Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Müslümanlar, global emperyalizme karşı direnirken..

Herşey, bizim yaşadığımız zaman diliminde, B. Amerika içinde "11 Eylûl 2001" günü  gerçekleşen büyük terörist saldırılarıyla ve bu saldırıların âdetâ önceden planlanmış gibi, gerçek mahiyeti anlaşılamadan ve üzerinden henüz 6 saat bile geçmeden, İslam"a nisbet edilip, müslüman eylemcilerin üzerine yıkılması ile başladı ve dünya bir anda değişiverdi..

Daha önceki zaman diliminde ise, "Birinci Dünya Savaşı" ile, müslüman güçlerin tarih sahnesinden bir daha dönüşü olmayacak şekilde safdışı edildiğine inanılan bir anlayışla, İslam ve müslümanlar, öteki güç odaklarının kapitalizm, komünizm, sionizm, sosyalizm vs. gibi birbirleriyle vuruşmasında, bir yedek parça olarak kullanılmak noktasına düşürülmüştü..

Ve, Sovyetler Birliği"nin dağılmasıyla, kapitalist emperyalizm, komünist emperyalizmi sahne dışına atınca..  Dünya çapında yeni bir savaş odağına ihtiyaç duyan kapitalist emperyalizm, "11 Eylûl 2001 Saldırıları" gibi bir manipulasyona muhtaç idi.. Ve, o gerçekleştirildi..

Bu gibi eylemleri hangi din veya ideolojiye mensub olursa olsun, her insan yapabilir.. Ama, o saldırıların, hele de iddia olunduğu üzere, Afganistan şartlarında bulunan müslüman savaşçılarca yapabileceğini sanmak, akıl alacak gibi değil..

Üstelik de, Amerikan içgüvenlik zırhını delerek ve (Air Force One) denilen Başkanlık Uçağı"nınki de dahil olmak üzere, en hassas şifreleri kırarak, o sistemin içine girebilmek, daha çok da, Amerikan sisteminin kendi içindeki bir boğuşmanın işaretlerini veriyordu.. (Bu bakımdan 5 Mayıs 2010 günü, Mahmûd Ahmedinejad"ın, Usâme bin Laden"in muhtemelen B. Amerika"da yaşamakta olduğuna ve Bush ile Bin Laden ailesinin büyük malî ilişkilerinin bulunduğuna ve onun yakalanması ve terörizmin yok edilmesi adına, Afganistan ve Irak"ın işgal edildiğine ve bu işgallerle de terörizmin daha bir palazlandırıldığına dair, New York"ta dile getirdiği sözlerinin kenarından teğet geçilmemelidir..)

Ama, büyük buhran zamanlarında, toplumun dikkatinin dış tehlike ve düşmanlara çevrilmesi taktiğinde olduğu üzere; "ideolojik savaş stratejistleri",  bu saldırıları derhal, inandırıcı gösterilmeye müsaid yeni bir global güç odağının üzerine atmaktan fayda umdular..

*

1979"da İran"da gerçekleşen ve emperyalist güçlerin Ortadoğu"daki büyük kuklasının devrilmesiyle sonuçlanan İslam İnqılabı"nın safdışı edilmesi için -başta, Saddam Irakı"nın İran"a saldırtılmasıyla başlayıp 8 yıl süren korkunç kanlı savaş olmak üzere- tertiblenip tezgahlanan nice oyunlar da istenen neticeyi vermeyince..  Ve dünyadaki müslümanlar arası uyanış yükseldikçe, "sıcak ve soğuk",  her şekliyle yeni bir global savaş başlatılmalıydı..

Batı denilen ve gerçekte sadece belli bir coğrafyaya aid olmayan, bütün bir dünyaya tahakkümünü giderek yaygınlaştırmak için direneceğinin mesajını veren ve "Bana teslim olmazsanız, yokolmalısınız.." mantığını yansıtan ve "Pax Romana"  (Roma usûlü barış)"ı bütün insanlığa dikte etmeye çalışan ve amma, karşısına, bugün direnen tek güç odağı olarak İslam"ın çıkması üzerine şaşkına dönen emperyalist odaklar, İslam düşmanlığını her en akıl almaz uçlara kadar vardırmakta kararlı gözüküyorlar..

*

Bu cümleden olmak üzere, son zamanlarda kapitalist dünyada yükselen İslam ve müslüman düşmanlığına dair bir kaç ilginç gelişmeyi hatırlayalım..

*Bir müslüman ailenin kızı, Almanya"da "bakan" olunca..

84-85 milyonluk bir ülke olan Almanya"da en iyimser rakamlara göre, 90-100  bin kadar yahudi olduğu bildiriliyor.. Yani, alman toplumunun binde biri civarında..

3,5 milyonu Türkiyeliler olmak üzere, müslümanların sayısı ise; yaklaşık olarak 4,5 -5 milyona yakın.. Yani, müslümanlar bu toplumda yüzde 5"i aşkın...

Bu sayıları hatırlamak şunun için önemli..

Almanya"da, binde bir mikdarında bile olmayan yahudiler, yüzde 5 mikdarını aşan  müslümanlardan çok daha geniş haklara sahib bulunuyorlar..

Denilebilir ki, yahudiler, "İkinci Dünya Savaşı ve öncesinde (asırlarca olduğu üzere) çok ağır bedeller ödediklerinden, bu haklar Almanya"da ve diğer hristiyan toplumlarda, onlara karşı tarih boyunca işledikleri suçluluğun sonucu olarak ortaya çıkmıştır..

Ama, bugün müslümanlar, dünkü yahudilerin yerini almaya başlamışlardır ve geçmişte yahudilere gösterilen nefreti arattıracak düşmanlıklar şimdi onlar için sergileniyor..

Müslümanlar için her gün bir yeni olumsuz tavır sergileniyor..

*

Bu konuda en yeni ve ilginç örneklerden birisi, Nisan 2010"un ortasında, Almanya"nın (merkezi Hannover olan) Aşağı Saksonya eyalet hükûmetinin başbakanı (Hristiyan Demokrat Parti/ CDU"lu) Christian Wulff tarafından Aygül Özkan isimli ve Türkiye kökenli bir hanımın, eyalet hükûmetinde Sosyal İşler, Aile ve Sağlık Bakanlığı"na getirilmesiyle patlak verdi.. Türkiye kökenli ve de müslüman bir işçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelen bir hanımın bir eyalet hükûmetinde de olsa bakanlığa getirilmesi, sıradışı idi..

Almanya"da doğup yine orada hukuk eğitimi gören Aygül Özcan"ın yabancı olmasından ziyade onun müslüman bir ailenin çocuğu olmasına karşı geliştirildi, tepkiler..

(Bizim toplumumuzda da, Osmanlı"nın son 100 yılında gayrimuslim vatandaşlar Bakanlıklara ve diğer yüksek memuriyetlere, resmî makamlara getiriliyorlardı, ama, kemalist/laik rejimin toplumda 90 yıla yaklaşan tahakkümcü anlayışına göre geliştirilen kültür ve kabuller açısından, müslüman kökenli olmayan bir kimsenin yüksek memuriyetlerde getirilmesi, herhalde hâlâ da cesaret isteyen bir iştir.. Bakanlıklara ve rejimin işleyişinde etkili yüksek memuriyetlere getirilenlerin, İslamî gereklere riayet etmesi ise, daha bir ayrı facia / mes"eledir ve bu konularda, başta TSK olmak üzere, nice kurumlarda müslüman halkı yanıltmaya ve kemalist/ laik diktatörlüğü sahiblenmeye sevkeden yöntemler geliştirilmiştir..)

*

Aygül Özkan"ın Almanya"da bir eyalet hükûmetinde bakanlığa getirilişine karşı geliştirilen tepkiler o kadar komikti ki, bu durumu bir alman gazetesi, "Aaa, bu müslüman hanım, hrıstiyan değilmiş!." manâsına gelen ve o tepkilerle alay eden ironik bir başlık attı.. 

Kaldı ki, bu hanımın anne-babasının, müslümanlığı dışında, müslümanlığı konusunda fazla bir bilgi yok, elde..

Yani isimden ibaret olacaksa.. Amerikan Başkanı Obama da, 200 yıl öncelerde Afrika"dan, Kenya"dan getirilmiş kölelerin ve üstelik müslüman kökenli bir aileden gelen birisi.. Dahası, onun adında Huseyn de bulunuyor ve o bu ismi de gizlemiyor.. Ama, hepsi bundan ibaret..

Aygül Özkan da, 21 Nisan 2010 tarihli Bild gazetesine verdiği mülakatta iç dünyasından bazı ipuçlarını veriyor bize.. "Müslüman bir kadın olarak neden CDU"ya üye olduğu"nun sorulması üzerine, "Parti üyesi olabilmek için Hristiyan olması gerekmiyor.." diyen ve " Aşırı dindar olmadığını, ancak ailesiyle birlikte dinî bayramları kutladığını"  belirten Özkan"ın, "Oğluma Noel"in ne olduğunu da anlatıyorum.. Bence bu, dini güzel ve modern bir şekilde uygulamanın yolu.."  şeklindeki sözleri de, dinden neyi ve nasıl anladığını gösterebilir..  "Eyalet Meclisi"nde bir ibadet odasının olup olmadığı" şeklindeki soruya karşılık da Özkan, "Bilmiyorum, ancak olsa bile benim ihtiyacım yok. Duamı her yerde yapabilirim"  diye konuşuyordu ki, bu cevabı anlayışla karşılanabilir.. Çünkü, müslüman bir kimsenin dua için özel bir mekana ihtiyacı yoktur.. Ama, çağdaş dünyada, "resmî dairelerde, insanların ibadetlerini yapabilecekleri küçük kilise (Kapelle)"ler bulunduğunu"  bu vesileyle yeniden hatırlamakta fayda var..

Ancak, Aygül Özkan"ın işe başlar başalamaz , okullarda, sınıflardan Haç işaretlerinin ve sembollerinin kaldırılması gerektiği yolundaki beklenmiyen açıklaması ise, onu, bir anda tartışmaların odağına oturttu.. Özkan"ın, Focus dergisine verdiği röportajda dile getirdiği, "Müslümanların başörtüleri gibi, Hristiyanlığın sembollerinin, yani Haç"ların da devlet okullarından kaldırılması gerektiği" yönündeki yorumlarına, CDU"dan ve Bavyera"daki uzantısı Hristiyan Sosyal Birliği"nden (CSU) sert tepkiler gelmekte gecikmedi..

Özkan"ı bu Bakanlık"a getiren Aşağı Saksonya Başbakanı Christian Wulff,  "okullardaki Hristiyan sembollerini memnuniyetle karşıladığını; Özkan"ın "Haç"lar konusundaki yaptığı açıklamayı kabul etmediğini ve "Özkan"ın, Aşağı Saksonya okullarında Haç bulunmasının istenen bir uygulama olduğunu kabul ettiğini, bu yöndeki çizgimizi paylaştığını, söz konusu açıklamasından dolayı özür dilediğini, böylece bu konunun da ortadan kalkmış olduğunu"  söylüyordu.. Wulff ayrıca Özkan"ın "okullardaki haçlardan memnun olduğunu ve hattâ haçları istediğini" de ekliyordu..  CSU"dan Stefan Müler ise, Özkan"ı, "Hristiyan bir partinin kendisi için gerçekten uygun olup olmadığını gözden geçirmeye"  davet ediyordu.

Özkan"ın, "Örtünmenin, İslam"ın bir emri olduğunu; Haç"ın ise, hristiyanlık inancınının gereği olmayıp, tarihî bir sembolden ibaret olduğunu"  bilmemesi ise, ızdırab vericiydi

Alman hükümetinin göç ve uyumdan sorumlu Devlet Bakanı Maria Böhmer ise, yaptığı açıklamada, "Özkan"ın görüşlerine katılmadığını, Haç"ın Almanya"da yüz yıllardan beri kullanılan bir sembol olduğunu belirtip, "Haçlar geleneğimizin ve değerler anlayışımızın bir ifadesidir" diyordu. 

Bu tepkilerden sonra, Özkan"ın,  "yanlış anlaşılarak dini duyguları rencide ettiği için, başta CDU"lu m. vekiller olmak üzere, bütün herkesten özür dilemesi" geliyordu..

Halbuki,  Aygül Özkan asıl, "İslam"ın temel imanî gereklerini, Hristiyanlığın temel gereklerinden olmayan bir sembol ile bir tuttuğu için" müslümanlardan özür dilemeliydi.

Ve anlaşılıyordu ki, Aygül Özkan, bir makama getirilmenin heyecanıyla neleri, nasıl söyleyebileceği, isteyebileceği ve de isteyemiyeceğinin hesabını yapmadan konuşmuştu..

*

"Evet, başkalarının tanrısı ile, müslümanların Allah"ı bir değildir.."

Ancak, Aygül Özkan etrafındaki tartışmalar onun özür dilemesiyle de bitmedi.. Özkan, aşırı sağcılardan ölüm tehdidleri aldığını belirtiyor ve işe başlarken yaptığı yeminde, "Tanrı yardımcım olsun.." diyordu..

Ancak bu ifade de, Alman kiliselerini kızdırıyordu.. Nitekim, Aşağı Saksonya Hannover Eyalet Kilisesi Sözcüsü Johannes Neukirch, Bild"e yaptığı açıklamada yeminin geçersiz olduğunu savunarak, "Biz Hristiyanlar, Tanrı ile Allah arasında açık bir fark olduğunu kabul ediyoruz" diyordu.  Essen Katolik Kilisesi Sözcüsü Ulrich Lola da " Hristiyanların Tanrı"sı ile Müslümanların Allah"ı teolojik olarak eşit görülemez"  diyordu..

Bu arada, Bild de "Özkan hangi Tanrı"yı kast etti?" başlıklı haber-yorumunda, "Bakan"ların vazifeye başlarken "Tanrı"  kelimesini yemine dâhil etmek zorunda olmadığını, ancak, Özkan"ın, "Tanrı"lı yemin metnini tercih ettiğini"  yazıyordu..
Die Welt gazetesi de Özkan"ın dinî sembollere karşı çıkmasına rağmen yemininde "Tanrı" ifadesini kullanmakta bir çelişki olduğuna dikkat çekiyor ve tepkiler üzerine Özkan"ın getirildiği Bakanlık sözcüsü, "Dinlerde farklı öğretiler olmasına rağmen hepsinde tek ve aynı Tanrı"nın kasdedildiği"ni belirterek, "yeminin Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam"da yer alan tek Tanrı adına edildiğini" açıklıyordu. Özkan ise, yemin metninde "Tanrı" ifadesini kullanmasını, "Böylelikle, sonuçta hayatımın ve yaptıklarımın hesabını Tanrı önünde vereceğim yönündeki inancımı ifade ettim" sözleriyle izah ediyordu..

Öte yandan, Almanya Müslümanlar Merkez Konseyi (ZMD) Başkanı Eyyub Axel Köhler ise, okullarda hem haçlara hem başörtülerine izin verilmesi gerektiğini savunarak, Almanya gibi Hristiyanlıktan büyük ölçüde etkilenen bir ülkede dinin görülebilir olması gerektiğini, bunun dini nedenlerle başörtüsü takmak isteyen Müslüman kadınlar için de geçerli olduğunu, dinin kamu yaşantısından uzaklaştırılması durumunda laik anayasadan şüphe duyulmuş olacağını, asıl büyük problemi bu konuda gördüğünü söylemekteydi..

Etkili alman gazetelerinden Süddeutsche Zeitung ise; "Özkan bir hukukçu. Belki de sözlerinin Alman Yüksek Mahkemesi"nin kararlarına ve anayasa temeline dayandığına sanıyordu. Belki de Federal Anayasa Mahkemesi"nin 15 yıl önce söylediğinden başka bir şey söylemediğini düşünüyordu. O dönem mahkeme eyalet hükümetinin okullara haç konmasını dayatamayacağı yönünde karar vermişti. Ancak Özkan haçların kaldırılmasının dayatılması için de mahkemenin kararını kullanamaz. O dönemde mahkemenin kararı siyasî bir depreme yol açmıştı.. Şimdi de yeni bakan partisi içinde bir sarsıntıya yol açtı. Özkan gelecekte daha dikkatli olacaktır."  diye özetliyordu, durumu..

Hristiyan Birlik Partileri (CDU/CSU) Federal Meclis Grubu Kilise ve Dinî Cemaatler Görevlisi Maria Flachsbarth da "Hristiyanlığa aid değerlerin Alman Anayasası"nın temelini oluşturduğu"na dikkati çekiyor ve "Bildiğiniz gibi 1995 yılında Federal Anayasa Mahkemesi"nin aldığı bir karar bulunuyor. Bu karara göre yapılan düzenleme uyarınca, sınıfta haç asılmasına veliler tarafından itiraz edilirse, o zaman haçın indirilme zorunluluğu bulunuyor. Ancak uygulamada böyle itirazlar neredeyse hiç yok" Kanaatimce, sosyal dayanışmanın geleceği ve toplumumuzun refahı sonuçta bu temel değerleri ve inancı taşımaya devam etmemize bağlı.. Bu yüzden, geçmişte olduğu gibi gelecekte de Haç"ın kamusal alanda yeri olacak." diyordu..

Hrıstiyan Birlik Partileri ile koalisyon hükûmetinde yer alan Hür Demokrat Parti Federal Meclis Grubu Eğitim Politikaları Sözcüsü Meinhardt ise, okullarda dinî sembollerin yer almasına federal düzeydeki siyasetçilerin değil, eyalet hükümetleri ve velilerin karar vermesi gerekiyor. Meinhardt, "bir okul veya bir sınıfın öğrenciyle velileri örneğin sınıfta haç asılmasını istiyor ve bu yönde karar veriyorsa, elbette benim açımdan da haçın okulda yeri vardır"  diyordu..

Sosyal Demokrat Parti Federal Meclis Grubu Kilise ve Dinî Cemaatler Görevlisi Siegmund Ehrmann ise, Hrıstiyan Demokrat politikacının talebinin hukukî temeli bulunduğuna işaret ederek, "Öncelikle şöyle bir durum var: Sayın Özkan temelde Federal Anayasa Mahkemesi"nin aldığı kararı tekrarladı. Bu mahkeme kararı şu anlama geliyor; din özgürlüğü herhangi bir dine inanmamayı da kapsıyor. Devletin çeşitli kurumlarına gitmek zorunda olan insanların, bu yerlerde onları rahatsız edebilecek dinî sembollerle karşı karşıya gelmemesi gerekiyor."  diyordu..

*

 Bu gibi tartışmaların yapılabileceğini 10 yıl öncelerdeki Batı Avrupa ülkelerinde, Almanya"da kimse tasavvur edemezdi, herhalde.. Çünkü, Avrupa medeniyet ve kültür demekti, özgürlük demekti, insanlar taassubdan uzaktı, vs..

Ama, bugün gelinen noktada, taassubun, dargörüşlülüğün, hoşgörüsüzlüğün, paranoya derecesine varan fobilerin ve bu arada en başta da İslamofobi"nin, İslam korkusunun bu toplumların bünyesini ne kadar felç ettiğini şu yukarda anlatılanlar da anlatma yeter..

*

İslam"ın, Almanya"ya son yarım asırda gelen işçi göçüyle gelmediği de bilinen bir gerçek.. Çünkü,  Almanya"da daha önceki zaman diliminde, asırlardır, Müslüman olan almanlar da vardır. Yani, göç olmadan da, müslümanlar Almanya"nın ve orta ve güney Avrupa"nın yüzlerce yıl öncesinden beri yabancısı değildi.. Nitekim, güneybatıda İber Yarımadası"nda, Endülüs"de, miladî-710- 1492"ye kadar 700 küsur yıl ve Balkanlar ve Orta Avrupa"da, Osmanlılar aracılığıyla, 500 yılı aşkın bir zamandır Avrupa"nın bir parçası olarak bulunuyordu ve Balkan müslümanları, hâlâ da vardırlar.. Ve bugün de, müslümanlık, Avrupa"nın hristiyanlıktan sonraki  ikinci en yüksek nüfusa sahib dini durumundadır.

Ve bu gerçeklere rağmen, Avrupa kamuoyu, Amerika"nın, 11 Eylûl 2001 Saldırıları"yla pompaladığı İslam korkusunun tam bir paranoyaya dönüşmekte olduğunun işaretlerini veriyor ve 10 yıl öncelerde tasavvur edilemiyecek şekilde, her sıkıntılı durum, her buhran,  her sosyal problem, müslümanlara bağlanıyor..

Bu sürecin, giderek daha da bir ivme kazanacağı tahmin edilebilir.. Geçmiş asırlarda yahudilere ve hattâ katolik ve protestan mezheblerininin bağlılarının birbirlerine karşı 400-500 yıl öncelerde sergiledikleri korkunç cinayetlerin, barbarlıkların yarınlarda müslümanlara karşı tezgahlanmasının ayak sesleri giderek yaklaşıyor..

*

İslam, töre ve âdetlerle aynîleştirilemez!.

Emperyalist dünyada, İslam ve müslümanlar aleyhinde nice kumpaslar düzenlenirken..

Müslüman coğrafyalarından Avrupa ve Amerika"ya gelen müslümanlardan bazıları, kendi coğrafyalarında bile baskı altına alınmış düşünce, duygu ve zevklerini bu özgürlük diyarı zannettikleri bu diyarlarda sergilemeyi, nostaljik bir eğilim olarak ortaya koymaktan özel bir zevk aldılar.. Bu gibileri, bugün, daha çok da, müslüman coğrafyalarının bazı yörelerinde görülen giyim-kuşam şekilleriyle Avrupa"nın ortasında arz-ı endam etmek arzusu, bazılarında bir takıntı haline geldi.. İlginç olan şu ki, bu tiplerin çoğu, kendi ülkelerine, Batı"dan gelen seçkin kimseler pozunda dönmeye özel bir dikkat göstermektedirler..

Çünkü, orada, ancak o şekilde itibar göreceklerini biliyorlar.. Avrupa"da ise, nostaljik takılıyorlar, geçmiş asırları, atalarının geleneklerini sürdürdüklerini düşünüyorlar..

Emperyalist dünya, onlara, kendi dünyalarının ve değerlerinin hürriyet/ özgürlük kıblesi diye anılmasına vesile olduğu için, bu durumu, onyıllar boyunca, zevklenerek, korkusuzca  seyretmiştiler.. Ama, artık korkuyorlar..

Hele de, "11 Eylûl Saldırıları"ndan sonra..

İslam, bir öcü gibi, bir gulyabanî gibi sunuluyor, bir korku figürü, adeta...

Emperyalist dünya, "Soğuk Savaş"ın her taktiğine başvuruyor.. Bir taraftan, bir takım karikatürler, resimler çizip, bunun Resul-i Ekrem (S)"e benzetmeye kalkışmak gibi  ahmakça tahriklerle ve müslümanların enerjilerini kendi istedikleri zaman ve mekanlarda boşaltmak istiyorlar..

Bunu yaparken de, son yüzyıl asırlarda geliştirdikleri bütün hukuk kurallarını bir kenara bıraktılar.. Önce, özgürlük diyorlardı, şimdi, güvenlik gerekçesini her şeyin önüne koydular..

Bununla yetinilmedi ve müslüman kitleler güvenlik açısından bir tehdid kaynağı olarak gösterilmeye çalışılıyor ve bu yapılırken de, en uç örnekler ve bazı âdetler ve gelenekler, bütün müslümanların ortak özelliği imiş gibi sergileniyor..

Tv. ekranlarında, medyada, hemen daima, İslam ve müslümanlar, kanlı, bombalı, silahlı, sahnelerle birlikte anılır oldu..

Bunu, İslamî örtüye kamu hizmetleri alanında kanun adına getirilmek getirilmek istenen yasaklama çabaları izledi.. Sonra, Köln"de, "Büyük Cami yapımına hayır!"  kampanyaları stezgahlandı..  Ardından,  İsviçre"de Kasım/2009"da minare yasağı referandumunun kabul edilmesi geldi.. Bunu,  Fransa"daki benzer talebler izledi.. Birer süngü gibi yükselmiş minare resimlerinin yanında, müslüman hanımları temsil ettiği havası verilen,  yüzü kapalı, sadece hışımlı gözleriyle etrafa bakan resimlerin çizildiği afiişler, posterler, panolar izledi.. Ve ilginçtir, o tablolardaki fransızca kelimelerin yerine almancaları yazılarak, aynı tasblolar, zahmetsizce, Almanya"da da sergilenmeye başlandı..  Bugünlerde de, Almanya"nın nüfusunun dörtte birinin bulunduğu NRW (North Rhein Westfalen) eyaletinde yapılacak olan seçimler dolayısiyle, bu eyaletin hemen bütün şehirlerinde, her tarafta bu seçim afişleri sergileniyor..

Eğer yahudiler aleyhinde benzer afişler, sergilenmiş olsaydı, o zaman onların hemen ve nasıl toplandığı ve hazırlayanları hakkında ne gibi yıldırıcı kanunî takibât yapıldığı görülürdü.. Ama, müslümanlar sözkonusu olunca, müslümanları tahrik etmek ve hedef göstermek isteyen bu gibi afişler bir de resmî teşvik ve himaye görüyor olmalı ki, hükûmetler seyirci kalıyorlar..

Bu gibi afişlerin, propagandaların, hele de büyük sosyo-ekonomik buhran dönemlerinde azlık unsurların ülkeden temizlenmesi halinde, problemlerin halledilebileceği zannına ağırlık veren materyalist toplum alışkanlıklarıyla birlikte ele alınmasında fayda vardır..

Bugünlerde, Valon ve Flamanların her iki tarafının da daha bir ateşli ayrılık nutukları attığı Belçika"da, Parlamento, bütün müşküllerini bir kenara bırakıp, yüzü kapatan peçelerin yasaklanmasınıa dair bir kanun çıkarma çalışmasına başladı.. Bunu Fransa ve İtalya takib etti.. Almanya"da da bugünlerde benzer taleblere dile getirilmeye başlandı, Bundestag"da (Alman Federal Meclisi"nde) sözkonusu..

Bu gibi çabaların hedefi olarak, kadın hak ve özgürlüğünün korunması ve de güvenlik gerekçesi olarak dile getiriliyor..

Bu arada İtalya"da, polis tarafından, kimliğinin belirlenebilmesi için, yüzündeki peçeyi açması istenen Tunus"lu peçeli bir hanım, bu talebi reddedince, 500 Euro para cezasına çarptırılıyor.. Bu hanımın eşi, yeni para cezalarından kurtulabilmek için, bundan sonra eşini asla dışarı çıkmayacağını söylüyor.. Ama, bunun da çözüm olmadığı açık.. Çünkü, o hanım en azından kendi ülkesine giderken, aynı taleble karşılaşacak ve yine para cezası ödeyecek.. Ve o hanımın eşinin, onu bir daha sokağa çıkarmıyacağı şeklindeki beyanı da,  kadın hakk ve özgürlüğünün kısıtlandığı iddiasına da hak verdirtecek nitelikte tartışılıyor medyada.. 

Bazı kesimler  ortaya çıkan ve giderek daha da daraltılabileceği beklenen bu gibi baskı tedbirlerinin karşısında, asla geri adım atılmaması gerektiğinden sözediyorlar..

Problem de orada başlıyor.. Çünkü, 6 milyon kadar müslümanın yaşadığı Fransa"da, peçe kullanan ve hemen tamamı müslüman olan hanımların sayısı, 1 500 kadarlık bir rakamla ifade ediliyor.. Almanya veya Belçika"da da, durum pek farklı sayılmaz.. Ama, müslümanların tamamı ve özellikle müslüman hanımların tamamının geleceği üzerine bir takım yeni oyunlar bu vesileyle tezgahlanmak isteniyor..

Ve bazı müslümanlar bugün geri adım atılırsa, yarın sıranın başörtülerine de geleceğini belirtiyorlar ve dik durulmasını istiyorlar..

İşte asıl çatışma da bu noktada başlıyor..

Çünkü, yüzü tamamen kapayan örtünün İslamî açıdan gerekliliği gündeme geliyor.

"Yüzlerin mutlaka açık olması"  gerektiği şeklindeki güvenlik gerekçesi de bütün dünyada, mâkul bir taleb olarak kabul görmektedir.. Kaldı ki, İslam"da hanımların yüzlerin açık olmasına cevaz verilmiştir.. Hucûrât Sûresi, 16. âyetteki,  "Allah"a din mi öğretiyorsunuz?"  ikazını da unutmamalıyız..

Haydi, kadın hak ve özgürlükleri iddiasını onlara bırakalım; çünkü emperyalist dünyanın bu konudaki ölçüleriyle görüş birliğine varmamız, neredeyse mümkün değildir.. Çünkü onların hak ve özgürlüklerden neleri anladıkları bilinmiyor değil.. Ama, güvenlik gerekçesi sözkonusu olunca, ne diyeceğiz? Daha çok da, örften, zevkten, "yöresel ve töresel" anlayışlardan beslenen tarzları, İslam"ın emri imiş gibi mi kabul edeceğiz?

Böyleyken, taqvâ ve sair gerekçelerle bu konuda böyle bir yönteme ağırlık verilmesi, ileride, müslümanların herbirisine yönelik gelişmelere dayanak yapılabileceğinin hesabı da yapılmalıdır.. 

Bu gelişmelere karşı geliştirilen tez genel olarak şöyle oluyor: "Eğer bu gün buna itiraz etmezsek, yarın da sıra başörtüsüne gelecektir!"

Evet, o da gelebilir..

Ama, öyle bir ihtimal var diye, aslî ve tabiî hak ve ölçüler dışında bir direnmeyi mi tercih etmeliyiz?

Haa, müslümanlar, çoğunlukta olmadıkları, başka inanç ve ideolojilerin, değer hükümlerinin hâkim olduğu yerlerde, kendi inançlarına, tabiî ve fıtrî haklarına göre yaşayamıyacak bir duruma düşürülmek istenirlerse, o zaman da yapılacak olan, ortadadır: O yerleri terketmek!.

Evet, giderek artan baskılar karşısında, müslümanlar azlıkta yaşadıkları ülkelerde, inançları açısından kalıp kalmıyacaklarını düşünmelidirler.. Yoksa, kendilerini zorla dayatmak veya başkalarının ülkesinde, onlara kendi iradelerini dayatmak durumunda değildirler.. Ve illâ direnmek istiyorlarsa, -ki, direnmeliler- müslümanlar ekseriyette olarak bulundukları, kendi ülkelerindeki tâgûtî ve zâlim rejim ve güçlere karşı direnmeliler.. Başkalarının ülkelerindeki düzenlemelerin niyeti her nasıl olursa olsun, oralarda enerjilerini boş saha ve boş mücadelelerle tüketmemek, başkalarının kamu düzenlerini dizayn etmeye kalkışmamak, onları zorlayamıyacağımızın idrakinde olmak durumundadırlar. Müslüman coğrafyalarından onmilyonlarca müslüman, kendi ülkelerinde insanca yaşamak imkanına kavuşamadıklarından, hayatlarını idame ettirmek için, alınterlerini ve hayatlarını yâdellerde heder ederken, bu gibi handikaplarla da karşı karşıya bulunuyorlar.. Bu durumda nasıl bir çıkış yolu vardır, bunu hepimiz düşünmeliyiz..

Böylesine bir sıkıntılı durumda, kendi şahsî taqvâ anlayış ve tercihlerimizi değil; müslümanların, azlık halinde yaşadıkları diyarlardaki tutumlarını nasıl belirleyeceklerini sorumluluk duygusu içinde, hak ve özgürlüklerini çok dikkatli kullanmak ve hele de inancımızı, âdet ve törelerle aynîleştirmemek zorundayız..

haksöz

Bu yazı toplam 2254 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar