Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

’Mogol İstilâsı’, ’Celaleddin Rûmî’, ve de Salih Özcan

HT tv.’de 4 Ağustos akşamı yayınlanan bir proğrama katılan ve Kur’an çalışmalarıyla maruf M. İ.’nun, (halk arasında Mevlâna diye anılan) Celâleddin Rûmî’nin ismini vermeden, dolaylı bir ifadeyle onun bir Moğol işbirlikçisi olduğunu ifade etttiği ileri sürüldü..

’…1258’de Bağdad düştü. Yani halifelik düştü. Zirvesi odur. İslam dünyası 13. yüzyılda Moğolların işgali altında kan ağladı. Erzurum’da kafa taslarından piramit yaptılar. Sivas’ta piramit yaptılar. Kayseri en büyük direnen şehir oldu. Bir tane Konya’ya dokunmadılar. Konya’da da bir işbirlikçi buldular. Ama Kırşehir’i içindekilerle birlikte yerle bir ettiler.’

Onun söylediği ileri sürülen, ’mogol işbirlikçiliği’  iddiası bu metin içindeki ’Bir Konya’ya dokunmadılar.. Konya’da bir işbirlikçi buldular..’ ifadesinden anlaşılabilir. Çünkü o dönemde Konya’da en etkili isimlerden birisi Celaleddin idi..

Ancak, bu, yeni bir konu değil.. Prof. Mikail Bayram bu konuyu çeyrek yüzyıl yıl öncelerde gündeme getirmiş, Celâleddin’in Moğol prenslerine yazdığı mektublardan örnekler vermiş ve bir hayli tartışmalara konu olmuştu.. Şimdilerde susuyor mu, bilmiyorum.

Sözkonusu haberin ardından, yığınla notlar düşülmüş, o habere..  Yazık ki, kimileri ağır hakaretler etmişler.. Kimileri, ’Helal olsun, sonunda kimseden korkmadan doğruları cesur bir şekilde söyleyenler var.. Yıllardır bu milleti aptal yerine koydukları yetti artık! Kimse din hassasiyetimizi kullanarak bizi şirke sürükleyemez..’ diyerek memnuniyetini dile getirmiş.. Kimileri de, IŞİD, el’Kaide gibi örgütlerin  İslam imajını bozmaya çalıştığı bir zaman diliminde, bazı hocaların da sanki vazifeleri, kafalarda soru işaretleri bırakmak imiş gibi bir rol üstlendiklerinden yakınmış.. Bir diğerleri de, ’yarım doktorlar candan eder, bazı yarım imamlar da imandan eder..  Bir kısım bozuk akaidli kimselerin fetvalarından kendinizi muhafaza edinin..’ demiş..  Birisi de, ’ 800 yıl sonra arkasından atıp tutacağın birini bulmuşsun. Acaba senin, ölümünden 8 yıl sonra tanıyanın olacak mı?’ demiş.. Bir başkası da, ’Kendi hayatlarını İslam’a değil de, İslam’ı kendi hayatlarına uydurmak isteyen kolaycı müslümanların gündem oluşturmak hedefli laflar etmeleri’nden yakınmış..

Şimdi, bütün Türkistan, İran, Anadolu, Kurdistan, Irak ve Suriye’yi ezip geçen Mogol İstilâsı’nın o korkunç yıkımı karşısında olanları gözönünde bulundurmadan, bilmeden, 800 yüz yıl geriden, o güne bakarken, ne kadar sağlıklı hükümler verebiliriz?.

Prof. Mükrimin Halil İnanç hoca, 1974’lerdeydi, galiba; MTTB’deki bir konferansta..Ahmed Yesevî’nin Moğol İstilası karşısındaki tavrını anlatmıştı.. ’Taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmama’yı şiar edinen Moğol barbarlığı karşısında müslüman dünyası çaresizdi..  Bağdad’daki Halife ise, zevk’u safa içinde yaşıyordu.. O sırada, onun sarayında 730 civarında câriye bulunduğunu yazar tarihler.. VeHulâgû’nun sadece Bağdad’da öldürttüğü insan sayısı 750 bin olarak belirtilir tarihlerde..

Tarihçi Qutbeddin Nehrevanî de, Bağdad halkının da Dicle kıyılarında sabahtan akşama ve akşamdan sabaha kadar, koyu gölgelikler altında, yumuşak minderler üzerinde zevk’u safa içinde bol yiyecek-içeceklerle vakit geçirdiklerini yazar..

O durumda, Şeyh Ahmed Yesevî ise, müridlerine, akıl almaz ve şeriat dışı görünen bir öneride bulunur ve ’Moğol prenslerine kızlarınızı verin de onlara insanlık öğretsinler, bu vahşi insanları durduracak bir çaremiz olmadığına göre, başka çaremiz yok..’ der; merhûm Mükrimin Halil böyle anlatmıştı..

Daha sonra tarih sahnesine çıkan Celayirliler, İlhanlılar gibi müslüman devletleri, işte o müslüman olmuş moğol şehzadelerinin kurdukları devletlerdi..  

Bu alanda daha başka örnekler de vardır.. Merhûm Hasan’-ul’Bennâ da Mısır’daki İngiliz Genel Valisi’ne yazdığı dilekçelerle, en azından bazı gayrimeşrulukları önlemek için yapılması gerekenleri istiyordu.. Aynı şekilde, büyük bir inkılabçı olduğunda herhalde herkesin ittifak ettiği merhûm İmam Khomeynî de ’eğitim’, kültür ve diğer alanlardaki bir takım sapmaların zararlarını önlemek için, Şah’a hitaben konuşmalar yapıyor, yazılar yazıyor ve  ’Bunlar senin de, ülkenin de hayrına olmaz..’ diyordu..

Herbirimizin  Celaleddin Rûmî’ye bakışı farklı olabilir, ama, onun her yaptığınıişbirlikçilikle nitelemek ve hele de Moğol İstilası’na karşı koyacak hiç bir gücü olmayan/ kalmayan  müslüman halkı kurtarmak ve korumak kaygusuyla, Moğol prenslerine  bir takım tavsiyelerde bulunmasını, bir hiyanet olarak değerlendirmek mümkün olabilir mi?

*

Ve… Salih Özcan’ın ardından..

Bizim neslimizdeki İslamî yayıncılığın öncülerinden sayılabilecek Salih Özcan vefat etmiş..

Risale- Nûr talebelerinden olduğu da söylenirdi.. Ama, gençlik yıllarımızda bizi ilgilendiren, onun bu yönleri değil, Hilâl adında aylık olarak çıkardığı bir dergi idi..Hilal’i ilk olarak sanıyorum 1957-58’lerde görmüştüm..

130 yıllık Fransız emperyalizmine karşı Cezayir İstiklal Savaşı’mızdan haberler veya bize hamâsî duygular veren yorumlar yer alırdı, bu dergide.. ’Kafkas Kartalı’isimli bir uzuuun şiiirden de,  Şeyh Şamil’i yine bu derginin sahifelerinde tanımıştım.. Şimdiki gibi iletişim imkanlarının gelişmiş olmadığı, radyoların da sadece devletin elinde ve dolayıyisiyle sadece devletin bildirmek istediklerini aktaran ve gazetelerin de aynı şekilde, resmî ideolojiye muhkem şekilde indeksli olduğu bir dönemde,Hilâl’i biz yine de sınırları zorlamaya çalışan bir yayın organı olarak görüyorduk..

Benim Salih Özcan beyle yakın bir irtibatım olmamıştı..Ayrıca, İslamî eğilimli yayınlar biraz boy verip, İslamî muhtevalı tercüme kitablar piyasa çıktıkça, Hilâl’i de pek aramaz olmuştuk..

Onunla ilk direkt irtibatımız 1979 Haziranı’nda olmuştu.. ’Rabıta-t-ul Âlemî-i İslamî’isimli ve Suûd etkisinde olduğunu bildiğimiz bir kuruluşun Kuzey Kıbrıs’ta, organize ettiği, Uluslararası Müslüman Gazeteciler Kongresi dolayısiyle Türkiye’den bu kongreye çağrılan birkaç kişiden birisi de bendim..

Rabıtaya bakışım hoş olmadığı halde, benim niçin çağrıldığımı anlamamıştım. Sadece 163. maddeden mahkûm olup, hapisten yeni çıkmış birisi olmamın Salih Özcan’ın tercihi şeklinde ortaya çıktığını daha sonra anlayacaktım..

O kongreye katılan 300 civarında medya mensubu vardı, dünyanın çeşitli yerlerindeki müslüman medya organlarından.. Ama, Magosa, Lefkoşa ve Girne’de devam eden oturumlarda hiç de İslamî olmayan davranışlarla karşılaşmış ve çeşitli içkilerin bol bol içildiği bir tuhaf ’müslüman gazeteciler’ olduğumuzu görmüş, Kanada, İngiltere, Pakistan ve Endonezya’ya kadar çeşitli coğrafyalardan gelen birbirlerini daha önce tanımayan 8-10 kişi o genel kitleden içki içmeyenler olarak ayrışıvermiştik.. Magosa’nın lüks otelinin teraçasında, iki-üç metre ilerdeki plajda sergilenen et pazarı manzarası karşısında, Kur’an okunarak yapılan kongreden de rahatsız olmuştuk..

O kongrenin tamam hikayesi uzun..

Lefkoşa’da Ayasofya Câmii’nde kılınan Cuma Namazı’na ise, Kıbrıs’ın yerli halkından hemen hiç kimse katılmamıştı ve turistler gibi kenardan seyretmekle yetiniyorlardı.

Kongrenin sonunda çeşitli komiteler oluşturulmuştu.. Bu komitelere seçilecek üyeler belirlenirken, diplomatik taktikler de devreye girmiş ve hangi ülkelerden ve kimlerin seçileceği önceden belirlenmiş gibiydi..  Ve bunda Salih Bey’in çok faal olarak kulis faaliyeti yaptığını ve bize elindeki kendi listesini seçmemiz gerektiğini bilhassa  rica ettiğini görünce.. Oylarımız özellikle daha bir ayrışmış ve kimler olduklarını orada yakından gördüklerimizden nicelerine oy vermemiştik, sözünü ettiğim 6-7 arkadaş grubu olarak.. Planlanan isimler kılpayı rakamlarla seçilememişler ve bu da Salih Bey’i incitmişti..

Ama, nasıl olmuşsa, yine de üç ay sonra Mekke’de toplanacak daha büyük bir kongrenin kurucu üyelerinden birisi olarak ben de seçilivermiştüim..

Bu seçilişde, herhalde Rauf Denktaş’ın huzurunda yapılan bir konuşma etkili olmuştu.. Çünkü, Denktaş, misafirlere hitaben bir konuşma yapmış ve Kıbrıs’ın müslüman halkını desteklemediklerinden dolayı müslüman ülkelere ve onların medya organlarına teessüflerini bildirmişti..

Bunun üzerine, yaptığım konuşmada, (özetle) ’Sayın Başkan, bu teessüflerinizde haklı olabilirdiniz, belki.. Ama, unutmayalım ki, Cezayir’de 7 yıl süren İstiklal Savaşı boyunca Türkiye rejimi  ne yazık ki Fransa’nın yanında yer almıştı.. İsrail rejimine karşı ortadoğu ülkelerinin ve müslüman halklarının verdikleri ve ağır yenilgiler aldıkları 1956 Suveyş ve 1967 savaşlarında da, Türkiye NATO dünyasıyla birlikte hareket etmişti.. Bunları da unutmayalım.. Siz şimdi burada ’Birgün inşaallah Mescid-i Aqsâ’da Cuma Namazı kılarız..’ ümidinizi dile getirdiniz ve herkes memnun oldu, inşaallah dedi.. Ama, bugün biz Lefkoşa’da Ayasofya’da namaz kılarken  Kıbrıs halkından pek kimse yoktu.. Cuma Namazı için Mescid-i Aqsâ’ya gitmeden önce, burası daha yakındı..’  demiş ve sözlerim özellikle arab ülkelerinden eklerinden gelenlerin, ’Ahsentum ya şeyh!.. ’ gibi cümleleriyle teyid olunmuştu.. Ben de öylece hemen ’şeyh’  bile oluvermiş ve sonra da o Mekke’de toplanacakbüyük kongrenin kurucu üyelerinden birisi olarak seçilivermiştim..

Kıbrıs dönüşünde,  izlenimlerimi haftalık Tevhîd dergisinde, ’Plaja nâzır bir otel teraçasında Kur’an okunarak yapılan ’İslamî konferans’(!)’tan ağır eleştirilerle söz edince.. Bir ay geçmedin, Rabıta’dan gelen bir yazıyla, ’Görülen lüzum üzerine Rabıta’yla irtibatımın kesildiği’ bildiriliyordu..

Şaşırmamıştım..

Berkeley Uni.’den Prof. Hâmid Algar,  o kongrenin haberlerini takib etmiş ve benim de katıldığımı görünce.. ’Rabıta’nın kongresinde onun ne işi var, hakkında husn-i zann besliyordum.. ’ diyerek hayal kırıklığı yaşadığını, ama Tevhîd’de çıkan o intibalarımı okuyunca, yanılmadığını gördüğünü, daha sonraki tanışmamızda anlatmıştı.

*

Salih Özcan’la bir daha hiç karşılaşmadım.. Bana kırıldığını hissediyordum, ben de görmek istememiştim. O, çalışmalarına yoğun olarak katıldığı Rabıta’nın bir takım temel yanlışlarına vâkıf olduğu halde, hizmetine devam yine de ediyordu.

Uzuuun yıllar, kendisinden bir daha haberde alamadım. Samimî olduğunu düşünüyordum.. Ama, ’Rabıta-t-ul’Âlemî-i İslamînin manyetik alanından uzaklaşamıyordu.. Yurda döndükten sonra bir ara, hatırlayıp hayatta olup olmadığını öğrenmek istedim. Bu işleri bilmek durumunda olan çoğundan hiçbir sağlıklı haber alamadım ve vefatını, cenaze namazının kılınış haberlerini veren TRT’den öğrendim.. Tâbutu başında Başbakan Yard. Bülend Arınç  konuşuyor ve onun üstün hizmetklerinden uzun uzun sözediyordu.

Bu gibi vefatlarda yerli-yersiz övgüler dile getirilir. Benim öyle bir niyetim yok.. Ondan bahsedişim de, geçmişteki hizmetlerini hatırlamak ve yanlış ve doğru bulduklarımı da okuyucularla paylaşmak arzusundan kaynaklanıyor..

Bu vesileyle, Salih Özcan ağabeyi rahmetle anıyorum..

*

dirilişpostası

Bu yazı toplam 1081 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar