Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Mısır Için, Mursî"yi Makamına Iade Etmekten Daha Sağlıklı Bir Yol Yok!

8 Temmuz sabahı ulaşan haberler, Mısır"da ordu tarafından yapılan bir darbeyle makamından uzaklaştırılıp belirsiz bir yerde tutulan Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî"nin serbest bırakılması ve vazifesinin başına döndürülmesi için yapılan gösteri ve protestolarını sürdüren onbinlerce insanın üzerine, sabah namazı kıldıkları bir sırada askerlerce ateş açılması sonunda 50"den fazla müslümanın öldürüldüğü, yüzlercesinin de yaralandığı bildiriliyor.

Mursî"ye karşı darbe yapan askerlerin gerekçesi, karşıt kutublar arası çatışmalarda 5-6 kişinin öldürülmüş olması hasebiyle, ülkenin kamu düzeninin tehdid altına girdiği iddiası idi.. Bu gerekçeyle darbe yapan askerler şimdi daha ilk hafta dolmadan, yüzden fazla insanı öldürmüş bulunuyorlar. Dünlerde, karşıt gruplar arasında küçük çaplı çatışmalar olabiliyordu; şimdi ise, kamu düzenini korumak adına darbe yapan, onbinlerceden omluşan Mursî tarafdarlarına ateş açıyor ve, bu cinayetin başsorumlusu olan Gen. Abdulfettah Sisî bu konuda hiç bir açıklama yapmıyor. General Sisî"ye darbe için destek veren Ezher Üni. şeyhi (rektörü) Ahmed et-Tayyîb ise, ülkedeki buhranın daha da derinleştirilmemesi çağrısında bulunmakla yetiniyordu, kendi günahını ve sorumluluğunu hatırlamadan.. General Sisî tarafından Başkanlık makamına kukla olarak oturtulan M. Adlî Mansûr da sorumluluğu üzerinden atabilmenin çabasında.. Kezâ, kendi yardımcılığına getirdiğini açıkladığı Nobel Barış Ödülü sahibi ve de kendisini özgürlükçü olarak takdim eden Muhammed el"Baradeî de, aynı şekilde..

Halbuki, işbu El"Baradeî, 7 Temmuz günü New York Times gazetesinde yayımlanan mülâkatında, Mursî"nin iktidardan uzaklaştarılması için, aylarca çalıştığını ve aynı şekilde, onun makamından zorla alındığı son gün boyunca bile, Amerikan Dışbakanı John Kerry ve AB Dış siyasetinin sorumlusu olan (ingiliz diplomat ve İşçi Partisi"nden siyasetçi) Catherine Ashton"u, bu darbenin gerçekleşmesi yolunda ikna etmek için uzun uzun çırpındığını açıklıyordu. Bu kişinin, 6 Temmuz akşamı, Başbakanlığa getirildiği açıklanınca, Mansûr"la ne kadar da beşûş bir çehre ile ve bir çocuk sevinciyle kucaklaştığı da hatırlardadır.. Ama, Mursî ile son bir yıldır işbirliği yapan ve ancaak, darbe sözkonusu olunca Mursî"yi satıp, darbeye başlangıçta "evet" diyen (Selefî) Nûr Partisi, "Artık bu kadarını da kaldıramayız.." diyerek, El"Baradeî"nin başbakanlığına karşı çıkınca bu vazifelendirme ölü doğmuştu.. Mansûr, onu Başbakanlığa getiremeyince bu kez de onu kendisinin yardımıcılığına, yani, Devlet Başkanı Yardımcılığı"na getirmeyi denedi. Bunun üzerine, Nûr Partisi, darbecilerle olan ilişkilerini bütünüyle dondurmuş bulunuyor..

*

Müslümanların mazlûmiyeti sözkonusu olunca.. "Üç Maymunlar"ı oynayanlar..

Mursî"nin başkanlığı günlerinde, karşıt gruplar arası çatışmalardan dolayı 5-6 kişinin hayatını kaybetmesi üzerine, dünyayı velveleye veren emperyalist dünyanın borazanları olan haber ajansları, medya kuruluşları, şimdi, (Görmedim- Bilmiyorum- Duymadım..) şeklindeki mânâyı karikatürize eden "üç maymunlar"ı oynuyorlar.

Nitekim, bu "üç maymunlar", 6 Temmuz günü, İskenderiye"de 18, Kahire"de 16 ve diğer şehirlerde en azından 8-10 olmak üzere, 50"ye yakın insanın ölümü karşısında da habersiz davrandılar.

Çünkü, ne de olsa, Mısır ordusu, onlara göre darbe filan yapmamış, onların yüreğine korku salan, İslamî değerlere ağırlık veren bir lideri makamından indirip, emperyalistlerin maslahat ve menfaatlerine uygun iyi bir iş yapmışlardı.

Ki, başından sonuna kadar, emperyalist güçler ve en başta da Amerikan emperyalizminin bilgi ve tavsiyesi dâhilinde olduğuna dair bilgileri bizzat o kuklalar bile iftiharla açıklıyorlar. Esasen, bu ihtimali reddetselerdi, kimse de inanmazdı.

Bizdeki bütün askerî darbeler de Amerika"nın bilgisi dahilinde yapılmamış mıydı? NATO"ya üye olup da, ordunun hareketlerini NATO"nun bilgisi dışında kullanmak meğer mümkün müdür? Ki, 1959 yılının Aralık ayında Ankara"yı ziyaret eden ve Bayar- Menderes ikilisince oldukça sıcak şekilde karşılanan dönemin Amerikan Başkanı Dweight Eisenhower, 6 ay sonra yapılan 27 Mayıs 1960 İhtilali"nden hemen sonra ise, askerî darbenin başına getirilen General Cemal Gürsel"e yazdığı kutlama mektubunda, yaptıkları işin, demokrasinin yerleşmesi için son derece önemli olduğunu yazıyordu.. O darbeyle ilgili olarak Amerikan ve ingiliz gizli belgeleri, üzerindeki 30 ve 50 yıllık yasaklar kalkınca daha net olarak ortaya çıkmıştı..

12 Mart 1971 Askerî Müdahalesi"ndeki CIA etkileri de, bu konuda yayınlanan resmî belgelerle yine doğrulanmıştır.

12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi"yse dönemin NATO Başkomutanı Gen. Alexander Haig"în, o dönemdeki Amerikan Başkanı Jimmy Carter"e durumu rapor ederken kullandığı meşhur cümlesi, "Our boys" (bizim çocuklar) başardılar" şeklindeydi. Evet, onların çocukları, onların kocaman bebekleri..

28 Şubat 1997 Zorbalık Günleri"ndeyse, Genel Kurmay 2. Başkanı Gen. Çevik Bir, Amerika"da, dönemin Amerikan Dışbakanı Madeleine Albrigth ve diğer önde gelenler huzurunda, "Ben ve arkadaşlarım, bu Hükûmetle, Erbakan-Çiller Hükûmeti"yle mücadele etmeye kesin kararlıyız.." diyor ve Albrigth da ona, "Yapacaksanız, doğrudan askerî darbeyle değil de, Meclis aritmetiği yoluyla yapınız.." tavsiyesinde bulunuyor ve, o darbe de aynen o tavsiye-emre uygun olarak gerçekleştiriliyordu.

Tekrar edelim, esasen, NATO üyesi olan bir ülkenin ordusu, NATO"nun da başı olan Amerika"nın haberi olmadan bir askerî hareketi gerçekleştiremez.

Amerika Mısır"a yardım etmeye, niye kadar teşne?

Evet, Mısır, NATO üyesi değildir, ama, ondan daha iyi bir durumda da hiç değildir. Çünkü, Mısır 1979 başında, imzalanan Camp David Andlaşması ile, İsrail rejimini resmen tanımış ve bunun karşılığı olarak da, B. Amerika, Mısır ordusunun ihtiyaclarını karşılamayı taahhüd etmiştir. Nitekim, Amerika, Mısır"a o zamandan beri her yıl, 1,5 milyar dolar yardım veriyor. Ve bu paranın 1 milyar 300 milyon doları doğrudan doğruya orduya veriliyor, geride kalan 200 milyon doları da Hükûmet"e.. Taa ki, İsrail rejimini rahatsız edecek bir gelişme olmaya..

Amerika"nın bugün, Mısır"da ve kendi bilgisi dâhilinde yapılan askerî darbeyi, uluslararası hukukdaki deyimle‚ "Coup d"État" (kudeta) / Hükûmet darbesi olarak nitelendirmekten kaçınmasının temelinde işte bu yardımlar var.. Çünkü, Amerika, kendi kanunlarına göre darbe rejimlerine yardım yapamıyor. (Kaldı ki, Amerika"nın o kanununu, -Türkiye"deki darbe rejimleri de dahil-, nice ülkeler için, nasıl yok saydığını da bilinmektedir..)

"Amerika, yardım yapmayı ne kadar da çok seviyor, Mısır"a yardım yapabilmek için kendi prensiplerini bile fedâ ediyor.." diye, insanın gözü bile yaşarabilir.

Ama, mes"elenin aslı, İsrail rejiminin aleyhine bir durumun oluşmaması..

*

Amerikan makamlarının, darbeyi, Mursî"ye haber verip, neleri nasıl yapması gerektiğine dair tavsiyeleri ve Mursî"nin bu gibi kuklalaştırıcı tavsiyelere aldırmayıp, dik durduğu anlaşılıyor..

Gerek Mursî"nin dik duruşu ve gerekse, müslümanların öldürülmesi karşısında emperyalist dünyanın ve onların dünyadaki uzantılarının sessizliği, hakkları gasbedilen mazlum kitleleri suçlarcasına bir eğilimle hareket etmeleri veya sanki hiç bir şey olmamış gibi davranması herşeyi anlatıyor, aslında..

*

Mursî diktatörlükle mi geldi ve diktatörlük mu yaptı ki, ayaklanma mâkul olsun..

Birileri, "Mursî devrildiği zaman karşı çıkanlar Husnî Mubarek devrildiği zaman da karşı çıksaydılar, tutarlı olurlardı.." diye akıllarınca bir çelişkiye değiniyorlar.

Bazıları da, "Mesela; Suriye ordusu da, Beşşar Esed"e bir darbe yapsa, yine karşı çıkacak mısınız?" demekteler.. Sanki, Beşşar Esed ülkenin başına halkın hür iradesiyle gelmiş gibi.. Öyle zorbalıkla gelmiş birisine karşı ve halkın ekseriyetinin kabul ettiği bir hakk kavramına göre bir ayaklanma sözkonusu olursa, o zaman öyle bir zâlimin tepelenmesine karşı çıkılmaz..

Ama, Mısır"daki hadisenin böyle bir benzetmeyle ilgisi var mıdır, Allah aşkına?

Bu açıdan, Mısır"da olup bitenlerin yakın tarihî arka planına kısaca bakmakta fayda vardır.

Önce, Husnî Mubarek, halkın iradesiyle gelmemişti.. Enver Sedat"ın öldürülmesi üzerine, onun Başkan Yardımcısı olması hasebiyle otomatik olarak iktidara geçmişti ve iktidarını sürdürüşünde, bir halk iradesi temeline dayandığına dair hiç bir ciddî iddiası da yoktu.

İkinci husus da şu ki, Husnî Mubarek bir askerî darbe ile veya Mursî ve tarafdarlarınca devrilmemiş; geniş kitlelerin ayaklanmasını bastırmak için yüzlerce kişiyi öldürtmüş ve ölü sayısı 1300"leri geçince, beklenmiyen bir anda, 11 Şubat 2011 günü, Başkanlık yetkilerini ordu"ya ve ordunun başında bulunan 76 yaşındaki Mareşal Huseyn Tantavî"ye devrederek, iktidardan çekilmiş ve Mareşal Tantavî, ülkeyi 15 ay yönetmiş ve serbest seçimler yapılacağını ve halkın iradesine göre bir yönetimin işbaşı geleceği açıklamıştı.

O ilk şaşkınlık anlarında, İkhwan-ul"Muslimîyn henüz seçimlere bir parti olarak girip girmeyeceğini bile kararlaştıramamıştı. Çünkü, İkhwan, 80 yıla yaklaşan ömrü boyunca, hele de Nâsır zamanı başta olmak üzere, bütün devirler boyunca büyük acılar çekmiş, ağır bedeller ödemiş ve nihayet son 30-40 yıl boyunca da, siyasete asla dahil karışmamak kararını almak zorunda kaldığı için, sadece dispanser, hastahane, aşevi, mekteb, vs. gibi sosyal hizmet alanlarında faaliyet göstermesine hükûmetlerce de göz yumulmuştu.. (General Necîb ve Albay Nâsır gibi isimlerce 1952 yılında gerçekleştirilen ve Kral Farûk"un devrilmesi ve yerine oğlunun, II. Fuâd olarak tahta geçirilmesinden kısa bir süre sonra, onun da tahttan indirilerek, Cumhuriyet rejimi"ne geçildiğinin açıklanmasıyla başlayan ve 60 yıl süren bir kesintisiz diktatörlük döneminin 11 Şubat 2011 günü Mubarek"in iktidardan çekilmesiyle sona erdiğini hatırlayalım.)

Bu durumda, İkhwan, beklenmiyen anda, diktatörlük rejiminin çöküvermesi üzerine karar almakta zorlandı ve "Biz parti kurmayacağız, cumhurbaşkanlığı seçiminde de aday göstermiyeceğiz.. Prensiplerimize yakın kişileri desetekleyeceğiz.." dediği halde, gelişen hadiseler içinde, ellerini taşın altına bizzat koymaları gerektiğini düşünüp, hem Adâlet ve Hürriyet Partisi adında partileştiler, hem de Cumhurbaşkanlığı seçimine, halk arasında çok sevildiği bilinen Hayrat Şatır"ı aday göstereceklerini açıkladılar..

Ancak, Tantavî"nin başında bulunduğu Yüksek Askerî Şûrâ, Şatır"ın adaylığını reddedince, yeni aday olarak, Husnî Mubarek rejiminin çökmesiyle zindanlar açılınca, kendiliğinden dışarı çıkan onbinlerce hükümlü ve tutuklu gibi dışarı çıkan Muhammed Mursî aday gösterilmişti.

Bu arada, daha öncee, her türlü seçim yolunu küfür olarak nitelemeleriyle meşhur olan Selefîler de, partileşmek gerektiğini görüp, buna göre davrandılar ve Nûr Partisi adında bir parti kurdular..

Ve yapılan Meclis / Parlamento seçimlerinde, İkhwan, yüzde 40, Selefiler yüzde 27 kadar oy alınca.. Meclis"in yüzde 65"den fazlası, üçte ikisi farklı yorumlyarla da olsa, toplumun yönetimini İslamî ölçülere göre yapılmasını isteyen sosyal kesimin eline geçti.. Ve, onlar da orada iyi bir işbirliği örneği gösterdiler ve Meclis Başkanı "Selefîler"den seçildi; Başbakanlığın da İkhwan"da olmasını kararlaştırıldı.

Ve arkasından da Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Baradeî ve Emr"u Mûsâ gibi isimler hiç bir varlık gösteremediler, Muhammed Mursî ile, (Mubarek"in son başbakanı) Ahmed Şefiq, ikinci merhaleye kaldılar. Seçimin ikinci merhalesinde de Mursî, yüzde 52 ile seçildi ve 30 Haziran 2012 tarihinde vazifeye başladı.

*

Mısır"daki sistem, yarı Başkanlık sistemi idi.. Ve Husnî Mubarek, kendi yetkilerini o sisteme göre orduya devredebiliyordu. 30 yıllık iktidarının sonunun geldiğini düşünerek, daha fazla kan akıtmaktan korkup, ülkeyi ordunun eline teslim etmişti.

Ordu da, 15 aylık hükûmet dönemi sonunda, Mursî"nin seçildiği anlaşılınca, Başkanlık yetkisini kullanarak, Anayasa"da Cumhurbaşkanı"nın yetkilerini yeniden tanzim etmiş ve kukla bir cumhurbaşkanı modeli hazırlamıştı.. Seçilen Meclis"i de dağıtmıştı, generaller.. Öyle ki, Cumhurbaşkanı, savaş veya barış kararı alamıyacak, ordu üzerinde söz sahibi olamıyacak, komutanların terfi ve azillerinde veya vazifelendirilmelerinde sözsahibi olamıyacaktı.

Ama, Mursî, yine o anayasaya göre, öyle dikkatli ve ustaca hareket etti ki, kendisine kuklalık rolü biçen o maddeleri bir hamlede değiştirdi, dağıtılan Meclis"i geçerli sayarak yeniden topladı, Tantavî ve diğer seçkin komutanları azletti ve sonra da yeni hazırlanan anayasa"yı da Meclis"ten geçirdi..

Ve amma, bir bahtsızlık, General Abdulfettah Sisî"yi de Genelkurmay Başkanlığı"na getirdi.

Sisî, dindar görünümlü bir general olarak biliniyordu..

Ama, yazık ki, o da, Mursî"ye karşı, kendi silah arkadaşlarının, içinde yetiştiği ordunun iktidar ve menfaatlerini esas aldı, halkına ihanet etti, kendisini beklemediği anda ordunun başına getiren Mursî"ye darbe yaptı.

Elbette ülkenin sosyo-ekonomik açıdan yapısı ve hele de korkunç yoksulluğuna bir anda çözüm bulması düşünülemezdi.. Buna bir de uluslararası ambargolar ve iç engellemeler eklenince, durumun mahiyeti daha iyi anlaşılır.

Bu arada, ilginçtir, son aylarda, ülkede elektrik kesintileri saatlerce sürüyordu, akaryakıt sıkıntısı da vardı.. Ama, darbeyle birlikte bu yokluklar bir anda bitiverdi.

Bu da, nasıl bir oyunun oynandığını göstermesi bakımından ayrıca ilginçtir.

*

Çare, hak sahibinin hakkının teslim olunması ve vazifesi başına döndürülmesindedir..

Şimdi, Mısır"da neler olacağını kimse bilemiyor..

Kanlı bir tırmanış başlamış bulunuyor.

Göstermelik de olsa bir hükûmet kurulamıyon, El"Baradeî"nin başbakanlığının darbe cebhesini bölmesinden sonra, Ziyad Bahaeddin aynı vazifeye getirilmek istendi, ama, bu vazifeyi o da kabullenmedi.

Hatırlayalım, Venezuella Başkanı (müteveffâ) Hugo Chavez, 10 yıl öncelerde bir darbeyle iktidardan uzaklaştırılıp, tutuklanmış ve bir adaya götürülmüştü. Ama, halk kitleleri ayaklanmış, ordu da ikiye bölünmüş ve sonunda, bir grup subay, Chavez"i bulunduğu adadan helikopterle alıp tekrar Cumhurbaşkanlığı makamına oturtmuşlar ve ülke sukûnete kavuşmuştu.

Pakistan"da da, Başbakan Muhammed Newaz Şerif, 14 sene önce, Genelkurmay Başkanı General Perwiz Muşerref tarafından darbeyle devrilmiş, idâma bile mahkûm edilen Şerif, sonra da 10 yıl kadar yurt dışında sürgünde kalmıştı. İki ay önce yapılan seçimlerde ise, halkın hür iradesiyle tekrar Pakistan Başbakanlığı"na geldi ve denilebilir ki, Pakistan"ın yeniden sağlıklı bir zemine oturması için büyük bir imkan elde edilmiş oldu.

Bugün, Mısır için de, yapılacak olan, mevcud durumda, halkın yüzde ekseriyetinin oyuyla seçilmiş ve iktidarda sadece 1 yıl kalabilmiş ve eski rejimin bütün engellemelerine, yargı ve medyanın ve hattâ Ezher Üni. ulemâsının önde gelenlerince desteklenmemesine rağmen, yine de epeyce başarılı olmuş ve müslüman kimliğinin hakkını vermek dikkatinden asla uzak düşmemeye çalışan Muhammed Mursî"yi makamına iade etmektir.

Bundan korkan darbeciler, devletin ve ülkenin selâmeti adına daha çoook kanlar akıtabilir.

Ama, Mursî, makamına iade edilirse, hem halkın iradesi yerine gelir ve hem de, ülkenin yönetiminde başarı elde edemezse, o zaman yine halkın oyuyla, halk tarafından kenara konulur.

Yani, aklın yolunun kabul edilmesinden değil, edilmek istenmemesinden dolayı buhran derinleşiyor.

*

Ve, Düsseldorf"daki ümmetçi derlenişten kesitler..

7 Temmuz günü, Düsseldorf"da bir miting vardı..

Türkiye"de, Taksim Hadiseleri"nde laik-kemalist-ulusalçı ve de, alevîlik adı altında ateist kesimlerce sergilenen şirretliklere karşılık olmak üzere, Tayyîb Erdoğan"ın davetiyle İstanbul, Ankara, Kayseri, Samsun, Erzurum gibi şehirlerde yapılan ve "Halk İradesine Saygı" konulu mitingler serisinden bir miting..

Bu mitingin bir ayrı özelliği de, iki hafta önce, Köln"de, Heumarkt denilen meydanda, (AABF) Almanya Alevî Birlikleri Federasyonu"nca tertiblenen ve yüksek katılımlı bir mitingin rövanşı mahiyetinde olmasıydı.. Ve bu mitinge, sadece kendilerini alevî diye niteleyenler değil, ateistler, laikler, Tayyib"in bağlı olduğu değerler sistemine karşı olan herkes de katılmıştı.

O mitingi, görmüştüm ve iddialar abartılıydı. 30-40 bin kişininin katıldığı söylenmişti. Hattâ bazıları 80 bin bile demişti..

Ve alman medyası da büyük ilgi göstermiş, tv. ve gazetelerde geniş lyyer almıştı.. Sanıyorum, 10-15 bin civarındaydı o katılımcılar..

*

O mitingden sonra, Düsseldorf"da, Rheinpark denilen mekânda, bir miting tertiblenmişti, Avrupa Türk Demokratlar Birliği (UETD) isimli kuruluş tarafından..

Bu mitingin, AABF tarafından tertiblenen mitingden daha düşük katılımlı olmaması herhalde arzu ediliyordu.

27 -28 derece sıcaklığında, az bulunan güneşli günlerden biriydi..

Düsseldorf girişinde bir çok yol, gösteri dolayısiyle trafiğe kapatıldığından, bizi götüren arkadaşın arabasını bir yere park ettikten sonra, biz de 3 km. kadar yürüdük. O esnâda, yol üzerinde, Burgplatz (Kale Meydanı) denilen meydanda "Taksim Hadiseleri"ni, o yakıp yıkmaları destekleyenlerin tertiblediği bir diğer miting daha vardı.. Miting saatinin başlaması üzerinden iki saat geçmişti, ama, ortalıkta, en fazla 50 kadar kişi vardı.. Bir de etrafta o kadar da meraklılar ve yüzlerce de alman polisi..

Şöyle, bir an için, durup konuşmalara kulak verdim.. Bir kadın, sanki binlere hitab ediyor gibi, heyecanla bağırıyor, "Taksim Direnişi"nin işçi sınıfının bir zaferi olduğunu ve sesini bütün dünyaya duyurduğunu" söylüyordu, türkçe olarak..

"Ağacı kurtarmak adına odunlaşanlar.."

"Taksim Direnişi" denilen ağır tahribatın dünya çapında ilgi uyandırdığı, hele alman medyasında ve siyasî çevrelerindeki ilgiyle doğru sayılabilirdi. Çünkü, alman sosyo-politik ve medyatik çevreleri, Tayyîb"i götürmesi muhtemel her gelişmeyi sempatiyle karşılıyorlardı. Ama, o hadiselerin işçi sınıfı için nasıl bir zafer olduğunu anlamak zor olmalıydı.

Kaldı ki, o günlerde o eylemcilerin, çevreyi, tabiatı, yeşili korumak adına başlattıkları iddia olunan eylemlerin nasıl bir vandallığa düştüğü görülmüş ve asıl hedefin Gezi Parkı"ndaki ağaçlar olmadığı bizzat o eylemci gruplarca da net olarak dile getirilmiş ve "Arkadaş, sorunun Gezi Parkı olmadığını hâlâ anlamadın mı?" şeklindeki yazışmalarda asıl niyet dolaylı olarak anlatılmaya çalışılmıştı.

Çünkü, Taksim Hadiseleri", ekonomik açıdan İstanbul"un ve diğer şehirlerin yüksek gelir seviyesine sahib kesimlerinin işiydi; onların, işçilikle, alınteriyle ilgisi olmayan çevrelerin, sosyete kesimlerinin işi yoktu.. (Tıpkı, Türkiye"de fukaradan, işçi kesimlerinden yana olduklarını söyleyen solcu cereyanların hep, büyük şehirlerin en yüksek gelir gruplarının oturduğu mıntıkalardaki belediyeleri kazanmaları çarpıklığındaki gibi bir durum..)

Biraz sonra, 2 km. kadar ötedeki, -halkın diliyle- Tayyîb Mitingi"ne giderken, yolda rastladığım pankartlardan birisinin işaret ettiği mânâ çok güzeldi.. "8-10 ağaç için, her şeyi yakıp yıkan odunlar! Hâlâ uyanmadınız mı?" yazısı vardı.

*

Ve Tayyîb Mitingi..

Bu mitinge katılanların sayısı doğrusu şaşırtıcıydı.. Rheinpark denilen ve yüzlerce dönüm büyüklüğündeki meydan tıka-basa doluydu..

Binlerce TC. bayrağı yanında, Kırım, Türkistan, Azerbaycan gibi coğrafyaların bayrakları da bir kısmı tarihte kalmış bayrakları da göze çarpıyordu.. Ve Bosna, Filistin ve Mısır bayrakları.. Ve de, Tayyîb Erdoğan"ın posterlerinin yanında, Muhammed Mursî"nin posterleri.. Bazı köşelerde de, üç hilalli Ülkücü bayrakları..

Her tip halk kesiminden kitleler vardı.. Örtülü ve yarı örtülü, hanımlar.. Kol-kolaydılar.. Hemen her kesimden kitleler.. Farklı cemaatlerden veya sıradan halk kesimlerinden onbinler, aynı duygu düşünceler potasında eriyip yeniden şekilleniyorlardı.

İnsana, bu kadarı da fazla dedirtecek cinsten bir bayrak kutsaması da görülmüyor değildi.. Parkta, nice insanlar sırtlarında bayrakları ya da seccâde olarak yere serilmiş bayraklar üzerinde namaz kılıyorlardı.. Aynı şekilde, yüzlerce hanım ve genç insanlar, miting öncesi ve sonrasında, sırtlarında kocaman TC. bayrakları ile Düsseldorf caddelerinde dolaşıyorlardı..

Çok güzel muhtevalı, düşündüren, bazan gülümseten pankartlar da göze çarpıyordu:

Merkel"in fotoğrafıyla Tayyîb"in fotoğrafı.. Altında da, almanca olarak, "Bn. Merkel, belki üzüleceksin, ama, biz Tayyib"i seviyoruz.." yazısı..

Bir diğerinde, "Menderesi asarken, biz yoktuk.. Özal"ı zehirlerken biz çocuktuk.. Tayyib"e gelince.. Biz varız ve burdayız.."

"Gördük ki, mevzu derin.. Geldik usta.."

"Dik dur eğilme.. Ülkücüler seninle.."

"Dik dur Mursî, dik dur Tayyîb..

Sizin dik duruşunuz bizim şerefimiz.."

"Taksim"de tuttaramadılar, Tahrir"de tutturdular.. Ama, bu deneme de çökecektir..

*

Bütün meydanı şöyle bir dolaşıp etrafı kolaçan ettiğimde.. İki hafta önce, Köln"deki mitingi tertibleyenlerin iddiasına göre, 30-40 bin kişi olarak söylenen (fakîrin gözlemlerine göre ise), en fazla 10-15 bin kadar olan katılımcılarla bir mukayese yapıldığında, onun en az üç misli dedirtecek cinstendi. Ama, biz yine de 100 bin filan deyip abartmadan, en az 40-50 bin olduğunu söyleyebiliriz.

Düsseldorf, sadece Türkiye ile değil, Mısır"la da buluşuyordu..

Ak Parti m.vekili Mevlud Çavuşoğlu ve daha sonra da Kültür Bakanı Ömer Çelik"in yarımşar saati geçen konuşmalarında, devamlı vurgulanan konu, halkın iradesine saygı konusuydu ve yakın tarihimizdeki darbeler ve halkın bu darbelere karşı tavrı dile getiriliyordu.. Ve her ikisi de Mısır"da Muhammed Mursî"ye ve müslüman halka yapılan darbeyi anlatıyorlar ve halk hem Tayyîb için, hem Mursî için dakikalarca onları sahiblenici sloganlar yükseltiyorlardı..

Sonra..

Tayyîb Erdoğan görüntülü olarak bağlanıp, dev ekrandan gözüktüğünde.. Onbinler tekbirlerle, dualarla, sevgi ifadeleriyle onu hayran hayran dinlediler.. Tayyîb Erdoğan da, 15 dakika kadar süren konuşmasının en az üçte birini, Mısır"daki askerî darbeye ve Muhammed Mursî"ye ayırdı..

*

Denilebilir ki, Düsseldorf mitingi, gerçekte, sadece Türkiye"nin problemlerinin konuşulmadığı, ümmetin dertlerinin dile getirildiği bir kongre mesabesindeydi..

*

Bu vesileyle, Mısır"la ilgili olarak Milliyet"ten C. Dündar"ın 7 Temmuz tarihli yazısından da bir kesiti burada tekrarlamak gerekiyor..

Bu kişi de, özellikle Taksim Hadiseleri"nin başından beri, yani son bir aydır, yazılarıyla ve Kılıçdaroğlu"nun ve laik-kemalistlerin, entellerin ağzıyla Tayyib Erdoğan"dan bir diktatör heykeli yontmaya çalışanlar taifesindendi,

Ama, bu kişi Mısır"a gitmiş, orada gördüklerini anlatırken, bir şeyi itiraf etmek zorunda kalmış..

Evet, "Söyleyene değil, Söyleten"e bak!" dedirten cinsten..

Şöyle diyordu sözkonusu yazısında, C. Dündar:

"BİZE BİR ERDOĞAN LÂZIM"

İtiraf edelim ki, bizim basın kartı, Mısır'da Türkiye'den fazla işimize yaradı. Müslüman Kardeşler cephesinde her engeli aşabilmemizi, başı kasklı, eli sopalı sivil milisler arasından rahatça geçebilmemizi, her girdiğimiz ortamda saygı görmemizi Erdoğan'a borçluyuz. Türkiye'nin Mursi'yi sahiplenmesi, karşı cephede tepki yaratsa da İhvan cephesini sevindirdi. Cuma vaazında bile şükranla dile getirildi bu tavır...

(İkhwan-ul"Muslimiyn Teşkilatı"nın kurucusu merhûm Hasan-ul"Bennâ"nın oğlu olan - SEÇ) Seyfülislam el"Benna da aynı kanıda:

"Erdoğan'ın Mısır'da iyi bir ismi var. Mısır halkı onu çok seviyor. Öyle ki halk arasında 'Bize bir Erdoğan lazım' deyişi yerleşti. Türkiye'nin Mısır'daki darbeye verdiği tepki, demokrasiye destektir aslında... Her ülkenin vermesi gereken tepkidir. Bu sancılı süreçte de eminim Türkiye, Mısır'dan siyasal ve politik desteğini esirgemeyecektir."

Denilebilir ki, 7 Temmuz günlü mitingde, sadece Düsseldorf ile Türkiye kalben, hissen ve fikren birbirine bağlanmamış; Mursî"ye, İkhwan"a Mısır"a da bağlanmıştı..

Bu miting, bir bakıma, ümmetin bir derleniş denemesi gibiydi..

Ama, Türkiye içinde Tayyîb aleyhindeki en küçük kıpırdanışları bile büyüterek veren ve Almanya"daki laik- kemalist-solcu- ateist çevrelerin gösterilerine de ekran ve gazetelerinde geniiiş yer veren alman kamuoyunun perde gerisindeki yönlendirici merkezleri, bu mitingi neredeyse hiç görmemişlerdi..

Buradan da anlaşılabilir ki, canları çok sıkılmış olmalı..

haksöz

Bu yazı toplam 1756 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar