Oruç ve Ben !

Oruç ve Ben !

Ey nefis! Ne o, korkuyor musun? Sünnet ya da nafile diyemeyeceğin, hükmünde mezheblerin ihtilafı olmayan Ramazan orucu geldi diye...

İbrahim Küçük / Tevhidhaber.com

Oruç ve Ben


Ey nefis! Ne o, korkuyor musun? Sünnet ya da nafile diyemeyeceğin, hükmünde mezheblerin ihtilafı olmayan Ramazan orucu geldi diye. "Ben bu konuda falan görüşe uyacağım" deyip de kaçacağın bir yol yok. Biliyorum korkuyorsun. Gündüzleri oruçlu olmak, geceleri teravih namazı, biraz Kur'an tilaveti, sonra bir ay sürecek zahmet zannettiğin rahmet seni ürkütüyor. Senede bir ayda olsa enbiyâ ve sulehânın hayat şekline bürünmek seni zorluyor. 

Korkma ey nefis! Sen bu işinde üstesinden gelecek bir yol bulursun, biricik arkadaşın şeytanın da yardımıyla. Hani Kur'an da: "Şeytan size amellerinizi süslü gösterir" buyruğu var ya. işte sende bir süs bulursun. Hakk'ı hak ile boğmayı iyi becerirsin sen. İşe iyi bir Ramazan hazırlığıyla başlarsın. Gittiğin market ya da pazarda almadık et, sucuk, peynir, pastırma, sosis bırakmazsın. İftarlıkları ayrı, sahurlukları ayrı hesap ederek muazzam bir alış veriş yaparsın. Sonra şöyle bir ara durup: "Ya Rabbi biz var da alıyoruz. Olmayan kulların ne yapsın? Sana şükürler olsun ya Rabbi" diyerek vicdanın derinliklerinden gelen sese kulak verircesine eline birde fakir fukara için bir poşet alırsın ve başlarsın doldurmaya. Ve ey nefis! O an unutursun kendine aldığın et, sucuk, peynir ve zeytin çeşitlerini başlarsın makarna reyonunun başından fukara için iyi bir çeşit düzüyormuş edası ile teker teker atarsın torbaya; delikli makarna, burgu makarna, kulaklı makarna, boru makarna diyerek iyi bir makarna çeşidi yaparsın. Sonra kendine aldığın zeytin yağı aklına gelir ve hemen ayçiçek yağına sarılırsın. Yine, aklına kendin için aldığın bal ve tereyağ gelir, reçel ve margarin reyonuna yürürsün, böylelikle fakir fukarayı da düşünen bir mü'min(!) olarak alış verişi tamamlarsın. O verdiğin yardım(!) paketinin sahibi garibana da faturalarını yatırtmadıysan, arabanı yıkatmadıysan ya da bir ayak işinde kullanmadıysan ne mutlu sana! Övünebilirsin... 

Ey nefis! İşte ilk teravih vakti geldi. Haydi bakalım. Erzak depon savaşa hazır. Bakalım ruh depon neye hazır? Resulullah(s.a.v)'in sünneti müekkedesi, sahabenin terk etmediği sünnet: Teravih namazı! Biliyorum ey alçak nefis! Şimdi sen teravih namazının aslının sekiz rekat olduğundan bahsedeceksin. Yirmi rekâtın fazlalığından ve bid'atliğinden dem vuracaksın. Mâşallah bu konuda bir muhaddis(!) ya da bir fakih(!) gibisin. Teravih namazının bütün ilmi yönlerini çözmüşsün. Peki mayası kokuşmuş bir çamurdan ibaret olan sen, Hz. Ömer'in "Resulullah(s.a.v)'in zamanında sekiz rekatla alınan ecri biz bu gün yirmi rekatta ancak alırız" dediğini ne yapacaksın. Ama biliyorum alçak sefil! Sen hiçbir zaman sünnet yolundan ayrılmayan salihlerin takvasına ve zühdüne cezb olmadın. Nefislerini nasıl devirdiklerine hiç bakmadın, bakamadın. Onlar'ın makamları sana cazip geldi; ancak yamalı cübbeleri ve hasır yatakları, kuru hurmalardan ibaret olan öğle yemeklerine dönüp hiç bakmadın ağzını doldura doldura raşid halifeler derken dilin hilafeti anıyordu, ama halin saltanatı yaşıyordu. 

Sonra sahur vakti gelecek. Teheccûd namazı için bölemediğin uykunu miden için böleceksin. Bu ifadeyi duyduğunda, bu durumu meşrulaştırmak için "Ehl-i kitabın orucuyla bizim orucumuz arasındaki fark sahur yemeğidir" hadisi uykunu açacak. "Bir kuru hurmaylada olsa sahur yapın" hadisi şerifi de iştahını açacak. Ve gündüzleyin yiyemeyeceğinin, içemeyeceğinin acısını yarım saatlik sultan sofrasında doyasıya, patlayasıya çıkaracaksın. "Olaki sabah canım şunu çeker, bunu çeker!" diyerek ne varsa hepsinden lokma lokma yiyeceksin. Canının çekmeyeceklerini de yükleyeceksin hantal bedenine. Sonra kulağına sabah ezanının sesi gelecek. Dikkate almayacaksın belki de. Çünkü sahuru geciktirmek sünnetti ya. Su içeceksin bolca. Ola ki susarsın yarın. İçemeyecek olduğun suların hepsini iç. Hatta içemeyecek kadar iç! Ne olur ne olmaz! İmsak ile birlikte nihayet ağzını yeme içmeye kapatacaksın. Sabah namazında cemaat mi? O da ne? Bir sürü gerekçe bulup nasıl olsa yan çizeceksin. Yemeye içmeye kapattığın ağzını yalan, gıybet ve dedikoduya acaba nasıl kapatacaksın? Biraz zor tabii, çünkü gıybetin, yalanın, dedikodunun imsağı yok ki, bir günlük ihtiyacını alabilesin. Gıybetin, yalanın, dedikodunun ve boş konuşmanın iftarı yok ki akşamı bekleyesin. Bunlara da bir mazeret bulursun; Tövbe, istiğfar ne diye var değil mi? Yaparsın olur biter! 

Akşam yaklaşır; iftar saatine az kalmıştır. Ve sen ey nefis! Sahurda yemedik bir şey bırakmayan obur. Utanmadan bu gün hiç acıkmadığını, orucun sana zor gelmediğini konuşmaya başlarsın. Eski ağustos oruçlarının ne zor günler olduğunu anlatırsın. Orucun sana zor gelmediğini de sahurda tıka basa yediklerinden değil de, takvandan(!) dolayı nefsinin ibadetten lezzet alma makamına geldiğinden dem vurursun. İftara az kala bir ara vicdanının derinliklerinden gelen: "Allah'tan kork! Sofrana bir fakir bul getir. Unutma ki İbni Ömer fakiri olmayan sofraya oturmazdı. Unutma Hlife Ömer de yetimlere sırtında erzak taşırdı. Şu iftar için hazırlattığın yemekleri de al bir fakirin, bir yetimin evine misafir ol. Resulullah(s.a.v)'in yetime bakıp gözetenlerin cennette kendisiyle yan yana olacağını ifade eden hadisleri hatırla" sesi buğulu bir nida olarak kulağına geldiğinde şunu diyeceksin; "Tamam be! Bugün olmaz, sonraki bir iftarda yaparız" Bu tehir, sonraki yıllara sarkacak ve sonraki günler hiç gelmeyecek. Ta ki Azrail(a.s) yakana yapışana kadar. "İftarda acele edin" hadisi şerifi ağzının sularıyla birlikte ağzından dökülür. Ama o fakih(!) nefsin Resulullah(s.a.v)'in iftarı hafifçe açıp, akşam namazını kılıp sonra yemeği yediğini nedense hatırlamıyor. İşine geldiğinde şafi mezhebini taklid eden fakihin(!) ne hikmetse şafi mezhebine göre akşam namazının vaktinin abdest alıp beş rekatlık bir namaz kılacak kadar olduğunu hatırlamaz. Firavunların sofrasını andıran sofrana Muhammed(s.a.v)'in sünneti besmele ile başlayarak israf haramının besmele ile izale edileceğini zannedersin.Ve o hantal bedeninin vay haline! Akşama kadar yiyemediklerinin tüm acısını yarım saatlik zaman diliminde çıkarırsın. Doyuncaya, patlayıncaya, soda içinceye kadar yersin. Hatta belki sahura kalkamam diye birazda sahur için yersin. Yemeklerin sonuna doğru içindeki fakih geçinen şeytana satılmış belam'ın (hevai nefsin) ortaya çıkar ve: "tabaktaki yemeği bitirip, tabağı temizlemek sünnettir" fetvasını söyleyiverir. Sen de bu sünneti! uygulama zorluğuna katlanarak(!) son bir gayret ile muttaki bir kul edasıyla tabakları sünnetlersin! Haramlardan ibaret sofranı sünnetlerle(!) süslersin. O satılmış iç Belam'ına karşı; "Ey alçak nefsin satılmış belam'ı Hz. Aişe annemiz; "Resulullah(s.a.v)'in tabağında o kadar az yemek olurdu ki yemeği bitirdiğinde tabakta hiç yemek kalmazdı" buyuruyor. Sen alçak nefis niçin kendi oburluğuna sünnetten (haşa!) delil arıyorsun? Niçin sünnetin bir kısmını alıp, bir kısmını kenara atıyorsun? "Benim ümmetim acıkmadan yemeğe oturmaz, doymadan kalkar" hadisi şerifine ne oldu ey hevai nefis? "Kıyamet günü en fazla açlık çekenler, dünyada en çok tok kalanlardır" hadisi şerifi ne olacak ey sefil? "Allah'ın en sevmediği kul, obez/şişman kuldur. Tabiatından şişman olanlar hariç" hadisi şerifine ne oldu ey nefsin hevası? Aişe annemizin "Resulullah(s.a.v)'in sofrasında hiç bir zaman üç çeşit yemekten başka çeşit olmadı" rivayetini sana okutmadılar mı ey cahil! Resulullah(s.a.v)'in zühd ve takvasını karun sofrasına benzettiğin sofrada nasıl hatırlarsın ey nefis? "Dileseydim sağ yanımda altından, sol yanımda gümüşten birer Uhud yürütülürdü, benim dünya ile ne işim olabilir?!" diyen Resulullah(s.a.v)'i Firavunvari sofralarında nasıl hatırlarsın. Allah-u Teâla kâfirlerden esirgemediği dünyalığı Resulullah(s.a.v)'den mi esirgediğini söylüyorsun diye karşılık veren iyiliği emredici, kötülüğü nehyedici mü'minden de bir kulp bulup uzaklaşacaksın. Seninle beraber siyasi içeriklerde mutabık olan, devlet yıkan(!) adam olduğu zaman muhterem bir insan olacak. Ama Nefis putunu yıkan biri olduğunda ise onunda şu eksiklikleri var diyeceksin. Onunda şu günahları var diyeceksin. Firavuni hayatını, sofranı ve evini, nebevi sünnetlerle gizlemeye çalışacaksın. Seninle beraber olmamış eski arkadaşlarınıda uyanamamış birer ahmak olarak göreceksin. İşçiliğinde en azılı komüniste taş çıkaracak kadar emeğin kutsallığından bahsedeceksin. Abdestli sosyalistlikten abdestli kapitalistliğe terfi edeceksin. 

Ey hevai nefis! Oruç da tıpkı Miraç gibi aynı manayı taşır. Yükselmek demektir. Bil ki Allah katında yükselmek istiyorsan nefsinin ve şeytanın tepesine basman gerekiyor. Resulullah(s.a.v) "Kim Allah için tevazu gösterirse Allah da onu yüceltir" buyuruyor. "Mü'minin Mirac'ı" olan namaz da nefsin haddini bilmesi içindir. 

Oruç haddini bilmeyen nefse had bildirmenin bir yoludur. Oruç sana haddini bildirmiyorsa, orucunu gözden geçir, oruçlu olmak sana sadece fakirleri hatırlatıryorda fakirlerle beraber etmiyorsa bil ki ruhuna oruç tutturamamışsın. Oruç nefsini aşağılarda bırakıp ruhu arşa yükseltmektir. Tıpkı Ruhullah İsa(a.s) gibi. Namazla yükselmeye çalışanın yardımına koşan bir "burak"tır oruç. Ve kalkandır; yakıcıya karşı. Unutma ki bir gün vicdanını rahatlattığın tüm dini hükümler ve duygusal ifadeler her şeyi bilen Alim olan Allah tarafından sorgulanacaktır. Ve o gün, kimsenin konuşamadığı bir gündür. 

 

arşiv