Misafir

Misafir

Herhalde Suriyeli mültecilerin durumunu anlatan bir film için, en uygun isim bu olabilirdi...

Film bitip de İstiklâl Caddesi’nin kalabalığına adımımızı attığımızda, eşim de ben de hâlâ gördüklerimizin etkisindeydik. “Suriyeliler hakkındaymış. İzleyenler çok beğendi. Bir bakalım” diyerek girdiğimiz sinemadan, hem gözyaşlarıyla hem de sarsılmış biçimde ayrılmıştık. Andaç Haznedaroğlu’nun yönettiği “Misafir”den söz ediyorum.

 

Misafir, Suriye’nin Halep şehrinde normal bir hayat sürerken, birden bire başlayan bombardımanlar nedeniyle Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan Lina, bebek kardeşi Zehra ve komşuları Meryem’in hikâyesi üzerine kurgulanmış. Bin bir zorluk içinde geçilen sınır, İstanbul’a uzanan yolculuk ve İstanbul’un karmaşasında kurulmaya çalışılan kırık hayatlar… Filmin ismi seçilirken, Yönetmen Haznedaroğlu oldukça dikkat çekici bir tercihte bulunmuş. Misafir kelimesi bizde “konuk” anlamına gelirken, Arapçadaki manası “yolcu”. Ve mülteciler, her ikisi de. Herhalde Suriyeli mültecilerin durumunu anlatan bir film için, en uygun isim bu olabilirdi.

Film, daha isminden başlayarak her adımda, inanılmaz bir doğallık sunuyor izleyiciye. Bunu yaparken de, asla göze mesaj sokmak kaygısı gütmüyor. Sizi alıyor, yaşanmış hadiselerin içine sürüklüyor, elinizde olmadan kapılıp gidiyorsunuz. Misafir’in en büyük başarısı bu: Yapaylıktan uzak, duru bir gerçeklik.

Misafir’in, Suriyelilerin hayatına nasıl böylesine yakından nüfuz edebildiği sorusunun cevabı, Andaç Haznedaroğlu’nun filmi çekmek için gösterdiği dört yıllık olağanüstü çabada gizli. Suriye meselesini “Hepimizin televizyonlardan görüp kanıksadığı, göz çevirdiği bir konu” olarak tanımlayan Haznedaroğlu, filmi çekmeye nasıl karar verdiğini şu sözlerle anlatıyor:

“Öncelikle benim karşıma çıkan gerçek bir hikâye oldu. Dört yıl önceydi. Yolda arkadaşımla giderken arabanın önüne kucağında çocukla bir kadın atladı. Çocuk ağlıyor. Biz o kadar duyarsızlaşmışız ki sohbete devam ediyoruz. Kadın Arapça bir şeyler anlatıyor, yardım istediği belli. İki yaşındaki çocuğun gözyaşı durmuyor. Bir an kendimize yabancılaştık. Ne yalan söyleyeyim “çok kirliler, kokarlar, arabaya almayalım” diye düşündük. Çocuğun gözyaşları sicim gibi. Kadın önümüzden çekilmiyor. En son dayanamadık aldık arabaya. O gece sabaha kadar dört hastane dolaştık. “Kimlikleri yok” diye işlem yapılmıyor. Parasını vereceğim, diyorsun. Yine de halledemiyorsun. Çocuk ikinci kattan düşmüş, bacağı kırılmış. Sabaha karşı zor bela sargısını yaptırdık. Kadın da çocuk da mutlu. Onları aldığımız yere getirdik “Eviniz nerede?” diyoruz. Bu sefer de evleri yok. Bir apartman boşluğunda yaşıyorlar. Betonun üstünde yaklaşık 10 kişi yatıyor. Arada yaralılar var. Burası Fatih, şehrin göbeği nerdeyse.

Vücudum uyuştu. Ertesi gün tatile gidecektim. Gözümün önünde hep o tablo. Gidemedim. Vazgeçtim. Bu insanlar, kadınlar, çocuklar bu yolu nasıl geliyor diye doğuya, Suruç’a gittim. Sınıra gittiğim gün Kobani patlaması oldu. Binlerce insan, yaralı kadınlar, çocuklar sınırdan geçiyor. Urfa’nın 50 derece sıcağında, çıplak ayaklarla yürüyorlar. Arkada gerçek bombalar patlıyor. Hayatta hiç bu kadar ölüme yaklaşmamıştım. Çok korktum. Gerçek bombanın ne olduğunu insanlar bilmiyor. Sürekli görüntü çekiyordum. Bütün gazeteciler oradaydı. Elektrik yok, tek priz için kavga ediyoruz. İnsanlara yardım etmeye çalışıyorum. Tarifsiz yorgun günler geçirdim.”

Daha sonra film için kolları sıvayan Haznedaroğlu, üç yıl boyunca sürekli Suriyelilerle birlikte bulunmuş. Düğünlerine katılmış, yemeklerine gitmiş, evlerine misafir olmuş, acı-tatlı bütün anlarına ve günlük hayatlarına şahitlik etmiş. Tek kelime Arapça bilmemesine rağmen, beden diliyle ve samimiyetle anlaşmayı başarmışlar.

Film için çalışmalar başladığında, Haznedaroğlu ve ekibi, oyuncu bulmakta zorlanmış. Yurtdışından yabancıların getirilmesi de çok maliyetli olacağından, büyük bir risk alarak, Suriyelileri oynatmaya karar vermişler. Filmde Lina’yı canlandıran küçük başrol oyuncusu Ravan Skef’i bulmak, tam 2,5 yıl sürmüş. “Bütün Suriye okullarını dolaştım. Yaklaşık 4 bin çocuk gördüm. Nihayet, 8 yaşındaki Ravan karşımıza çıktı. Onu bulduğum zaman yaşadığım mutluluğu anlatmam” diyor Haznedaroğlu. Başrol dışında diğer rollerin çoğunda da gerçek mülteciler oynayınca, çekimler duygusal açıdan zor geçmiş: “Burada çektiğimiz sahneler onlar için çok travmatik ve yaşadıkları da gerçek hikâyelerdi. Birçok sahneden sonra birbirimize sarılıp ağlıyorduk”. Filmdeki sahiciliğin sırrı tam da burada olmalı.

Politik yönü de sıcak ve canlı olan bir meseleyi, çarpıcı bir gerçeklikle ve izleyici sarsarak anlatabilmek, ciddi bir başarı. Andaç Haznedaroğlu, bu başarıyı elde etmiş. Ancak sosyal medyada ve film yorumları yapılan forumlarda gösterilen tepkilere bakılırsa, insanımızın çoğu filmi izlemeye bile tenezzül etmeyecek, mesajını da böylece es geçecek. “Bizim dertlerimiz bitti de Suriyeliler mi kaldı?”, “Onlar hain, ülkelerini terk etmeselermiş!”, “Duygu sömürüsü yapmayın” gibi yüzlerce “yorum”, buna işaret ediyor.

Ama hakikati haykırmaktan, insan hikâyeleri anlatmaktan ve tarihe şahitlik yapmaktan da vazgeçmemek gerek. Gösterimden kaldırılmadan, Misafir’i izlemeye çalışın. Ne demek istediğimi anlayacaksınız.

yenişafak/Taha Kılınç