Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Müslüman coğrafyaları kalb ve beyin sancıları çekerken, evleviyyetleri..

Müslüman coğrafyaları kalb ve beyin sancıları çekerken, evleviyyetleri belirlemek...

Ortadoğu, dünya siyasetinin en hassas mıntıkalarından birisi..

Çünkü, en köklü dinlerin medeniyet ve kültürler bu mıntıkada şekillendi, asırlardır.. Bunun için de, insanlık tarihinin en hassas jeo-politik konumunda olan bir bölge, bu yerler..

Ve müslüman toplumlar da en çok bu topraklarda ve çevresinde meskûn vaziyette..

Tabiatiyle, İslam"dan önceki kültür ve medeniyetlerin ve dinlerin bağlıları da, müslümanlarla ister istemez sürekli bir mücadele içinde oldular..

Evet, bu topraklar genel hatlarıyla, müslüman coğrafyaları..

(Müslüman coğrafyası diyoruz, ama, İslam coğrafyası demiyoruz.. Çünkü, müslümanlar genel olarak bu coğrafyalarda oturuyor; ama, İslam belli bir coğrafyaya, belli bir zaman ve mekana mahsus değildir.)

Bu bölgelerde, büyük çapta, Osmanlılar, 400 yıla yakın bir süre hükmetti..

Bu çok büyük bir zaman dilimidir.. Ama, bu 400 yılın hele de ilk üç asrı, (sık sık tekrarlayan Yemen İsyanları"nı bir kenara bırakırsak) neredeyse tam bir sessizlik içinde geçti..

Daha doğrusu, nasıl geçtiğinden ne o diyarlarda yaşayan halkların bir haberi vardı, ne de Osmanlı memalikindeki öteki halkların..

 

Ama, biliyoruz ki, Osmanlı"nın son yüzyılı, özellikle 1800"lerden sonra, yani Fransız İhtilali"nden hemen sonraki dönemde bütün Avrupa"ya yayılan kavmiyetçilik virusu, ulus-devlet oluşturma arzuları müslüman toplumlara -ve tabiatiyle arab toplumlarına da- sirayet etmekte gecikmedi..

Osmanlı"nın genel yönetimi, türkçe konuşan veya bu dili resmî dil olarak kabullenen kadroların elinde olduğu için, bu dilden konuşmayan öteki müslüman kavimler (en başta da, arabça konuşan kavimler) arasında bile yavaş yavaş bir kavmiyetçilik fikri filizlendi(rildi).

*

Ve Avrupa"nın yaşadığı büyük sanayi devriminin gözalıcı gelişme sahneleri karşısında, maddî ve teknolojik alandaki geri kalmışlığın müslüman toplumlardaki arayış ve yansımalarının neticesi olarak yüzyıl kadar süren bir fikrî cereyanlar ve sonunda da sosyo-politik arayış ve mücadeleler sonunda Osmanlı, iç zaafları ve dış darbelerle tarih sahnesinden silinince, en başta da, arab halklar başı boş kaldıklarında, emperyalist-şeytanî odaklar tarafından onlara atılan en etkili çengel, arab kavmiyetçiliği çengeli idi.

 

I. Dünya Savaşı sonrasında emperyalist güçler, Osmanlı"yı tarih sahnesinden dışarı atarken, o büyük devletin diğer bütün parçaları gibi, arab diyarları da parça parça edildi ve her bir parçanın başına da bir kukla dikildi.. "Ulus-devletler"le bile yetinilmemiş,  kabile devletleri oluşturulmuştu.. Bugün, sadece Arab Birliği"nin bile 25 üyesi olup, bu ülke ve rejimlerin hemen tamamı, Osmanlı"nın hâkimiyetinde idi..

Ve her birisine de, kutsal bayraklar, kutsal sınırlar, kutsal ordular, kutsal ulusal marşlar, ulusal başkentler dikte edilmişti.. Ve bu halkların son 90 yılı, tepelerindeki emperyalist kuklalarının, zorbaların, tiranların, despotların tahakkümü altında geçti..

 

Son yüzyıl boyunca, bu ülkelerin pek çoğunda, 1952"lerdeki  Mısır- Hür Subaylar Devrimi ve 60"lardaki Cezayir bağımsızlık savaşı ve Fılistin"de yarım yüzyıldır süren kahramanca direniş hariç, herhangi bir hayatiyet emaresi görülmedi.. Bu coğrafyalardaki yoksul halk kitleleri veya zenginleştirilmiş olanları, birer zevk maymunları durumuna düşürülmüşlerdi..

*

TUNUS VE MISIR"DAKİ SOSYAL DEĞİŞİM TALEBLERİ,

YAZIK Kİ, GADDAFÎ"NİN ZORBALIĞIYLA YÖN DEĞİŞTİRDİ..

 

Ama, bu 100 yılı aşkın uykusundan, uyuşukluğundan uyanıyor gibi, hele de arab toplumları..

Sözde siyasî istiklallerine kavuşturulmuş bulunan ve böylesine uyuş(turul)muş Tunus ve hele de Mısır"da yüzbinler Ocak ve Şubat 201"de harekete geçip de, tepelerindeki emperyalist kuklalarını yarım asrı aşan iktidar makamlarından beklenmedik bir hız ve tarz ile tarihin çöplüğüne fırlatıp atınca..

Ortaya çıkan tablo, diğer arab toplumlarının heyecanlanmasına, cesaretlenmesine uyanmasına, davranmasına vesile oldu..

Amma..

Özellikle de Libya"nın modern zamanlar Neronu rolüne soyunan 42 yıllık  liderinin, kendi ülkesinde de ayağa kalkan kitleler üzerine, ağır silahlarla ve vargücüyle saldırmasından sonra; ortaya çıkan durum, domino taşı teorisinin tekrarlanacağı ve diğer bütün arab rejimlerini de yıkacak bir sonuç vereceği beklentisinin tersine, mayalarında diktatörlük bulunan o rejimlerin herbirisine de Gaddafî gibi direnmeleri gerektiğini telkın etti..

Nitekim bugün, Yemen"de Ali Abdullah Salih yüzbinlerin sivil direnişi şeklindeki qıyâmına teslim olmamakta ve 32 yıllık iktidarını terketmemekte ısrar ediyor.. Bahreyn"de Âl-i Halîfe ailesinin elindeki saltanat rejimi, varlığını, Suûd rejimi ve İran Körfezi"nin güneyindeki öteki şeyhliklerin gönderdiği askerî birlikleri halkının üzerine salarak korumaya çalışıyor.. (Yazık ki, Yûsuf el"Qardavî gibi kendi sahasında otorite sayılan ve amma Qatar Emiri"ne onyıllar boyunca verdiği hizmetin rolüyle, kapıkulu ulemâlığı zihniyetinden uzaklaşamadığını tescil ettirmek istercesine, Bahreyn"de ayaklanan halkı mezhebçilik yapmakla ve fitnecilikle suçlaması son derece düşündürücü.. Onun yaptığı mezhebçilikle suçlaması, kendisini de aynı noktaya düşürüyor.. Dahası, Qardavî, Bahreyn"deki  halk kitlelerinin qıyâmını mezhebçilikle suçlarken; Suriye"de ise, iktidarın halkın büyük kesiminin mezhebine mensub olmayanların elinde olmasının kabul edilemezliğini söylemektedir.)

Ancak bu halk ayaklanmalarının/ halk patlamalarının herbirisinde ortaya çıkan durum, Libya"dakinden çok farklı..

Libya"da ilk gösteri ânında, ülkenin başkent Trablus dışında, hemen bütün şehirlerinde kontrolü eline geçiriveren halk kitleleri, düzensiz, organizasyonsuz, eğitimsiz ve hedefsiz olduklarını düşünemeden, sadece Gaddafî"ye karşı olmakta birleşmişlikten ibaret bir duygu ile, silahlı mücadeleye giriverdiler, 1992"lerde bazı müslüman grupların da Cezayir"deki laik diktatörlere karşı silahlı mücadeleye girişmesi gibi..

Halbuki, bu kitleler, kışlalardan ele geçirilen, dağıtılan- yağmalanan silahları nasıl kullanacaklarını dahi bilmiyorlardı.. Bu yüzdendir ki, Gaddafî rejimi, ilk afallama dönemini atlattıktan sonra, bu şehirlerin herbirisinin üzerine saldırınca, muhalif güçlerin, direnişçilerin güçsüzlüğü ortaya daha bir çıkıverdi, 1991 Baharı"ndaki Irak- Amerika Savaşı sonrasında olduğu gibi.. (1991 Baharı"ndaki Irak- Amerika Savaşı sırasında Saddam güçleri çok ağır darbeler yedikten sonra çekilmek zorunda kalıp ateş-kes talebinde bulunurken, Kuzey Irak"daki bir çok yerleşim merkezinden de çekilmek zorunda kalkmıştı.. Bu yerleşim birimlerinin başında da Kerkük geliyordu. Saddam ordusu, 250"yi aşkın tankı şehirde bırakıp kaçarken, şehre yıllarca İran"da bulunan Saddam muhaliflerinin savaşçı güçlerinden oluşan Bedir Tugayları ile  "peşmerge"ler giriyordu.. Saddam askerleri, bu güçlerin tantklara binip, kendilerini çöllerde kovalayacaklarının korkusu içindeyken,  korkulan olmamış, hiç bir tank harekete geçmemişti..

Çünkü, bu güçler, tankların nasıl kullanılacağını bilmiyorlardı.. Ve Saddam güçleri bunu farkedince, geri döndüler ve o tanklara binerek, dağlara doğru kaçan güçler ardından giderek onları o dağlarda imha ve mahvetmişlerdi..)

 

Bugün Libya"da Gaddafî karşıtı direnişçilerin durumu da böyle.. Silahları yok veya var olan silahları da nasıl kullanacaklarını da bilmiyorlar.. Böyle olunca da, emperyalist güç odaklarıyla dirsek temasına girerek silah talebinde bulunuyorlar.. Yani, Gaddafî"nin yabancı -paralı askerler eliyle yapmak istediklerinin benzerini yapmaya çalışıyorlar.

Bu direnişçilerin Gaddafî"nin şahsına-ailesine karşı olmaktan başka bir hedefleri ortaya konulabilmiş değil.. Nasıl bir yönetim oluşturabileceklerine dair elle tutulur bir proğramları yok.. Ve teşkilatları /örgütleri, liderleri yok.. En bilinen liderleri Abdulcelîl, Gaddafî rejiminin yıllarca Adalet Bakanlığı vazifesinde bulunmuş bir isim..

 

Bu açıdan bakıldığında, Libya"daki halk kitlelerinin niye isyan ettiği bile anlaşılamadı. Çünkü, bu ülkede halk, diğer arab rejimlerine göre, maddî açıdan son derece geniş imkanlara sahib idi. Ve Gaddafî yönetimi, halkını, belki aç hürler toplumu olmaktan kurtarmıştı, amma, tok esirler- köleler durumuna getirmişti..

Şimdi.. Belirli bir protesto kültürüne bile sahib olmayan böyle bir sosyal bünyede, birden bire silahlı mücadeleye girişilmiş olması, Libya"daki Gaddafî karşıtlarının en büyük dezavantajı..

Bu durum, Gaddafî"ye, sivil kitleler üzerine ateş açan bir diktatör değil; isyan edip silahlı mücadeleye girenlere karşı ülkesinin sosyal düzenini korumaya çalışan bir lider görüntüsüne bürünmek fırsatını verdi..

Kezâ, Gaddafî"nin en beklenmiyen anlarda, materyalist-kapitalist emperyalizmin şeflerine, "Benim kadr"u kıymetimi bilin, ben olmasam bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika İslamcı cereyanların eline geçer.. Biz olmazsak, Akdeniz"de yeniden Barbaros Hayreddin"ler, Osmanlılar haraç keser.." diyebilmesi, onun her renge girebileceğinin, emperyalistlerle yeni muameleler yapabileceğinin bir habercisi.. Nitekim, son gelişmeler emperyalist güçlerin Gaddafî ile bir muameleye girdiklerinin pis kokularını veriyor..

Libya Buhranı"nın yarınlarda nasıl bir yön alacağını kestirmek zor..

Ama, şurası kesin olan şurasıdır ki Gaddafî,  kendi halkının büyük bir kesimini, dünyanın gözleri önünde ap-açık bir şekilde silah kullanarak sindirmiş, zorla  tahakküm eden birisi olduğunun en açık delillerini ortaya koymuştur..

 

Ama, daha da önemlisi, Gaddafî"nin  kendi halkına silah kullanmak ve binlerce insanın öldürülmesi pahasına da olsa, iktidara tutunmasının, diğer bazı arab ülkelerinde de, "dövüşe dövüşe, gerekirse halkla savaşarak iktidardan uzaklaşmak" gibi bir usûlün benimsenmesine yol açtığını ortaya koymaktadır.. Nitekim, Gaddafî"nin bu gaddarca direnişi, Yemen rejimini de yüreklendirdi, Bahreyn ve Suriye rejimlerini de..

*

SURİYE ELBETTE ÇOK FARKLI BİR KONUMDA.. AMA, BU, DİKTA REJİMİNE BOYUN EĞMEYİ KABULLENMEYİ Mİ GETİRMELİDİR, BERABERİNDE?

 

Evet, hele de Suriye olanlar, Ortadoğu dengelerini daha bir derinden etkileyebilecek çapta.. Bu ülkede, 1970-2001 arasında kanlı bir Baasçı diktatörlük sürdürmüş olan General Hâfız Esed"in ölümünden sonra, yerine geçen oğlu Beşşâr Esed, her ne kadar babasına nisbetle çok mülayim bir yönetim tarzı takib etmiş olsa bile, 30 yıllık Baas diktatörlüğünün genel yönetim mekanizmasını kıramadığı için, bu ülke de bugünlerde aynı şekilde, ülke halkının derinden derine kaynadığını gösteren ve giderek yaygınlık kazanan qıyâmlarla çalkalanıyor..

Bu gibi yaygın hadiselerde elbette ki dış tahriklerin, uluslararası ve emperyalist fitne odaklarının  etkisi olabilir. Ama, dış güçleri suçlamak, en etkili yöntemlerden birisi olduğu için, ortada atılan iddiaların sadece dış etkenlerle izahı da inandırıcı olmaktan uzaktır.

Üstelik, Suriye rejiminin, en çok da, Hizbullah"la anlaşamadığı için Hükûmet"ten düşürülen Sa"d Harirî"yi ve Lübnan"daki diğer Suriye karşıtı güçleri bu karışıklıkları çıkaran âmillerin başında göstermesinin, Harirî"ye sahib olmadığı bir gücü vermekten başka bir neticesi de olmayabilir.. Halbuki, Ortadoğu denkleminde siyonist İsrail rejimiyle henüz barış andlaşması imzalamamış olan ve bundan hep kaçınan Suriye"yi güç duruma düşürmek için bu rahatsızlıkları en çok tahrik edecek fitne odaklarının başında, herhalde siyonist İsrail rejiminin düşünülmesi gerekirdi..

 

Çünkü, Suriye"deki gelişmeleri en yakından ve endişe ile takib edenlerin başında, siyonist İsrail rejimi geliyor.. Bu rejim de,  Beşşar Yönetiminin iç çatışma  ve çelişkilerin artmasını istiyor; ama, Mısır"da olduğu gibi Suriye"de de, güçlü bir sosyal organizasyona sahib olan İkhvan-ul"Muslimîyn (Müslüman Kardeşler) Teşkilatı"nın güçlenmesini ve hele iktidara gelmesini hiç istemiyor.. Yani, hedef, Beşşar ve benzeri laik tiplerin iyice yıpranarak işbaşında kalması ve amma, İslamcı güçlerin iktidara gelmemesi..

Bölgenin etkin ülkelerinden İran ise, son üç-dört aydır Tunus, Mısır, Bahreyn, Libya ve Yemen"de meydana gelen bütün halk hareketlerini "inqılab"  olarak selamlarken; Suriye"de giderek yaygınlaşan halk gösterilerini ise, emperyalist güçlerinin tahrik ve fitneleri olarak suçlamakta.. Yani, her güç odağı, sadece kendi durumunu, hedeflerini, stratejilerini hesab ederek değerlendirme yapıyor.. Tabiatiyle, bu arada, Hizbullah Lideri Hasan Nasrullah da siyonist İsrail rejimine karşı verdikleri mücadelede kendilerine en büyük desteği sağlayan Beşşar Esed rejimini destekliyor.. HAMAS"ın tavrı da Hizbullah"dan çok farklı sayılmaz.. Çünkü, bu mücadele örgütleri, Suriye"nin güçsüzleşmesinin Filistin ve Lübnan"daki mukavemetin zayıflamasına vesile olacağını biliyorlar.. Ancak, bu doğrular, Beşşar Yönetiminin, halkının üzerine silahlı güçlerle saldırmasının gerekçesi ma"zereti olabilir mi?

Bu durumda, müslümanlar nasıl bir tavır takınmalılar, sahi?

Tabiatiyle, karşı olduğumuz bütün iktidarların, rejimlerin herbirisinin bertaraf olmasını isteyebiliriz, ama, "Dimyat"a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak" deyiminde ifadesini bulan, evleviyet/ önceliklerin belirlemesini yapmanın gerekliliğini asla unutmamak şartiyle.. Çünkü, bu karışıklıkların hele de Mısır, Suriye ve Lübnan gibi, siyonist İsrail rejiminin işgali altındaki Filistin"le sınırdaş olan ülkelerde cereyan etmesinin, ister istemez, bu ülkeleri ve halklarını tamamen güçsüz hale getirmeyecek bir noktaya düşürmemesine de dikkat edilmesi gerekliliğini de ortaya koymaktadır.. Evet, hele de bu ülkelerde mevcud iktidarlar gider ve  yerine daha sağlıklı ve halkın iradesini yansıtan rejimler gelemiyecek olursa, bu durumdan azâmî derecede faydalanmak için, emperyalist güçler ve onların koruması altındaki siyonist İsrail rejimi, bütün iştahıyla pusuda beklemektedir..

O halde, "zorba rejimler nasıl giderse gitsin ve yerine kim gelirse gelsin.. Daha kötüsü olamaz.." demek, çaresizlik içinde kalmış olanlara ilk planda sevimli bile gelebilir; ama, mücadelelerinde, evleviyetleri, / öncelikleri belirlemeden yapılan değerlendirmeler, sonunda hüsranla neticelenebilir..

haksöz

Bu yazı toplam 1707 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar