahmed Davudoğlu ve Muhammed Cevad Zarif’in atıştıklarını büyük başlıklarla gündeme getiriyordu..

Zarif, Suriye’deki yabancı güçlerin bu ülkeden çıkarılması gerektiğini belirtiyor.

Yabancı güçlerden maksad, herhalde uluslararası anlaşmalara uygun olarak başta Rusya olmak üzere, diğer ülkelerin Suriye’de bulundurduğu güçler değil; anlaşma dışında, bu coğrafyaya gelip silahlı çatışmalara katılmış olan herkes..

Ama, İran, Irak, Ürdün, Arabistan, Mısır, Türkiye gibi ülkelerin hiç birisi, Suriye’de resmen hiç bir askerî güç bile bulundurmadıklarını ısrarla belirtiyorlar. Ama, gayriresmî yoldan, bu ülkelerin herbirisinden, Suriye’ye pek çok savaşçının gittiği biliniyor ve bu zamana kadar bu dışardan gelen bu güçlerden yüzlercesi Suriye buhranının kurbanı oldular.

*

Ahmed Davudoğlu, Mes’ud Barzanî ve M. Cevad Zarif’in katıldığı oturumda, üç konuşmacı da Suriye’deki “bütü yabancı güçlerin çekilmesi” konusunda görüş birliğini dile getiriyorlardı. Ancak, Lübnan Hizbullahı’nın Suriye’de onbinlerce savaşçısıyla hazır bulunmasını İran Dışişleri Bakanı Zarif, farklı şekilde izah ediyor ve onların Suriye’de bulunuş sebebini, sadece ‘şiî türbelerini korumak’ gibi bir role bağlamaya çalışıyor ve bu yüzden onların yabancı savaşçılar olarak nitelenemiyeceğini iddia ediyor; ‘Suriye’ye savaşmak için hiç kimseyi göndermedik. Hizbullah da kendi kararını verdi. Tabiî, siz şiî türbelerini yok edecek insanlar gönderdikten sonra, şiîlerin sessiz kalmasını bekleyemezsiniz..’  diyordu. Zarif, bu iddialarda bulunurken, henüz birkaç ay öncesinde Hizbullah lideri Hasan Nasrullah’ın, yaptığı ateşli nutuklarında, tıpkı İran’lı en yüksek yetkililer gibi, ‘Beşşar Esed bizim kırmızı çizgimizdir..Ve biz Suriye’ye girmeseydik, Esed rejimi iki günde çökerdi..’ deyişini hatırlamıyor, herhalde..

Davudoğlu ise, bu sözlere itiraz ediyor ve, ‘Şam’daki Seyyide Zeyneb Türbesi sadece şiîlere değil, bütün Müslümanlara aiddir. Hepsi Müslümanların ortak kültürel mîrasıdır. Eğer herkes Suriye’ye kendi mezhebinin kutsallarını korumaya giderse, bu karışıklık sonsuza kadar devam eder. Barış istersek mezheb çatışmalarına son vermeliyiz. Suriye’deki bütün sünnî ve şiî müslümanların ve gayrimuslimlerin kutsal bildiği mekanlar hepimizin. Bunları korumak insanlık onurudur.’  karşılığını veriyordu.

Davudoğlu’nun bu sözlerine ise, Cevad Zarif,  ‘Suriye’deki bir türbeden Ehl-i Beyt’ten bir zatın cenazesinin çıkarılarak saygısızlık yapılmıştı. Ahmed, sen neler olduğunu biliyorsun. Bu şekilde açıklamalar yapmak kulağa hoş geliyor. Her türbenin korunmasını isterim, ama bunlar olduktan sonra söz konusu olaylar meydana geldi.’  şeklinde bir cevab veriyor ve proğramın yöneticisi olan hanımı, ‘şiî-sünnî savaşı, şimdi de burada..’ diyordu, gülerek..

Şimdilerde ‘selefîler’ de denilen ‘vehhabîler’in mezarlara kutsama ve tapınma derecesine varan ilgileri gerekçe göstererek bütünüyle keskin bir tavır takındıkları yeni bir şey değil.. Ama, filan mezardaki veya türbenin tahrib olunması ve oradaki kemiklerin çıkarılıp atılması şeklindeki davranışlar akl-ı selîm sahibi her müslümanı rahatsız etse bile, bu gibi çılgınlıkları bahane ederek, onbinlerce insanın öldürülmesini bile göze alacak derecede bir başka gözüdönmüşlük sergilenmesini nasıl izah etmeli? Ve böyle bir gerekçeye sığınarak, onbinlerce savaşçısını Suriye’ye sokup, 50 yıllık bir kanlı Baasçı diktatörlük rejimini ayakta tutmaya çalışmanın ve bu uğurda onbinlerce insanı öldürmek ve kendilerinden de binlercesinin hayatlarının sönmesine âlet olmanın, sahi, nasıl bir izahı vardır?

*

Zarif’in şahsında bu gibi izahlara sığınanların anlayışları böyleyken.. Suûdî Arabistan yargı makamlarının selefi ve tekfircilerin tehlikesini görüp onları terörist olarak nitelemesi ilginçtir. Bu anlayışın, başkalarındaki tarafgirlik anlayışına da yansıması temenni olunur.

Alınız size, bu konuyla ilgili, ilginç bir haber..  Cumhûrî-i İslamî gazetesinde 27 Ocak günü yayınlanıyor ve şöyle deniliyordu:

 

* مسئولان قضائي عربستان سعودي هم به خطر سلفي‌ها و تكفيري‌ها پي برده، آنها را تروريست مي‌دانند و درباره خطر آنها هشدار مي‌دهند. رئيس دادگاه كيفري عربستان گفت: تشويق كردن جوانان به جنگ در مناطق بحراني از جمله سوريه، از مصاديق فتنه است و شرعاً ممنوع مي‌باشد. وي افزود: كساني كه تحت تأثير اين تبليغات قرار گرفته و به جنگ مي‌روند، به سازمان‌هاي تروريستي وابسته مي‌شوند و بعد از بازگشت به كشور خود، عقايد افراطي خطرناكي را وارد جامعه مي‌كنند.'
 
 

 

Arabistan Başsavcılığı yaptığı bu açıklamada şöyle denilmekte: Gençleri kriz mıntıktalarında, bu cümleden olmak üzere Suriye’de savaşa katılmaları için teşvik etmek, fitne alametlerinden olup, şer’an memnû’dur (haramdır).  ...Her kim ki, bu propagandaların etkisinde kalıp bu gibi savaşlara katılırsa, terörist organlara bağlanmakta olup, kendi ülkelerine döndükten sonra da, topluma tehlikeli ifratî/ aşırı inançları getirmektedir.’

Evet, bu da ilginç bir yaklaşım.. Suûdîlerin, vehhabî anlayışına bağlı olduğu bilinen makam sahiblerinin bile geldiği bu nokta, başkalarında da kendilerini yeniden kontrol etmek hissi uyandırır mı dersiniz?

*

Bu ihtimale evet demek için de bazı işaretler yok denilemez..

Alınız size bir diğer örnek..

İran’da son 35 yılın en etkili isimlerinden birisi olan eski C. Başkanı Hâşimî Refsencanî’nin geçen hafta, -Rebi’-ul’evvel ayının 17. günü çeşitli ülkelerden davetli müslümanların katıldığı İslamî Vahdet Konferansı’nın kapanış oturumunda- yaptığı bir konuşmanın İran medyasına yansımasıyla ortaya bir tartışma çıktığı görülüyor.

Haşimî Refsencanî’nin sözleri her ne kadar geç bile kalmış olsa bile, yine de onun dilinden ifade edilmiş olması açısından ilginç ve onun pragmatik zekâsına da uygun.. Çünkü, İran’da bir takım etkili makamlar ve şahsiyetler, ‘selefîler’i, ‘tekfirci’  (başkalarını tekfir edenler, kafir bilenler) ve de terörist olarak niteleyip; onlara mukabil bir ‘tekfircilik’ suçlaması sergileyen ve tıpkı selefîler’in aşırılıklarına denk şekilde, onların katlini caiz bilen Lübnan Hizbullah Örgütü’nün Suriye’de katıldıkları savaşlardaki durumlarına ma’zeret üretmekteydiler.

İşte böyle bir zaman diliminde, Refsencanî’nin sözleri daha bir özel mânâ taşıyordu.  Refsencanî’nin, yaptığı bu sözkonusu son konuşmasında Müslümanlar arasındaki aqıdevî ve tarihî ayrılıklara değinirken, ‘İlk Halifenin kim olması gerektiğine dair tarihe aid bir tartışmanın, ya da, abdestin nasıl alınacağı veya namazın nasıl kılınacağına ilişkin tartışmaların da ve sair benzer konuların bugün de tartışılması ve sürdürülmesinin hiçbir mantıkî sonucu ve faydası yoktur. Ne Kuran’da ne de hadislerde bu hususlardan dolayı birbirimizle ihtilaf etmemize dair bir emir de bulunmamaktadır. Ne yazık ki, İslam dünyasının durumu çok tehlikeli bir hal olup vahdet önünde bir engel ve Resulullah’ın mesajına aykırı bir hal içermektedir.’ dediği yansıyordu, medyaya..

Bu konu Tahran’da yayınlanan  Cumhûrî-i İslamî gazetesinde 27 Ocak (İran’da kullanılan hicrî-şemsî takvime göre, 07.11.1392) günü yayınlanan bir ‘özel haber’le şöyle duyurulmaya çalışılıyordu.

جهت اطلاع 07/11/1392
 

* آيت‌الله هاشمي رفسنجاني در پاسخ به سؤال روزنامه جمهوري اسلامي درباره اظهارات هفته گذشته ايشان در سخنراني اختتاميه كنفرانس وحدت در موضوع خليفه اول گفت: "موضوع سخنراني من، تنازع بود و آنچه درباره موضوع خليفه اول گفتم اين بود كه بر سر اين موضوع نبايد نزاع كنيم، اما اينكه اعتقاداتمان بايد محفوظ بماند قابل ترديد نيست." بعضي رسانه‌هاي مجازي هفته گذشته تلاش كردند با تحريف اظهارات آيت‌الله هاشمي رفسنجاني چنين وانمود كنند كه ايشان گفته است اينكه خليفه اول چه كسي است يك موضوع تاريخي است و نبايد مطرح باشد! متن كامل مصاحبه آيت‌الله هاشمي رفسنجاني با روزنامه جمهوري اسلامي كه به مناسبت سي و پنجمين سالگرد پيروزي انقلاب اسلامي انجام شده، در دهه فجر منتشر خواهد شد.
 

Cumhûrî-i İslamî gazetesine göre, Refsencanî o konferansta yaptığı konuşmada, ‘Benim konuşmamın konusu, çekişme üzerine..  Birinci Halife ile ilgili olarak söylediklerim budur ki, onun üzerine çekişmememiz gerekir. Amma, bizim inancımızın korumamız gerektiği konusunda da tereddüd olmamalıdır.’ demişti, ama, bir kısım medya organları, bu konuşymayı çarpıtmışlardı.

(Refsencanî’ye yakınlığıyla bilinen) Cumhûrî-i İslamî’nin yazdığına göre, Refsencanî, ‘Birinci Halife, tarihî bir mevzu olduğundan onun sözkonusu olmaması gerekir..’ demişti. Ancak, Refsencanî’nin konuşması, kendi ağzından net olarak aktarılmıyor ve sadece, o konuşmanın tamamının İslam İnqılabı’nın 35. yıldönümü münasebetiyle, 11 Şubat ve takib eden günlerde yayınlanacağını duyuruyor ve âdetâ, durumu kurtarmaya çalışıyor ve Refsencanî’nin saldırılardan uzak tutulması için birsed oluşturmaya çalıştığı hissini veriyordu.

Yine de, Refsencanî’nin  Hz. Ebubekr  hakkında İran’da genelde bilinen tarzın dışında konuştuğu ve alışılan şekilde saldırı cümleleri kullanmadığı ve bu durumun bile, onun aleyhinde kullanılmak istendiği anlaşılıyor.

Fesubhanallah..

*

Ya, şu ‘vehhabî müftüsü’nün fetvasına ne demeli?

Evet, böyle bir mâkûl sözlerin bile toplumda rahatsızlık meydana getirmemesi için, durumu yumuşatma çabalarına tevessül edilirken..

Geçtiğimiz günlerde Suûd rejimi müftülerinden birisi ise, Suûdî Arabistan’da yaşayan şiîlerin ‘cizye’ vermesi gerektiğine dair bir fetvâ yayınlamış;  Cumhurî-i İslamî gazetesinin yazdığına göre..

Bilindiği üzere, müslümanların hâkimiyetindeki bir toplumda, gayrimüslimler bir çok mükellefiyetlerdene muaftır, ama, buna karşılık, o toplumda müslümanlar gibi kamu yönetiminin himayesi altında eşit güvenlik korumaları altında yaşayabilmek için,  kamu harcamalarına özel bir katkı sağlamakla mükelleftirler. Bu mükellefiyet de, ‘cizye’ denilen bir özel vergi ile yerine getirilir. Böylece, şiî müslümanlardan cizye istenmesi, onların müslüman sayılmadığı mânâsını tazammun ediyor, içeriyor.

Allah’ım! Sen bizim aklımızı koru!

*

‘Suriye Buhranı’yla ilgili  Cenevre-2 Görüşmeleri ne getirebilir?

Cenevre’de bugünlerde de, Suriye Buhranı’nın sona erdirilmesi üzerine yapılan bir toplantı var. Bu görüşmelere, Suriye rejiminin Dışişleri Bakanı Velid Muallim başkanlığında bir resmî heyet ve de Suriye’deki 50 yıllık kanlı Baas diktatörlüğü rejimine karşı silahlı mücadele veren gruplardan bazıları katılmışlardı.

Bu görüşmelerin sağlıklı bir sonuç vermesi uzak ihtimal..

Çünkü, emperyalist güçler, (şimdilerde birbirleriyle da kıyasıya savaşan her türlü İslamcı grupların iktidara gelmesi ihtimaline karşı) Baas rejiminin ve Beşşar Esed’in diktatörlüğünü cana minnet biliyorlar.

Cenevre’deki görüşmelere İran önce davet edilmişti, BM. Genel Sekreteri Ban Ki-moon tarafından, ama, sonra İran’ın, Haziran-2012’de yapılan 1. Cenevre Görüşmeleri’nin kararlarını kabul etmemesi ve şartsız davet edilmeleri halinde katılabileceklerini  açıklamaları dolayısiyle yapılan o davet geri çekilmişti.

İran Meclisi’nin önde gelen isimlerinden bazıları  ise, Cenevre-2 Görüşmeleri’ne katılmayışlarının İran’ın maslahatına daha uygun olduğunu ifade ediyordu.

*

Cenevre -2 Görüşmeleri’nin en komik tarafını, Suriye rejiminin resmî hey’eti ile muhaliflerin temsilcilerinin aynı odadaa yüzyüze görüşmeleri sahnesi oluşturuyordu.  Şöyle ki, görüşmelerin yüzyüze yapıldığı açıklansa bile, bu yüzyüzelik, gerçekte sadece aynı salonda bulunmalarından ibaretti. Çünkü, aynı salonun iki ayrı köşesinde bulunan bu heyetler görüşlerini BM. Genel Sekreteri’nin Suriye Buhranı ile ilgili özel temsilcisi Cezayir eski Dışişleri Bakanı Lahzar  Brahimî’ye bildiriyorlar ve Brahimî de, bu görüşleri karşı tarafa ve oradan aldığı görüşleri de diğer tarafa iletiyordu.

Muhalifler, Suriye resmî hey’etinin, 1. Cenevre Görüşmeleri’nde alınan kararların kabul edildiğini açıklamasını şart koşuyor, ama, bunun kabul edilmesi uzak bir ihtimal.. Çünkü, o kararlarda, Beşşar Esed’in iktidardan çekilmesi ve yerini bir Geçici Yönetim’e devretmesi en temel şartlardan birisini oluşturuyordu. Bu açıdan, böyle bir maddenin Suriye rejiminin resmî heyeti tarafından kabul edilmesi, muhalin de ötesinde olsa gerek..

Suriye’deki kanlı iç-savaş ise, bütün şiddetiyle devam ediyor. Baas rejimine karşı başlangıçta silahlı mücadele veren çeşitli tarafların hemen tamamı aradan çekildiler ve geride, inanç grupları kaldı. Çünkü, inanç gruplarının dünyayı inançlarına göre düzenleme ve bu uğurda şehîd olmak gibi ümidleri, bu gibi gruplar için temel bir muharrik güç oluşturuyor.

Bu güçtür, bu gibi savaşları verdirten..

Ama, ortada anormal olan durum, her bir mıntıkayı, bir şehri kısmen veya tamamen ele geçirenlerin, diğer muhalif gruplarla irtibat ve işbirliği oluşturamamaları ve kendilerini Suriye’nin muhalefetinin tek temsilcisi olarak görmeleri-göstermeleri..

Her grup, kendilerinin lider olduğunu iddia ediyor ve ‘Bize bey’at ediniz, gücümüz birleşsin, rejimi devirelim..’ diyor.

Bu durum, Afganistan’da da yaşanmıştı. Merhûm Ahmed Şahmesud’a hiç de karşı olmadıklarını açıkça beyan eden Tâlibân liderleri, bütün mes’elenin, onun gelip kendilerine bey’at etmesine bağlı olduğunu, öyle bir durumda ordunun komutanlığının kendisine verileceğini -bu satırların sahibine de- 1998 Martı’nda, Hicaz’da net olarak ifade etmişlerdi.

Halbuki, Ahmed Şahmesud’un Sovyet Rusya işgaline karşı cebhelerde savaştığı yıllar boyunca, sonradan sahneye Tâlibân liderleri ve güçleri olarak çıkan hareketin mensubları, büyük çapta Pakistan’daki medreselerde ders okuyorlardı ve herhangi bir savaşları sözkonusu değildi.

Şimdi de, Suriye’de savaşan çeşitli muhalif grupların herbirisi, hem rejim güçleriyle, hem de birbirleriyle savaşıyorlar.

Öte yandan, Baas rejimi diktatörlüğünün güçleri de, büyük çapta nusayrî aleviliğinin inanç muharriklerine göre yetiştirilmiş savaşçılar.. Onlar da kendi  rejimlerine karşı çıkan her kim varsa onları öldürmeye çalışıyorlar.

Bu güçler, ellerindeki onca üstün silah gücü, savaş uçakları, roketler ve füzelere rağmen, bir türlü üstünlük sağlayamıyorlar. Beşşar Esed, daha iki hafta önce, ‘yakın vâdede bir zaferden sözetmiyoruz, karmaşık bir savaş..’ diyordu..

Halbuki, İran medyası, aylardır, Beşşar’ın zaferini ilan etmesine ramak kaldığını yazıp durmaktadı..

Dahası..

Diyelim ki, Beşşar Esed diktatörlüğü ve Baas rejimi başarı kazansa bile, nereye, kime, hangi ülkeye nasıl hükmedecek?

Çünkü, bütün bir Suriye baştan başa kan ve gözyaşına, 150 bini aşkın ölümleri yansıtan cesed tarlalarına ve  harabelere döndü..

Bu durumda, Beşşar, harabeler üzerinde öten baykuşlara dönmeyecek mi?

Haa, Suriye Baasçıları o kadar gaddar ve kan dökmekten el çekmemekte o kadar kararlılar ki, Hâfız Esed iktidara geldiği zaman 45 yıl önce, Suriye’nin nüfusu 7-8 milyondu.. Suriye Baasçılarından, şimdi, ‘yine 7-8 milyon kalsak, biz bize yine yeteriz..’  mantığıyla hareket ettiklerine dair söylemler yayınlanıyor, Lübnan medyasında..

Lübnan’dan Suriye’ye sokulan 40 bine yakın savaşçısı bulunan Lübnan Hizbullahı ise, açıkça, ‘İran Rehberi’nin emriyle hareket ettiklerini hiç gizlemiyor ve hakkaniyetimizi biz Rehber’den alırız..’ diyordu. Ama, Hizbullah’ın Suriye’ye soktuğu bu dev güç, her ne kadar kendi iddialarına göre, ’Biz olmasaydık, Esed rejimi iki günde çökerdi..’  diyerek, önemli roller üstlenmiş olsa bile, Suriye’de binlerce savaşçısını kaybedince, bu yüzden Lübnan’daki konumunu da büyük çapta yitirmek noktasına gelmiş bulunuyor.

Dahası, şimdi İran makamları, Hizbullah’ın Suriye’ye, iç-savaş’a katılmak için gitmediği, sadece şiî türbelerini korumak için gittikleri gibi yeni bir arguman oluşturmuş bulunuyorlar; buna kendileri de inanmasalar bile.. Âlemi kör sanıyorlardır belki..

*

İran’ın bunca yıllık nükleer teknoloji çabalarının geldiği nokta..

Tahran’da yayınlanan Keyhan gazetesinin 27 Ocak tarihli başmakalesinde, İran C. Başkanı Hasan Rûhanî’nin Davos’ta batılılara gülücük dağıttığına ağır şekilde eleştiriliyordu. (Bu gazetenin doğrudan devlet imkanlarıyla çıkarıldığını ve Genel Yy. Md.’nün direkt olarak İnqılab Rehberi tarafından tayin olunduğunu hatırlayalım..)

Keyhan bu eleştirisini, USA Dışbakanı John Kerry’nin son konuşmalarına dayandırıyordu. Kerry, İran’la 5+1 ülkeleri (yani BM. Güvenlik Konseyi’nin 5 Daimi üyesi + Almanya) arasında geçen ay Cenevre’de yapılan müzakerelerin sonunda varılan anlaşmanın İran tarafından ihlal edilmesi halinde nasıl bir tavır sergileyeceklerini açıklarken, ‘(Orta İran’da yer alan) Erak şehrindeki nükleer reaktörün faaliyetinin varılan Cenevre’de varılan anlaşma gereği durdurulacağını, varılan anlaşmanın İran tarafından ihlal edilmesi halinde, Amerika’nın askerî bir müdahalede bulunacağını’ açıkça dile getirmişti.

Keyhan, John Kerry’nin bu tehdidlerine karşılık, İran tarafından yüksek dereceli siyasî sorumluların ise, ‘Cenevre Anlaşması’nın, Amerika’nın İran’a saldırmasının yolunu tıkadığı’  iddiasında bulunmalarına rağmen, onların bu iddiasının doğruyu yansıtmadığını; Cenevre Anlaşması’nın, maalesef, İran’a gerektiğinde askerî bir müdahale yolunu açık bırakan maddelerinin de bulunduğunu ileri sürüyor ve ayrıca; ‘nükleer teknoloji yolunda 10 yıl boyunca elde edilen ve İran’ın nice nükleer bilginlerinin öldürülmeleri bahasına elde edilen teknolojik gelişmeler bütünüyle elden çıkma noktasına gelmiştir..’ diye yakınıyordu.

Keyhan gerçi, C. Başkanı Hasan Ruhanî’nin, ‘Bir Amerikan saldırısından korkmuyoruz’,  ve Dışişleri Bakanı M. Cevad Zarif’in de, ‘Biz nükleer teknoloji yolundaki çalışmalarımızdan el çekmiyoruz..’  dediğine de değiniyor ve ama, Amerika’nın cür’etkâr ve küstah beyanlarının, Hasan Ruhanî ve  çalışma ekibinin, bazılarınca itidal diye övülen iyimser tavırlarından kaynaklandığını; Ruhanî’nin İsviçre televizyonuna verdiği mülâkatta da,  Tahran’da Amerikan B. Elçiliği’nin yeniden açılması ihtimalini açıkça reddetmediğini, Amerikan yetkililerine dostluk mesajı gönderdiğini; buna mukabil, John Kerry’nin ise, küstahça, ‘İran’a, Erak’daki ağır su reaktöründe uranyum zenginleştirme proğramını sürdürmesine izin vermiyeceğiz.. Cenevre Anlaşmasının ihlali halinde, o anlaşmanın İran’a askerî müdahalede bulunulmasını hükme bağlıyor..’ dediğini dile getiriyordu.

1981-1997 arasında uzuun yıllar İran’ın Dışişleri Bakanlığı’nı yapan Ali Ekber Velayetî ise, ‘İran’lı nükleer müzakarecilere fırsat verilmesini’ tavsiye ediyordu. Hatırlanacağı üzere, bu yoldaki eleştiriler çoğaldığı zaman, İnqılab Rehberi Khameneî, ‘nükleer müzakereciler, İnqılab’ın çocuklarıdır..’ diyerek, bir o eleştirilere bir sed çekmişti. Amma, Keyhan, eleştirilerine en ağır şekilde devam ediyor.

Bu arada, Kerry’nin açıklamalarına karşı İnqılab Muhafızları Ordusu’nun yayınladığı ve  dünyanın her tarafında Amerika’yla savaşmak için işaret beklediklerini belirten bir bildiri de edikkat çekiyordu.

Bazı çevreler bu gibi açıklamaların gerçekçi olup olmadığını tartışıyorlar.

İlginçtir ki, John Kerry İran konusunda böyle konuştuğu saatlerde, İsrail rejimi başkanı Şimon Perez’e de ‘Barışın tesisi yolundaki katkıları’ dolayısiyle ‘Davos Ruhu’  isimli bir nişan ve ödülü veriyordu.

Öte yandan İran makamları ve medyası, Rusya konusunda uzun zamandır iyimser bir tavır takınmışken, şimdilerde, İran’ın nükleer teknolojisinin sınırlandırılması konusunda Amerika ve Rusya’nın görüş birliği halinde olduklarını yazmaya başladı.

*

Bütün bunların üzerine bir de acı tebessüm ekleyebiliriz, dudaklarımıza..

İngiltere’de Suûd sermayesiyle yayınlanan ‘Eş’Şarq-ul’Awsat / Ortadoğu’ gazetesinin bildirdiğine göre, Libya Başbakanı geçen hafta gittiği Suudî başkenti Riyad’da Suudî Veliahdi ile görüşmesinden sonra, Veliahd cenabları, Libya Başbakanı’nı uğurlarken, dalgınlıkla,  ‘Sayın Gaddafî’ye de selamlarımı söyleyiniz..’ deyivermiş..

Yoksa, Suûdî Veliahdı da Gaddafî’nin âqıbetine ve yanına uğramak istiyor olamaz herhalde..

 

haksöz

Bu yazı toplam 1049 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar