Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

‘Müslümanız’ Diyoruz da, Ne Kadar İslam’dayız?

125 milyonu aşan nüfusuyla Afrika’nın -nüfus bakımından- en büyük ve ekonomik açıdan da petrol zengini olan ülkesi Nijerya’da son bir kaç yıldır ismi dünyaya kanlı eylemleriyle ulaşan  ‘Boko Haram’ diye bir örgüt var.

Nijeryalı bir tanıdık, ‘bizim ülkede 250’den fazla dil ve lehçe vardır, ama herhalde bu örgütün ismi, herhalde ‘Kutsal Kitab’  mânâsına geliyor..’ dedi. (‘Haram’  kelimesi, türkçede anladığımız gibi sadece ‘haram’ mânâsında değil, saldırı ve düşmanlıktan korunmuşluk, hürmet ve ihtiram gösterilmesi gereken gibi mânâları da içeriyor; Kabe ve avlusunu çevreleyen mescid’e ‘Mescid-ul’Haraam’ denilmesinde olduğu gibi.. Bu açıdan bakıldığında, ‘Boko Haram’ın da ‘saygı gösterilmesi gereken Kitâb’ mânasında ve Kur’an-ı Kerîm için kullanılmış olması ihtimali de gözönünde bulundurabilir.

Böyle bir durumda, bu isimlendirmeye hangi müslüman ihtiram göstermez?

Amma..

Bu isimlendirmenin arkasında sergilenen dehşet verici, kanlı uygulamalara ne demeli?

Kur’an-ı Kerim, mâbedleri, (Hacc Sûresi, 40’da)  ‘manastırlar, sinagoglar, kiliseler ve mescidler, içinde Allah’ın adının çokça zikredildiği mekanlar’ olarak tekrîm ile anarken; bu örgüt, kiliseleri basıyor, hristiyan halktan, sıradan sivil insanları da toplu halde hedef alarak katlediyor; bununla yetinmeyip kendilerine karşı çıkan müslüman grupları da sindirmek, kendilerine boyun eğdirmek için mescidleri basıyor, cinayetler işliyor.

Son olarak da üç hafta kadar önce, yaşları 14- 17 yaş arasında olduğu belirtilen 280 kadar kızçocuğu bu örgüt tarafından yapılan bir baskınla bir okul yurdundan kaçırıldılar. Bu çocukların hemen tamamının hristiyan ailelere aid olduğu anlaşılıyor.  Bunlardan 50 küsurunun kaçabildiği söyleniyor. Geride kalan 220 küsur kızçocuğu bu örgütün elinde rehine olarak tutuluyor; nerede ve hangi şartlar altında oldukları bilinmiyor ve de bulunamıyor.

Ve bu örgütün sözcüsünün 5 Mayıs günü yaptığı açıklama, daha bir dehşet vericiydi. Çünkü, bu kızların, ‘İslam hukukuna göre, köle veya esir olarak satılacağını’  duyuruluyordu. 

Ve bütün bunlar, İslam adına ve İslam için ve müslümanların hâkimiyeti adına yapılıyor!

Konuyu daha iyi anlayabilmek için bazı bilgileri tekrarlayalım.

*

(Siyahlar ülkesi demek olan) Nijerya, asırlarca fransız emperyalizminin elinde kaldı ve 1960’da istiklâlini elde etti. Emperyalistler ülkeden askerî açıdan çekilirken, geride bıraktıkları sömürge dönemi yerli egemenlerini yine güçlü durumda tutmayı planlamışlardı. Buna gerekçe olarak da, müslümanların ülke nüfusunun sadece üçte birini oluşturduğunu, üçte ikisinin hristiyanların ve animistlerden oluştuğunu iddia etmişler ve gelecekteki hukukî düzenlemenin de buna yapılmasını gerektirecek şekilde kanunlar bırakmışlardı.

Buna rağmen, ülkenin istiklali mücadelesinin bayrağını müslümanlar taşıyordu.

Ama, bağımsızlığın lideri ve kurulan ilk hükûmet’in başkanı olan Eboubakr Bellow istiklâlin, bağımsızlığın üzerinden henüz üç yıl geçmeden 1963’de öldürüldü.

Onun öldürülmesi müslümanları biraz daha birbirlerine yakınlaştırdı, aralarındaki kabile ve dil bakımından varolan ayrılıkları bir kenara bıraktılar, Hausaî’ler, Yoruba’lar, Fulanî’ler vs. kabileler aralarındaki güç birliğini pekiştirdiler. Batı dünyasının da desteğini alan hristiyanlar adına da Nijerya’nın batısında Biafra adında ayrı bir devlet kurulmaya kalkışıldı.

Ama, bu durum ortaya korkunç kanlı bir iç-savaş tablosu çıkardı. 

1967-70 arasında üç yıl kadar süren bu iç-savaş çok korkunç ve kanlı şekilde geçti ve üç milyona yakın insan öldü ve sonunda Biafra macerası sona erdi; ama, ülkenin başına da Yaqubu Gowon isimli bir hristiyan general getirilerek..

Gowon da, yeni bir anayasa hazırlattı ve müslümanların yönetimde etkili olamıyacakları şekilde temel kurumlar oluşturuldu.

Müslümanlar, kendilerine tuzaklarla dolu bir anayasayı ve o anayasanın devlet kurumlarına göre yönetilmeyi bir türlü kabul edemiyorlardı, tabiatiyle..

Bu yüzden de sosyo-politik çalkantılar, askerî rejimlere rağmen son bulmuyor ve ülke sukûna kavuşamıyor ve arka arkaya askerî darbeler yapılıyordu.

Nihayet, 1980 yılında bir cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı. Müslüman halk kesimleri Dr. Şeyho Şagarî etrafında bir araya gelmişlerdi. Şagarî, müslüman kimliğiyle bilinen bir isimdi; bu yüzden cumhurbaşkanı seçilmişti ve müslüman halk da sevinmişti, tabiatiyle.. Onun iktidara gelir gelmez, her şeyi müslüman halkın isteklerine göre yeniden yapmaya girişeceği bekleniyordu.

Ama, Dr. Şagarî, müslümanların beklentisini gerçekleştirmeye bir türlü yaklaşmıyordu. ‘Ben bu anayasaya göre iktidara geldim ve bu anayasanın kuralları ve çerçevesi içinde hareket ederim.’ diyor ve buna karşı bazı müslüman gruplar da, ‘O anayasa bize hristiyanların, emperyalistlerin bir dayatmasıdır, onu kenara koyacak çalışmalar yapmalısınız..’ diye itirazlarını dile getiriyorlardı. Ülkenin en mütedeyyin şehri olarak bilinen kuzeydeki Kano şehri bu yöndeki protestoların, itirazların merkezi haline gelmişti.

Kano’daki protesto gösterilerini bastırmak için Dr. Şagarî, bu şehre askerî kuvvetleri gönderdi ve ortaya çok kanlı bir tablo çıktı. Bir haftalık karışıklıklar sırasında 7 binden fazla insanın öldüğü açıklandı.

Ve arkasından da General Muhammed Buharî, bir askerî darbeyle henüz iki yılını bile doldurmamış olan Şagarî iktidarını devirdi..

Bu arada Nijerya’nın zengin petrol kaynakları da emperyalistlerin ellerini bu ülkenin içine daha bir sokmaları için ayrı bir gerekçe oluşturuyordu. Ve, 1985’de, bir askerî darbe de General İbrahîm Babangida yaparak, General Buharî’yi devirdi.

1993’den beri ise, düşe-kalka da olsa bir sivil yönetim devam ediyor ve bazan müslüman bir lider C. Başkanı seçiliyor, bazan hristiyan..

Ve ülkenin sosyo-ekonomik yapısı ise, iç karışıklıkları daha bir tahrik ediyor.

Hele, oldukça yüksek petrol geliriyle, başta en büyük lokmayı kaptığı bilinen hristiyanlar olmak üzere, belirli bir kesimin hayat seviyesi oldukça yükseltmesine rağmen; geniş kitlelerin yoksulluğunun aynen devam etmesi, sosyal kesimler arasındaki uçurum daha bir derinleşiyor ve bu da, böyle durumlarda ‘kurtarıcı’lık iddiasıyla olarak sahneye çıkmaya çalışan çeşitli grupları daha bir yüreklendiriyor ve çaresiz kitlelerin onlara yönelmesini teşvik ediyordu.

Bu kuşbakışı kısa bilgileri, ‘Boko Haram’ı ortaya çıkaran sosyal bünyenin anlaşılmasına yardımcı olabileceği ümidiyle tekrarladık.

*

ÖLÇÜ, TEMEL DEĞERLER MİDİR, İÇİNDE BUNULAN FİİLÎ ŞARTLAR MI?

İslam konusunda fazla bir ilgi ve bilgisi olmayan, ama sosyal bünyedeki rahatsızlıkların düzeltilmesi için, çarenin İslam’da olduğunu düşünüp, İslam’ın hükümlerinin toplumda hâkim olması düşüncesiyle ve radikal yöntemlerle ve hattâ zor kullanarak harekete geçmenin gerektiğine kendisini kaptıran ve bu konuda tâvizsiz ve de acımasız yöntemlere başvurabilen çevrelerin örgütleri, El’Qaide ve benzeri gruplarla ve özellikle son yıllarda uluslararası planda sesleri daha fazla duyulan -isimlerine lâyık olup olmadıkları bir ayrı konu- ‘selefî’ diye isimlendirilen hareketlerle de dirsek teması kurup, propaganda imkanı açısından uluslararası imkanlara kavuşunca, mücadeleleri daha bir ivme kazandı..

Boko Haram’ örgütü, işte bunlardan birisi..

Nijerya’da daha önce de, sosyal bünyedeki rahatsızlıkları gidermek ve durumu müslümanların hakkı olan şekilde yeniden düzenlemek iddiasıyla müslümanlar adına bir çok örgüt ortaya çıkmıştı. Ancak, bunlardan hiçbirisi, isimlerini uluslararası planda, ‘Boko  Haram’ teşkilatı gibi etkili şekilde duyuramadı ve bu örgüt ise, ancak bu tür dehşet verici eylemleriyle ismini bütün dünyaya duyurabildi.

Bu durumda, suç sadece ‘Boko Haram’da mıdır; yoksa, aynı zamanda, başka dilden anlamayan dünyanın güç merkezlerinde midir?

Yazık ki, Afrika’nın coğrafî ve kültürel olarak bize uzak sayılan bölgelerindeki müslümanlarla pek ilgilenemedik ve onlar da kendi çaresizlikleri içinde, çare diye buldukları ve İslam açısından üzerinde durulması, tartışılması ve herhalde kesinlikle karşı çıkılması gereken bu gibi terör eylemleriyle kendilerini duyurmaya çalışıyorlar. Ama, İslam adına yapıldığı bu gibi mücadelelerin ne kadar İslamî olduğu konusu, bütün müslümanları yakından ilgilendiren bir temel ve çetin mes’ele..

Nitekim, Nijerya’da İslam adına savaştığını söyleyen bu örgüt de şimdi, Nisan ayında kaçırdığı bu kız çocuklarını köle olarak satacağını duyuracak kadar, İslamî hassasiyetini ve idrakini yitirmiş durumda..

İslam’a da, her türlü insanî anlayışa da aykırı olan bu sakîm anlayışı da İslam şeriatı adına te’vil ve edenler çıkarsa, hiç şaşmamak gerek.

Çünkü bu gibi sığ anlayış sahibleri her yerde var..

‘Akılsız dostun olacağına, akıllı düşmanın olsun!..’  diye boşuna denilmemiş..

Her ne olursa olsun, sivil insanlara yönelik saldırılar asla kabul edilemiyeceği, onların hayatı üzerinde kumar oynanamıyacağı gibi, hele de çoğu rüşd yaşının altındaki çocukların kaçırılması gibi eylemlere asla sıcak bakılamaz.

Ne var ki, bu örgüt, o çocukların âkıbetlerine de pek aldırılmadığını görünce olmalı ki, bu kız çocuklarını köle olarak satacakları gibi dehşet verici açıklamasıyla dünya kamuoyunun ilgi alanına girebilmiştir ve bu durum da o korkunç eylem kadar dehşet vericidir. Geçmiş asırlarda sıkça görülen ve özellikle savaşlarda ele geçirilen sivil halkların, özellikle genç kız ve kadınlarının esir pazarlarında satılması gibi uygulamanın zihinlerde tekrar canlandırılması bile bir büyük vebal olmalıdır, herhalde..

(Yazık ki, bu çirkin örnek bizim tarihimizde yaşanmıştır ve İstanbul’da, Şehremini mıntıkasında, hâlâ  da ‘Avrat Pazarı’ olarak anılan yerde, seferlerden elde edilip, esir veya câriye denilerek getirilen kızlar- kadınlar satışa çıkarılırdı ki, o mekanlarda olan bitenler konusunda osmanlı tarihlerinde yazılanları burada tekrarlamak mümkün değildir ve utanç vericidir. Yaratılışı itibariyle, ‘eşref-i mahlûkât’ (yaratılanların en şereflisi) olarak nitelenen insan’ın, sırf cinsiyeti dolayısiyle o kadar aşağılanması, -başka dünyalardaki rezaletler bize mazeret  olamaz-  müslümanlar arasında asla mâzur görülememesi gerekirdi..)

Şimdi, Nijerya’da herhalde ormanların derinliklerinde saklandıkları sanılan ve bir türlü bulunamıyan bu kız çocukları konusu, önceleri dünyanın pek dikkatini çekmemişti.. Ama, bu son haftada, bu dehşet verici eyleme, emperyalist dünya da müdahil olmaya kalkışınca.. Yüzlerce insanın daha öldürüldüğü haberleri geliyor..

‘Boko Haram’ örgütü, bir dehşet kaynağı olmuş durumda.. Nerede zuhur edeceği, nerede vuracağı ve ne yapacağı bilinemiyen bir tedhiiş örgütü.. Kurbanlarının sadece gayrimuslimler değil, kendilerine ayak uyduramıyan müslümanlar da olduğu anlaşılıyor. 

‘İnsanın, en güzel şekilde yaratılmış olduğu ve haksız yere bir tek insanın öldürülmesini bile  bütün bir insanlığın öldürülmesi gibi sayılacağı’na dair Kur’an hükümlerine rağmen, bu gibi gelişi-güzel eylemlerle, silahlı savaşların dışında olan çocuk, kadın, ihtiyar vs. savunmasız insanların öldürülmesinin, İslam inancına uygun imiş gibi gösterilmeye kalkışıldığı te’villerin inancımız açısından yeri nedir, düşünmeli değil miyiz?

*

Bu ve benzeri hadiselerde, bazı müslüman kişi, grup veya örgütlerin bir takım tuhaf ve kabul edilemez eylemlerini İslam adına iddiasıyla ortaya koymaya kalkışmaları karşısında hepimizin müslüman olarak üzerinde durup düşünmemiz, nasıl bir tavır belirlememiz gerektiği âcil bir mes’elemiz..

Ve düşünmeliyiz ki, bu yapılanlar karşısında, evet, biz müslümanız, ama ne kadar İslam’dayız?

Uygulamalarımız, amellerimiz İslamî kabul edilebilirlik açısından ne durumdadır?

Yazık ki, İslâm adına yapıldığı ileri sürülen ve müslümanların büyük ekseriyetince inanç ölçülerine aykırılığı gerekçesiyle ‘kabul edilemez’ olarak nitelenebilecek olan bu gibi durumlar karşısında, bütün dünya müslümanlarını bağlıyacak ve -velev, nâkıs şekliyle de olsa, var olan Hılâfet kurumunun 90 yıl öncelerde  fiilen bertaraf edilmesiyle- İslâm adına söz söyleme yetkisini haiz bir otoritenin olmaması yüzünden, bugün müslümanlar bir başıbozuk topluluk durumunu sergiliyorlar ve bir ortak tavır geliştiremiyorlar.  

Umarız ki, ‘Boko Haram’ örgütü, müslümanları daha fazla utandıracak tavır ve eylemler içinde olmazlar.

*

Gönül isterdi ki, dünyanın pek çok yerinde Müslümanların ve müslüman olmasalar da mustez’af / (hakları gasbedildiği için zayıf düşürülüp ezilen) toplumların hakkını aramak için, bu zamana kadar pek alışık olmadığımız şekilde yoğun çabalar sergileyen Tayyîb Erdoğan  Hükûmeti,  Nijerya’daki bu trajediye de herkesten önce el atıp çözüm bulmaya çalışsın ve 8 Dışişleri Bakanlığı’nın 8 Nisan günü yaptığı kınama açıklamasıyla yetinilmesin idi.

Elbette bu noktada, ‘orada savaş veren insanların hangi şartlar altında olduğunu  düşünmeliyiz.’ diyenler de olacaktır, haklı olarak..

Ama, sadece içinde bulunulan şartlar, aslî değerlerimizin temel ölçülerinin mihengine vurulmazsa, o zaman bu gibi, içinde bulunulan şartlar gerekçesiyle, kendisini temize çıkarmayacak hiç bir örgüt kalmaz. Üstelik, hiç bir örgüt de, ‘İslam umurumuzda değil, kendi heva ve hevesimize göre dilediğimiz gibi hareket ederiz.’  demediğine göre, bu başıbozuk uygulamaya müslümanlar olarak etkili bir çözüm yolu bulmadıkça, bu ve benzeri durumlar devam edeceğe benziyor.

*

AYNI BELÂLI DURUM, IRAK VE SURİYE’DE DE SÜRÜYOR..

Nitekim, bugün Suriye’de temelde, Baas rejimi ve Esed Hanedanı diktatörlüğüne karşı mücadele etmek üzere ortaya çıkmışken; kendilerini sahih İslam’ın, en sahih İslam’ın temsilcileri ve uygulayıcıları gibi gösterenlerin herbirisi de, hemen hemen Kur’an aynı âyetlerini okuyup, ondan karşı tarafı yok etmek yolunda cevazlar bulmuşçasına tuhaf yorumlarla, birbirlerini korkunç bir dargörüşlülük içinde boğazlıyorlar, beyinlerine birer kurşun sıkarak öldürdükleri ‘düşman bildikleri öteki müslüman savaşçılar’ın video görüntülerini de youtube’lara yükleyerek, İslâm adına bir vahşîlik sergiliyorlar; ve yayın organlarında zafer çığlıkları atarak..

El’Qaide, en’Nusra, IŞİD, vs, vs...

Hepsinin iddiası, İslam adına cihad ettikleri üzerine..

Lübnan Hizbullahı  ise, o daha bir ayrı facia.. O da, Esed rejimini ayakta tutmak için, -ya da bir önceki yazıda, değinildiği üzere- İran’lı yüksek dereceli bir komutanın kendi beyanından aktarıldığı şekliyle, ‘İran’ın Akdeniz’e ulaşmak gibi stratejik hedefleri’ uğruna, bir halkın yüzbinler halinde öldürülmesine aktif olarak katılıyor; Beşşar Esed ve Baas Ordusu’nun korkunç cinayetlerinin yanıbaşında..

*

Bu vesileyle bir diğer konuya da değinmekte fayda var..

Tehran’da yayımlanan Cumhûrî-i İslamî gazetesinin 7 Mayıs tarihli nüshasında yayınlanan bir habere göre, ‘Irak- Şâm İslam Devleti’ (IŞİD) isimli katı-kuru, sert ve acımasız uygulamaları gözlenen örgütün yayınladığı bir bildiri ile, Irak’daki şiî İslam ulemâsının büyük otoritesi Âyetullah Ali  Sistanî’yi ölümle tehdid etmiş..

Bu bildiride şöyle denilmiş:

‘Müslümanlar bilsinler ki, şiîler sapkın ve İslam dininin dışındadırlar. Irak şiîlerinin ve ulemânın en büyük taklid ve takib merkezi de ağırlıklı olarak Necef’tir. Irak’daki şia merceiyyetinin başında halihazırda, Safevî artıklarından Ali Sistanî bulunmaktadır. Biz bütün şiîlere ihtar ediyoruz ki, Ali Sistanî Irak’dan çıkmalıdır. Aksi halde, onu öldüreceğiz!’

Evet, fanatik kafa yapısını sahib insanların kaleme alabilecekleri cinsten bir bildiri..

Bu bildiride dile getirilen cinayetin gerçekleştirilip gerçekleştirilemiyeceği ayrı bir konu, ama, bunun kaleme alınabilmiş ve dünyaya yansıtılmış olması bile başlıbaşına bir faciadır.

Ve bu tehdidin gerçekleşmesi ise daha bir facia olacaktır.

Bu bile bir korkunç bir korkunç anlayışı yansıtmaktadır.

Ama, Ali Sistanî olmasa bile, medya aracılığıyla bu gibi bildirileri yayınlayanları da niceleri kendi ellerindeki medya organları eliyle ‘tekfirci, terörist’ olarak nitemekte değil midirler?

Siz onlara ‘tekfirci, terörist, vs.’ deyin; onlar size ‘sapkın ve İslâmdışı..’

Aslında her iki tarafın birbirleri için kullandıkları kelimeler farklı olsa bile, mânâ ve muhtevâları, aynı değil mi?

Sadece, tamamen zıd kutublarda savaşan Hizbullah’la karşıtları değil; zâhiren aynı hedef için savaştıklarını söylenebilecek  IŞİD ve en’Nusra örgütleri de birbirlerini aynı âyetleri delil göstererek öldürmüyorlar mı?

Ya, iki taraf da yanlışta ve birbirlerini öldürüyor.. Ya da, bir taraf haklı, diğeri haksız..

Ama, iki tarafın da haklı olması imkanı yoktur. Çünkü, iki tarafın da haklı olduğu ve birbirini boğazladığı bir durum, hak mefhumunun ruhuna aykırıdır.

El’Qaide lideri Eymen ez’Zevahirî, geçen hafta taraflara hitaben, birbirini boğazlamaya çalışan bu ‘mücahid kardeşler’ine, bu kör kuyudan çıkmaları için silahlarını birbirlerine karşı kullanmamaları çağrısında bulunuyordu; ama, etkili olamadı.

Çünkü onlar da kendi bulundukları cebhelerde ve kendi özel şartları açısından, kendilerini nefsî müdafaa halinde gördüklerini ve yaptıklarının helâl ve gerekli olduğunu belirtiyorlardı;  tıpkı Lübnan Hizbullahı’nın yaptığı gibi ve aynı âyetlere dayanarak..

Daha geçen hafta, İran gazeteleri, ‘IŞİD (Irak-Şâm İslam Devleti) isimli tekfirci örgütün 300 teröristinin Suriye ordusu ve Hizbullah güçlerince öldürüldüğü’nü manşetten sevinçle vermiyor muydu?

Ve onlara karşı olanlar da o savaşçıların da karşı taraftan yüzlercesini öldürdüğünü aynı sevinç nârâlarıyla duyurmuyor muydu?

Geçen gün, bu mevzu konuşulurken, bir arkadaş, IŞİD’cilerin ve onların terörist, emperyalist kuklası ve şeytan ordusu olduklarını; ama, ‘en’Nusra’ savaşçılarının da Allah’ın dini için canlarından geçerek mücadele ettiklerini, herkesin aynı potada değerlendirilmesinin büyük bir bühtan olacağını belirtiyordu, iyi niyetli olarak..

Ama, herkes, kendisinin en doğru ve en sahih mânâda cihad etmekte olduğunu iddia ediyorsa, o zaman ne yapacağız? Çünkü, hiç kimse yoğurdunun ekşi olduğunu söylemiyordu.

*

VE, BİR TEESSÜF BEYANI:

Geçen Aralık ayı ortasında 4 Bakan’ın -azlen- değiştirilmesiyle sonuçlanan siyasî çalkantılardan asıl hedefin, Hükûmet’i vurmak projesi olduğunu ilk anda yazanlardan birisi olarak, bu ‘Bakan’lardan Erdoğan Bayraktar’ın, tipik bir laz aceleciliği ve tepkisiyle ilk anda tuhaf laflar ettiğini de ilk söyleyenlerdenim. Ki, şimdi, ‘söylediklerimden dolayı gece-gündüz ağlıyorum’ şeklindeki sözlerinin de samimî olduğunu düşünüyorum.

Egemen Bağış isimli Bakan’ın ciddî konularda bazı hafif  tavırları olduğuna bakarak, ona hiç sıcak bakmamış ve Tayyib Bey’in onu kabinede bulundurmasını bir türlü anlayamamıştım. Bu yüzden, onun hakkında fazlaca bir söze gerek yok.. 

Muammer Güler’in ise, 8-9 yılı bulan İstanbul Valiliği yıllarındaki ve sonra, İdris Naim Şahin isimli ilginç kişiden sonra İçişleri Bakanı olması sırasındaki çalışmaları sebebiyle hakkında müsbet, olumlu bir kanaate sahib idim.

Şimdi beyanlarında bir takım tutarsızlık ve çelişkiler görülüyor gibi..

Zafer Çağlayan hakkında ise.. Özellikle, ‘700 bin liralık kıymeti olan bir saat aldı(rdı)ğı’ iddiası karşısında, ‘Bu fiatta saat olabilir mi ve nasıl olabilir?’in cevabını halen de verebilmiş değil, geçelim..

Dahası, böyle bir saat konusunda yayılan iddialar üzerine iki ay susup, sonra, ‘Böyle bir saatim hiç bir zaman olmadı, isbatlayamayan şerefsizdir..’ diye net bir tavır takınmıştı. Bu zâtın o sözlerine neredeyse inanacak gibi olmuştum. Ama, şimdi, o saate sahib olduğunu söylüyor.

Bunun izahı yolunda yaptığı izahlar karşısında, aldatıldığım düşüncesine kapıldığımı belirtmeliyim. 5 Mayıs günü ve gecesi Meclis’te yapılan görüşmelerde söylenenler üzerinde de yine durmak istemiyorum. Yine de belirtmeliyim ki, savunması bâbında söylediklerine üzülmedim değil..

Yazık..

Çok zengin olmak, açgözlü ve tamahkâr olmaya engel olamıyor, demek ki..

haksöz

Bu yazı toplam 1202 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar