Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Merhûm Burhaneddin Rabbanî"yi yakından tanımak için.. -III

Burhaneddin Rabbanî ve Afganistan konusuna girmeden önce, gündemde dikkatimizi çeken iki-üç habere de, yine kısaca değinelim:

İran medyasında ilginç bir başlık:
"Beşşar Esed"in hâmileri arasına Vatikan da katıldı.."

1- "tabnak-ir"  isimli internet sitesi, -bu sütunda daha önce de belirtildiği üzere-, İslam İnqılabı Muhafızlar Ordusu"nun İran-Irak Savaşı yıllarındaki başkomutanı ve hâlen de İslam Cumhuriyeti"nin Maslahatını Belirleme Kurulu"nun Genel Sekreteri olan Muhsin Rızaî"nin direkt kontrolünde olduğu bilinen önemli bir site..

Bu site, Türkiye"nin Suriye"deki Beşşar Esed rejimine karşı siyasetini aylardır alaycı başlıklar ve ağır eleştirilerle yazıyor; İran"ın  ilkelere bağlı, stratejik siyasetini Erdoğan"ın anlayamıyacağı gibi yazılara yer veriyordu.. 

Bu sitede 3 Ekim günü, yer alan bir habere göre.. Lübnan Katolik Marûnî Kilisesi"nin lideri olan Beşare Rai, Fransa"da Sarkozy ile yaptığı görüşmede, Hizbullah"a destek vermiş ve "Suriye"de Beşşar Esed rejiminin düşmesi halinde, İkhvan"-ul"Muslimiyn iktidara gelecektir.. Bu da Lübnan"da hristiyanların yaşayışını daha bir zorlaştıracaktır.." demiş.. Beşare Rai, kendi görüşlerinin Vatikan"ın da görüşleri olduğunu ve Vatikan"ın da, Esed rejiminin yıkılıp, yerine İkhvan-ul"Muslimiyn" tarafından yeni bir yönetim kurulmasından endişe ettiğini de açıklamış..

Amerika"ya gitmeden önce yaptığı açıklamada Marûnî Lideri"nin, Fransa"da Sarkozy ile görüştüğü ve Sarkozy"nin de, Esed aleyhindeki saldırılarını durdurduğu biliniyor..

2- Suriye ve Türkiye ilişkileri oldukça gergin durumda seyrediyor.. Bu açık.. Ama, Amerika temkinli.. Batı dünyası da temkinli.. İsrail rejimi ise, daha bir temkinli.. Çünkü, Suriye"nin en büyük su ve buğday alanları olarak bilinen Golan Tepeleri, 1967"den beri, 44 senedir İsrail rejiminin elinde olmasına rağmen, Suriye rejiminin İsrail rejimiyle ciddî hiç bir çatışmasının olmayışını kendisi için büyük bir avantaj sayıyor.. Buna rağmen, İran ise, o da, dünyadaki diplomatik stratejileri ve İsrail rejimi karşısında direnen bir gücün bertaraf olmaması ve bir iktidar boşluğu meydana gelmemesini gerekçe göstererek, Suriye rejimini himaye ediyor..

*

İlgi çekici olan bir diğer durum ise, Tahran"da yayınlanan 5 Ekim tarihli Keyhan gazetesinde yer alan bir haber-yoruma göre.. Davudoğlu"nun, Beşşar Esed"le iki ay kadar önce yaptığı son görüşmede, Esed"in Davudoğlu"na‚ "Eğer Suriye üzerine bir mermi atılacak olursa, Ortadoğu"daki ateş içinde en çok da Amerika"nın yanacağını"  söylediği iddia ediliyordu.. Keyhan"ın, "Irak"ın‚ "en-Nakhîl" isimli ve Suriye"nin "Nesîc" isimli etkili internet sitelerinin yüksek dereceli arab makamlarına dayandırarak naklettiklerine göre yazdığı haber-yorumda, Beşşar Esed"in, Davudoğulu"na, "Eğer Suriye"ye bir mermi sıkılırsa, Golan Tepeleri"ne yüzlerce füzeyi gönderip, onları İsrail üzerine fırlatacağını;  ayrıca, İran ve Hizbullah"ın da, 6 saat içinde Amerika ve bütün müttefiklerini yokedeceğini ve kendilerinin söylediklerini yerine getiren kimseler olarak bilinmesi gerektiğini; -o günlerde henüz direnişi devam etmekte olan- Gaddafî"nin mücadelesinden ibret alınmasını; İran"ın da, Körfez"deki Amerikan savaş gemilerini ilk üç saat içinde vuracağını"  hatırlattığı bildiriliyordu.. Keyhan, sözkonusu haber kaynaklarından, Davudoğlu"nun, Esed"in sözlerinden şoke olduğunu iddia ediyor..

*

İran"da, 3 milyar dolarlık büyük yolsuzluk ve, inqılabçılar arasındaki yeni sürtüşme..

3- Bir diğer gelişme ise, geçtiğimiz hafta, İİC"de  yaklaşık 3 milyar dolarlık büyük bir ihtilas/ yolsuzluk haberinin patlamasıdır.. Bu yolsuzluk karşısında, İslam İnqılabı Rehberi Seyyid Ali Khameneî, oldukça hışımlı bir beyanat vererek, "geçmişte dile getirdiğim tavsiyelere kulak verilseydi bunlar olmazdı ve,  hain ve fesada bulaşmış bu eller mutlaka kesilecektir.." demiştir. Ancak, Khameneî"nin bu arada medyaya, bu konuda çok fazla gürültü çıkarılmaması için yaptığı ihtar da ilginçti.. Buna sebeb olarak, bu yolsuzlukta, C. Başkanı Ahmedînejad"ın yakın çevresinin, özellikle Cumhurbaşkanlığı Musteşarı denilebilecek bir konumda bulunan . ve onun dünürü de olan ve ulemâ"nın yönetimden uzak tutulması gibi hedefleri olduğu iddiasıyla yıllardır tartışılan İsfendiyar Rahim Meşaî"nin de dahlinin bulunduğuna dair iddiaların medyada yer alması gösteriliyor.. Bunda, Meşaî"nin gelecek C. Başkanlığı seçimlerinde aday olmasının yolunun bütünüyle kesilmek istendiği gibi bir operasyondan da sözediliyor.. Ahmedînejad"ın ise, bu yolsuzluk karşısında epeyce sıkıntılı günler geçirdiği belirtiliyor..

Bu arada Keyhan başta olmak üzere mevcud yönetim mekanizmasının bayrakdarı sayılan bazı gazeteler, bu büyük yolsuzluk hadisesinde yer alan bankalardan bazılarının Khâtemî zamanında kurulmuş olduğunu hatırlatarak, bu yolsuzluklardan, cumhurbaşkanlığı  6,5 sene önce sona ermiş bulunan Muhammed Khâtemî"nin de sorumlu olacağını gündeme getirmeye çalıştılar.. Bu arada bazı medya organlarında, "Çok şükür ki, bu yolsuzluk iddiaları sırasında Hâşimî Refsencanî" adı gündeme gelmedi.." manşetleri göze çarpıyordu.. (Refsencanî ailesinin İslam İnqılabı öncesinden beri oldukça zenginliği bilinmekle birlikte, İran toplumunda her türlü yolsuzluk iddiası gündeme geldiğinde, bütün gözler ve sözler en çok da bu isme ve ailesine çevriliyordu..)

Bu arada, İslamî Şûrâ Meclisi"ne verilen bir teklifle Cumhurbaşkanlığı"nın kaldırılması, Rehberlik makamının yanında bir de cumhurbaşkanlığının bulunmasının ülke yönetiminde iki başlılık duruma meydana getirdiği halde; bunun yerine Meclis"in kontrolünde bir Başbakanlık kurumunun tekrar getirilmesi" istendi.. Bu konu da ilginç gelişmelere yol açabilir..

Öte yandan, İslam İnqılabı Muhafızlar Ordusu (Pasdaran)"ın başkomutanı olan Muhsin Rızaî"nin, 8 yıllık İran-Irak Savaşı"nın ateş-kesle sona erdirilmesinden 23 sene geçtikten sonra, savaşın sona erdirilmesi ve "ateş-kes"in kabulü konusunda Haşimî Refsencanî"ye suçlamalar yönelten açıklamalar yapması, son günlerin ilginç çıkışlarından.. Rızaî, "ateş-kes"in kabulünü istemediğini ve o günlerde İmam Khomeynî"ye yazdığı mektubların henüz yüzde 95"ini açıklamadığını, zamanı geldiğinde gerekli gördüklerini de açıklayacağını belirtti..

Bu gidişle, Refsencanî"ye karşı yeni bir saldırı kampanyasının başlatılması ihtimali ve yeni denklemler ve saf tutmaların gerçekleşeceği anlaşılıyor..

***

Bu değinilerden sonra yeniden, Burhaneddin Rabbanî konusuna dönelim:

*

rabbani-11.jpg

Merhûm Rabbanî, verdiği mücadelenin içinde tabiatiyle, tıpkı diğer Afgan liderleri gibi yabancı liderlerle de görüşüyordu.. Yukardaki resimde, o, 1980-88 arası Amerikan Başkanı olan R. Reagan"la  görülüyor.. Rabbanî, USA işbirlikçisi diye bile suçlanabiliyor ve bu resim "delil"(!) olarak gösteriliyordu. 

*

Enver Paşa, "Beççe-i Saqa", Muhammed Eyyûb Khan..

Peşaver caddelerinde dolaşıyorum..

İngiliz sömürgeciliği döneminden, 100 yıl öncelerden kalma görkemli binalar göze çarpıyor..

Hemen her yerde ve özellikle de otobüslerin dış süslemesinde, sadece benim değil, genelde Hind alt-kıt"ası ve civarındaki halkların dışında, kimsenin zevkıne hitab etmediğini düşündüğüm vıcık vıcık ve cıvık renkler hâkim..

*

Peşaver"deki bazı dükkanlarda  bir fotoğraf dikkatimi çekiyor..

Fotoğrafın altında‚ "Beççe-i Saqa Habibullah, / Hâdim-i din-i Resûlullah"  / Beççe-i Saqa Habibullah, Resulullah"ın dinin hizmetçisi" yazısı okunuyordu..

"Beççei Saqa", yani, "Sakaoğlu / Sucuoğlu mânasına gelen bir lakab..

Ama, Beççe-i Saqa denilince, hemen her Afganlının zihninde-hâfızasında bir şeyler canlanıyor..

"Beççe-i Saqa" denilince..  Kimisi, saf, yiğit bir halk çocuğunun liderliğini,

Kimisi, okuma yazması bile olmayan, kara-cahil bir cür"etkâr kişiyi,

Kimisi, aklı yetersiz olsa da, duygu ve düşüncelerinde samimî bulunan ve "Enver Paşa"nın emireri" olmanın ötesinde hiçbir özelliği olmayan bir kişiyi hatırlıyor..

Enver Paşa mı?

Evet, evet.. Bildiğimiz Enver Paşa.. Ve ben Peşaver"de Enver Paşa"yla karşılaşıyorum!.

Birinci Dünya Savaşı"nda Osmanlı Orduları Başkomutan Vekili olan ünlü isimle..

O, İttihad-Terakkî"nin üç ünlü paşasından birisi.. (Enver, Tal"at ve Cemal Paşa"lar..)

Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı"nda ağır bir yenilgi alıp, teslim olunca..

Bu üç paşanın herbirisi bir tarafa sıvışırlar.. Tal"at Paşa Berlin"e kaçar (ve orada bir ermeni eylemcisi tarafından öldürülür..)  Enver Paşa ise, Moskova"ya kaçmıştır..

O sıralarda komünist -bolşevik ihtilali"nin olduğu karışık dönemdir.. Enver Paşa, kısa süre sonra, Moskova"dan gizlice Türkistan"a geçer.. Cemal Paşa da Enver Paşa"yla buluşur..

Enver Paşa, Türkistan"da müslüman halkların bolşeviklere karşı ayaklanmalarına katılır.. Halk, Osmanlı Orduları Başkomutan Vekili"ne derin bir sevgiyle bağlanır.. Enver Paşa, Cemal Paşa"yı da Afgan Ordusu"nu düzenlemekle vazifelendirir.. (Cemal Paşa daha sonra Tiflis"e  geçer ve o da orada bir ermeni eylemcisi tarafından öldürülür.)

Ve, Enver Paşa, bir Kurban Bayramı sabahı"nda bayram namazını kılıp, halkla bayramlaştıktan sonra, komünistlere karşı girişilecek bir saldırı için harekete geçtiğinde,  Tacikistan"da vurulur ve o da orada dünya hayatına vedâ eder..

O zaman, Enver Paşa"nın emireri, Beççe-i Saqa diye anılan bir askerdir ve bu kişi, daha sonra Enver Paşa"nın emireri olarak, epeyce bir şöhret sahibi olur.. Ve M. Kemal"in Türkiye"de kanlı bir şekilde uygulamaya koyduğu ateist temelli inkilapları Afganistan"da tekrarlamak için işe koyulan Afgan Şahı Emanullah Khan"a karşı ayaklanan halk kitlelerinin başında yer alır ve Beççe-i Saqa, duruma hâkim olup, ülkeye 9 ay kadar da hükûmet eder..

Ama, hiçbir hazırlığı yoktur.. Hemen mektebleri kapatır, hayatı İslam"a göre yeniden tanzim etmek için kolları sıvar, ama, neyi nasıl yapacağının bilgisine sahib değildir..

Okuma yazması bile olmadığından,  sadece Enver Paşa"nın emireri olmakla durumu kurtarmaya yetmez ve nihayet, bertaraf edilir. Ama, halk onu yine de sevmiş ve unutmamıştır. Çünkü, herşeye rağmen, o bir halk kahramanı ve bir bakıma, Tâlibân"ın 70 yıl öncelerdeki öncüsüdür.. Bir farkla ki, Tâlibân, "medreselerde okuyan talebeler"  mânasına gelen isminden de anlaşılacağı üzere, tahsillidirler.. Ve mütedeyyin insanlar Beççe-i Saqa"yı hayırla, rahmetle, ihtiramla anarlar.. Resimlerini onun için bulundururlar, dükkanlarının vitrinlerinde..

Onun resimlerinin bir köşesinde ise, beyaz bir at üzerinde, bir küçük resim daha bulunurdu.

Bu Enver Paşa idi..  Resmin altında da, "Enver Paşa, Serfermande-i arteş-i İslam, battal"ul Hurriye.." (İslam Ordusu Başkomutanı, Hürriyet Savaşçısı, Enver Paşa)  satırları okunurdu..

(Enver Paşa"yı kendisinin en büyük rakibi olarak bilen M. Kemal"in ona karşı nasıl bir duygu beslediğini ve kemalistlerin de o husûmeti üççeyrek yüzyıl sürdürdüğünü ve 1922 yılında Tacikistan"da Duşenbe yakınlarında öldürülen Enver Paşa"nın kemiklerinin İstanbul"a  getirilmesi için yapılan çabaların ancak 1995"lerde netice verdiğini de bu vesileyle hatırlayalım.)

*

Dükkanlarda göze çarpan diğer resimlere gelince..

Hind müslümanlarının medar-ı iftiharı olan Muhammed İqbal"in de resmi var, Pakistan"ın ilk C. Başkanı olan Muhammed Ali Jinnah"ın o kadar yok..

Ama, 1958-68 arasında Pakistan Başkanlığı"nı üstlenmiş olan  Mareşal Muhammed Eyyûb Khan"ın fotoğraflarını ise, hemen heryerde görmek mümkün..

(Pakistan-Hindistan müslümanları arasında isminde Muhammed olmayan hemen kimse yok gibidir.. Ya ilk isim, ya ikinci isim, Muhammed"dir.. Muhammed Eyyûb Khan"ın Cumhurbaşkanı olduğu dönemlerde Türkiye"de de çok sevildiğini hatırlıyorum.. Çünkü, 1959 yılında Türkiye"ye geldiğinde dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar"la İstanbul"a gider.. Günlerden Cuma"dır.. Eyyûb Khan, namaza gitmek ister..

Sultan Ahmed Camii"ne giderler.. Ama, Celal Bayar, bir sandalye isteyip, namazın bitişine kadar, cami dışında, otururak bekler, misafirini.. Eyyûb Khan"ın sorması üzerine de, "Biz laikiz.." der.. O sahne, bizim ilk gençlik yıllarımızdan beri zihnimizden asla silinmemiştir.

(O zaman henüz Bangladeş diye ayrı bir devlet yoktu ve orası Doğu Pakistan idi.) Eyyûb Khan, 1963 yılında ise, Türkiye, İran ve Pakistan"ın, bu üç devletin Bengal Körfezi"nden Balkanlar"a kadar uzanan coğrafyada, -o zamanki nüfuslarıyla, Türkiye ve İran 30"ar milyonluk; Doğu ve Batı Pakistan ise birlikte, 120 milyonluk olduğundan- 180 milyonu bulan bir nüfusla bir konfederasyon kurmasını, her devletin uluslararası kimliğini korumakla birlikte, dışsiyasette ve savunmada ortak tek bir irade ile hareket edeceklerini açıklamalarını istemişti de, Amerikan hükûmeti bir taraftan, dönemin TC. Başbakanı İsmet İnönü diğer taraftan bu öneriye kesin-kes karşı çıkmışlardı.. Amerika"nın karşı çıkmasının sebebi malûm idi.. İnönü ise, "Biz Pakistan"ı severiz, dostumuzdur, ama, biz 200 yıldır Batı ile bütünleşmeyi prensip edinen bir ülke olarak böyle bir teklife hoş bakamayız.." demişti.. Bu bakımdan M. Eyyûb Khan"ın, müslüman halkımızın nezdinde ayrı bir yeri vardı..

Ve şimdi ben onun babacan ve sevimli fotoğraflarını vitrinlerle seyrediyordum ve o iktidardan uzaklaşalı ve dünyadan da ayrılalı yıllar geçmiş olmasına rağmen, onun böylesine sevilmesinden de, bir mâna çıkarmaya ve onun resmini dükkanlarında bulunduranlarla bir gönül ve duygu birliği taşıdığımızın ipuçlarını bulmaya çalışıyordum..

*

Peşaver"den Revalpindi"ye geleceğim.. Minibus muavinlerinin hançerelerinden yükselen, "Pindi- Pindi..."  feryadlarından Revalpindi"ye giden arabalar olduğunu anlıyor, Pindi ve başkent İslamâbâd"a geliyorum.. İslamâbâd yeni kurulmuş bir şehir olduğundan, henüz küçük ve resmî binalarla dolu, diplomatik,  ziyaretçilerine bile mesafeli duran bir havayı yansıtıyordu.. Pindi ise, epeyce karışık, hareketli bir şehir.. Şehrin merkezi kesiminde bir-iki saat dolaşıp, fazla kalmadan Lâhor"a geliyorum..

Lâhor, bizim eski edebiyatımızda bile, "mâ"şuqe"lerin üzerlerine attıkları Lahor şallarıyla ünlü bir yer şehir.. Yahyâ Kemâl"in "Mahurdan Gazel"inin ilk mısralarını mırıldanabilirsiniz:

"Gördüm, ol meh, dûşuna bir şâl atıp, Lâhor"dan..."

Bu şehre geldiğinizde, diğer şehirlerde bile görülmeyen derecede bir canlılık ve bir o kadar da kuralsızlık, düzensizlik ve karışılıkla karşılaşmanın şaşkınlığı yaşıyorsunuz.. otomobiller, kamyonlar, motosikletler, bisikletler, at ve eşek arabaları ve hammallar.. Ve de yığınla dilenciler, her adım başında..  Hele de, cild renginizle biraz farklı bir tip oluşturduğunuzdan, yabancı olduğunuz ve paranızın çok olması ihtimali sözkonusudur ve birilerine birkaç kuruş para verecek olsanız, kendinizi diğerlerinin yalvarışlı saldırılarından kurtarmanız neredeyse imkansız hâle gelir..

Geldiğim her yerde, Afgan cemiyetlerinin özellikle Rabbanî"nin Cemiyet-i İslamî"si ve Hikmetyar"ın Hizb-i İslamî"sinin şubeleri, önceden haberdar edildiklerinden, oralardaki kardeşler yardımcı olmak için yarışıyorlar..

Ama, ben tek başına dolaşmayı, bu şehirleri ve bu müslüman toplumlarını, başkalarının yönlendirmesi olmadan, kendiliğimden ve görebildiğim kadarıyla da olsa, kendi müşahade gücümle tanımak istiyorum..

Acıktığınızda, muz imdada yetişir..  Muz, yerli mahsul olduğu için, hem bol, hem oldukça ucuz ve de temiz..

Geceyi geçirmek için bir otel arıyorum..

Ama, ya çok lüks otellere gideceksiniz, ya da otellerde hiç ytmamak yolunu tercih edeceksiniz..

Çünkü, otel haşeratının olduğu, ortada..

Ayrıca..

Neswar belâsı, bir ayrı konu..

Neswar, kahverengi bir toz.. O toz, alt çene dişleri ile yanağın arasına konuluyor, 20 dakika kadar bekletiliyor orada.. Orada bu toz, tükrükle muamele edildikten sonra, mayalanıyor ve sakız gibi oluyor.. Bana göre, uyuşturucu  ve keyif verici maddelerden birisi..

Ama, yerli halk onu haram bilmiyor.. (Gerçi, oradaki şiî ve sünnî ulemâ, esrar /haşhaş ve diğer uyuşturucu ve keyif verici maddelerin haramlığına dair bir âyet olmadığını söyleyerek, haram olmadığını iddia edebiliyorlar.. Bunlar sarhoşluk vermiyormuş.. Halbuki, gelecek nesilleri bile harab ediyor, ama, bunu onlara anlatmak mümkün değil..)

Bu sakızı insanlar çiğneyip çiğneyip, etrafa tükrük fırlatıyorlar, devamlı..

Neswar denilen bu nesnenin çiğnenmesinin verdiği bir zevk varmış.. Ama, ayrıca, uzun süre açlık hissi çekmeden ayakta kalmaya da hizmet ediyormuş..

Otel odalarının, işyerlerinin, büroların, odaların içinde, merdiven boylarında, tabandan bir metre yukarılara kadar hemen bütün duvarlar, her taraf kırmızı tükrük lekeleriyle kaplı.. Bu o kadar tabiî karşılanıyor ki, şaşırmamak mümkün değil.. ve ayrıca onlar için çok normal ve alışılmış gibi gözükse bile, dışardan gelenler için, çok müstekrek, iğrenç bir manzara..

Dahası, neswar çiğneyip tükürürken, rüzgarın savurmasıyla, bazen üzerinize bile bir kırmızı tükrük kitlesinin gelmesi işten bile değil..

Böyle bir durumla karşılaştım..

Adama bağırıp çağırdım.. Namaz işareti yapıyor, üzerime necîs / pis bir şey sıçrattığını anlatmaya yapıyorum, kızgın bir şekilde..

Adamcağız bön bön bakıyor, niye kızıyor diye..

Ve sonra, "temiiz, temiiiiz.." demez mi!..

Güler misin, ağlar mısın..

Kızıp, "Al öyleyse, benimki daha temiz diye, adama, diplomasi dilindeki "mukabele-i bilmisl"/ ayniyle mukabelede bulunmak, karşılık vermek durumunda da  bulabilirsiniz, kendinizi..

Ama, o zaman bile pek aldırmazlar.. Çünkü, bu tükrük kitlecikleri bir uğur lekesi imiş gibi herbirisinin üzerine gelebiliyor..

O halde niye kızıyorsunuz ki..

Bunun bir mânasının olmadığını düşünüyorlar..

Hem o görüntülerden, hem o tükrük kitleciklerinin üzerinize gelmesinden kurtulmak ve de otel haşeratından kaçmak istiyorsanız, en iyisi.. Parklarda yatmak..

Böylece başkalarının yaşadığı hayatı tecrübe etmek imkânı da elde ediyorsunuz..

Gece hava sıcak..

Lâhor"da, epeyce dolaştıktan, dünyaca ünlü Şalimar Bahçeleri"ni, bağlarını, tabiî parklarını gördükten ve akşam ve yatsı namazını Şahî / Padişahî Camii"nin gece bile, gündüz sıcaklığından kalma henüz kızgınlığı geçmemiş taşları üzerinde edâ ettikten sonra..  

Bu camiin yanıbaşındaki bir küçük parktın kenarında bulunan Muhammed İqbal"in türbesinin yanıbaşında, ben de çoğu Afganistanlı olan nice insanlar gibi, ben de bir ulu ağacın altında çimenler üzerine uzanıyorum.. Temiz bir çokyıldızlı otelde, gökkubbe altında gecelemek bir ayrı güzel..

Üstelik, merhûm  İqbal"in türbesinin hemen yanıbaşında olmak ne saadet..

O ki, "Yârab, bana ya Hicaz"lı güzelin (Resul-i Ekrem kasdediliyor) yanı başında, ya da hiç değilse bir minare gölgesinde bir mezar nasib eyle.." demişti.. O, duasının bir kısmı karşılanmışcasına, işte burada, Padişahî Camiinin bir minaresinin dibinde yatıyordu..

Ve ben de etrafta yatan onlarca insan gibi, uzanıyorum çimenlerin üzerine.. Sırt çantam, yastığım..

Ama, uyumak o kadar kolay olmayacak..

Çünkü, dibince yattığım ulu ağacın dallarında yüzlerce sincabın kaynaştığını görüyorum.. Ve aşağıya iniyorlar, göğsünüz üzerinden bile geçiyorlar; az biraz ürperseniz, bir anda ağaca tırmandıklarını görüyorsunuz..

Yanı başımdakiler benim korktuğumu farkedince, işaret diliyle korkmamam gerektiğini, onların insanlarıa zarar vermediğini anlatıyorlar..

Gerçekten de öyle oluyor ve sabah ezanıyla uyanıyorum..

Günün ilk ışıklarıyla şehirde yine gezintiye çıkıyorum yeniden, saatlerce..

Siyalkut"ta M.İqbal"in fizikî değil, ideallerinin izini arıyorum

İkindi vakti olunca, bir yerde minibüslerin Siyalkut - Siyalkut diye yolcu çağırdıklarını görünce..

Siyalkut"a gitmek geliyor içimden..

Çünkü, Siyalkut, Muhammed İqbal"in doğduğu şehir.. O, her ne kadar İqbal-i Lahorî diye anılsa da.. Belki o şehirde ondan bir takım izler bulabilirim duygularıyla atlıyorum bir minibüse..

Lahor"un 150 km. kadar kuzeydoğusunda..

Birbirinden ayrı birçok büyük nehir kolları var.. Esasen, bölgenin adı olan Pencâb, /"penç âb/ beş su, beş nehir"den geliyor.. Yüzlerce metre genişliğinde nehirler ki, Himalaya"dan geliyor...

Yağmur yağınca, sular bir-iki metre yükseliyor.. Ve her taraf dümdüz olduğu için, sular oldukça sâkin aktığından, hiç bir yer tahrib olmuyor ve sular çekildikten sonra ise.. Mahsul her ne kadar mahvolsa bile, selin getirdiği yeni ve bereketli alüvyon toprakları verimi birkaç kat daha arttırıyormuş.. Halk bu gibi su baskınlarına alışmış, yüzyıllardır.. Pakistan"ın yarısı çöl, yarısı göl denilse yeridir.. Çölün dışında olan yerler yeşillik denizi.. (Geçen sene meydana gelen ve kuzeyden güneye, 1200 km.lik Pencâb Vadisi"ni 40-50 km. genişliğindeki bir şerit halinde yıkıp geçen ve 20 milyona yakın insanın evsiz-barksız, büyük sel felaketi, istisnaî bir durum.. Son 80 yıldır hiç görülmemiş bir durumdu, o..)

Yolculuk henüz sone ermemişti ki, iftar vakti erişti.. Herkes çıkınlarını açıp, iftar ediyorlar.. Neleri varsa, bölüşüyorlar.. Beni yalnız görünce.. Herbirisi kendi çıkınındakinden birşeyler ikram etmek için yarışıyorlar,  âdetâ..

Ancaak, bütün yiyecekleri son derece acı.. Hele de oruçlu, aç karnına o acılı yiyecekleri yemenin insanın midesine neler getireceğini düşünmek gerekiyor..

*

Siyalkut, 60 küsur senedir Hindistan- Pakistan arasında üç savaşa vesile olmuş ve henüz de çözülememiş olan Jamnu-Keşmir"in hemen sınırında, birkaç km. ötesi, Hindistan..

Bir restorana gidip bir şeyler yemek istiyorum..

Burada hayvancılık oldukça gelişmiş olduğundan, restoranlarda et yemeklerinden başka bir şey pek gözükmüyor..

Büyük bir kazanda pişirilmekte olan haşlama etten istiyorum..

Ama, o etin taa içine kadar işleyen öyle müthiş bir acılık var ki, yemek mümkün değil..

Tabağımı alıp, musluk altında eti sudan geçiriyorum..

Oradakiler gülüyorlar.. Ve, sudan geçirmekle, etin acılığının gitmesi yine de mümkün değil..

Güçbela bir kaç lokma atıştırdıktan sonra, parasını ödeyip caddeye çıkacağım..

Ama, para almıyorlar..

Sen türksün diyorlar..

Bu gibi tavırlar, benim gibilerin olabildiğince törpülemeye çalıştığı kavmiyetçilik duygularını tahrik etmeye, insana içi boş gurur duyguları vermeye pek müsaid..

Caddeye çıkıyorum..

Ortalıkta in-cin yok..

Öğreniyorum ki, Salahaddin Eyyubî seriali varmış, ikinci kanalda.. Onun için o saatte, herkes evinde, televizyon karşısında olurmuş..

Bir otel buluyorum..

Pasaportumu uzatınca..

Adamın yüzünde bir müthiş muhabbet hâlesi beliriyor..

Para almam diyor..

Etrafındakilere gösteriyor.. Türk.. Üstelik de adı, Selahaddin.. Ve o gece, 2. Kanal tv. de gösterilmekte olan serialin kahramanı ile adaş..

Ve para kabul ettiremiyorum..

"Peygamber arab olduğu için, arab"ı sevmek gerekir.." diyenlere, İqbal"in‚ "Peygamber arab olduğu için, arabı sevmek gerekir diyenler, İslam"ı anlamamışlardır.." şeklindeki sözünü hatırlatmaya ve bu sözünün türk"e de uygulanmasını anlatmaya çalışıyorum..

Adamcağız, yine de para almıyor..

İnsanın kendi kavminden utanmasına elbette gerek yok, ama, bu gibi aşırı muhabbetler, kişiyi  kendi kavmiyle öğünmek noktasına da götürmeye de zemin hazırlar..

Ki, kendi fikirlerini büyük çapta;, "Allah sana müslüman adını verdi.. Sen ise, bundan türk, kürd, arab-acem vs. diye yüzlerce millet uydurdun.. Halbuki, bizler tevhid gülistanında, aynı sözü farklı dillerde şakıyan bülbüller durumunda olmalı değil miyiz?" diyen merhûm İqbal"le düzelttiğine inanan birisine yapılır mı bu?

*

Gelecek nesilleri bile bozan uyuşturucuları, sarhoşluk vermedikleri gerekçesiyle haram kabul etmeyen bir anlayış..

Otelci, bana güzel bir oda gösteriyor; üçüncü katta..

Burası her nasılsa, neswar lekelerinden büyük çapta korunmuş..

Yalnız bir hatırlatma yapıyor, otel sahibi..

"Gece, maymunlar gelip, pencerenin demir parmaklıklarını zorlarlar, korkmayasın.. Hem giremezler, hem de zarar vermezler.."

Gece korkmayayım ve neler olup bittiğini göreyim diye lambayı söndürmüyorum. Uykuya dalıyorum..

Ve gecenin 03.00 sularında pencerenin demirlerine asılıp, parmaklıkları vargücüyle zorlayan bir maymun görüyorum..

Gidecek gibi değil..

Sonra, çantamdan bir muz çıkarıyıp uzatıyorum..

Alıp gidiyor..

Ertesi gün, Siyalkut"tan biraz dolaşıp , Lâhor"a geri dönüyorum.. Oradan da tekrar Peşaver"e..

Ve orada birkaç gün daha bekledikten sonra, Celalâbad civarından Afganistan"a geçiriliyorum.. Arazi arabası, taşlı yollarda içindekileri hoplata hoplata yol alıyor.. Yol filan yok..

8-10 kişi var, yanımızda, silahlı... Tehlikeli yerlerden geçirilmemem için onların tenbihlendiklerini anlıyorum.. Ben hem TC. pasaportu olan bir yabancı, hem de gerekli yerlerde Hizb-i İslamî"nin kimlik kartını gösterebilen, Cuzcan eyaletinden, türkçeden başka dil bilmeyen bir Afganlı durumundayım. Üstelik İstanbul"da ders okuduğum için, özbek türkçesini de konuşamıyorum,  önceden belirlenen davranış proğramına göre.. Yol arkadaşlarım benim Afganistan"a bu kadar yabancı olmama şaşırıyorlar.. Bu arada, dere boylarında, dağ başlarında bile, kendilerinin haklarını Tahran"daki bir konferansta savunan ve Rus delegesini susturan İstanbul"lu "kahraman" (!?) gazeteciyi tanıyıp tanımadığımı soruyorlar.. Uzaktan, biraz tanırım deyip geçiştiriyorum..

rabbani-12.jpg

Rabbanî, Afganistan şartlarına göre, o bünyeye çok bol gelen bir elbise durumundaydı..

 *

Şehirler komünistlerin elinde olduğu için, şehirlerin, kasabaların uzaklarından, dere boylarından gidiyoruz..

Başkent Kabil / (Kabul)"e değil, güneybatı"da Qandehar"a yöneliyoruz..

Gittiğimiz bazı yerlerde, Türkiye"de ders okumuş Afgan komutanlarla da karşılaşıyorum..  Oralarda, kimileri, Rabbanî veya Hikmetyar"ın bölge sorumluları olmuşlar veya valileri..

Onlardan birisi, daha önceden, İstanbul"da tanıdığım halîm-selîm bir arkadaştı.. Savaş onları öylesine başkalaştırmıştı ki, insan öldürmek onlar için tavuk kesmekten bile daha kolay bir hale gelmişti.. Bu arkadaş, benim oralarda olduğumu haber alınca, biraz aceleyle gelmişti, üzeri toz-toprak idi.. Yorgundu.. Biraz nefes-alıp verdikten sonra, bir mikdar rus esirini kurşuna dizdiğini, oradan geldiğini günlük, çok olağan bir haber gibi veriyordu..

Ne kadar esirdi, öldürdükleriniz deyince..

117 demişti..

Hiç birisinin gözlerini bile bağlamış, bir duvarın dibine dizip, elleri bağlı vaziyette , şakaklarına birer kurşun sıkarak..

Yaptığı "kahramanlığı" (!),  o kadar sâde bir iş gibi anlatıyordu ki.. Kendinizi sanki dünyadan kopuk bir başka âlemde geziniyor gibi hissedebiliyorsunuz..

Sebebini sorduğumda, "Ekmeğimiz kendimize de kalmamıştı, aç ölmelerindense..." diye bir cümle kurmuştu.. Tabiî, arkasından, esirlerin öldürülebileceğine dair âyetleri de okuyordu, ama, bağışlanabileceklerine dair cevazı hatırlamak bile istemiyordu.. (Kaldı ki, o Sovyet askerlerinin çok büyük bir kısmı da, Sovyetler"in müslüman bölgelerinden getirilmişlerdi..)

*

Dere boylarında, bazen, Afganistan"daki komünist rejimin emrindeki "müslüman askerleri"yle karşılaşıyoruz..

Hemen mevzi alıyoruz.. Onlar da öyle..

Ama, daha sonra, arkalarında komünist-rus askerlerinin olmadığını, ateş etmemelerini, namaz kılmak istediklerini söylüyorlar ve "hepimiz müslümanız, ateş açmayalım.." diyorlar..

Tüfeklerini çatıyorlar, derede abdest almaya başlıyorlar.. Bizim arkadaşlarımız da, aynı şekilde davranıyorlar..

Ve sonra onlar namazlarını kılıyorlar, 10-15 metre uzakta da biz..

Arkadaşlarımızdan birisi, "Birader, şu adamlara bakın, öyle bir huşû ile namaz kılıyorlar ki.. Ama, arkalarında Sovyet askerleri olsaydı, onlar bize ateş açacak ve biz de kendimizi savunmak için, onlara.. Ve, ya onlar, ya biz veya hepimiz de ölecektik..

Bizim trajedimiz bu.." diyor..

Ama, bu kardeşlik, son derece kırılgan..

Her an, bir emirle, size çevirebilirler namluları..

Ama, sadece onlar mı?

Cemiyet- i İslamî veya Hizb-i İslamî, kendi hâkimiyet bölgelerinden geçen diğer mücahid teşkilatlarının mensublarını, kendi mayın tarlalarına karşı uyarmaya bile gerek görmüyor ve onların havaya uçmalarını keyifle seyrediyorlar..

Yani, karşıt cemiyetlerdeki mahallî  "mücahid" güçlerinin birbirlerine karşı sergilediği acımasızlık, Peşaver"dekilerin birbirlerine olan yaklaşımlarına göre çok daha haşin..

Ayrıca, karşılaştığım Türkiye"li bir "mücahid", "Ben komünistlerle savaşmaya gelmiştim, buraya.. Burada Cemiyet-i İslamî ve Hizb-i İslamî"nin adamları olarak birbirimizi, komünistlerden daha az öldürmüyoruz.." diye bir facia-itirafda bulunuyor..

Söylediklerine inanasım bile gelmiyor, ama, görünen köy de kılavuz istemiyor..

*

Gönderildikleri cehbelerde sadece komünist-rus askerlerinin olmadığını, "cihad" teşkilatlarının "mücahid"lerinin de birbirlerine, Allah - Allah diye ve Allah adına ve din-i mubîn"e hizmet aşkıyla birbirlerine tuzaklar kurup birbirlerini yüzler halinde katlettiklerini, öldürdüklerini çok net olarak öğreniyorum..

İnsanın içi kararıyor..

Halbuki, o günlerde, Rabbanî ve Hikmetyar,  aralarında o kadar giderilemez derecede bir zıddiyet ve husûmet olduğu izlenimi vermekten yine de kaçınıyorlardı..

Ama, daha alt kademelerdekiler birbirleriyle daha şiddetli bir zıddiyet içinde bulunuyorlardı.. Bu arada, taraflar birbirlerini Pakistan Askerî İstihbaratı"nın oyununa gelmiş kuklalar olarak bile nitelebiliyorlardı..

Bunu hemen bütün savaş cebhelerinde de görmek mümkündü.

*

Rabbanî, şiîlik- sunnîlik gibi konulara asla itibar etmiyor ve aradaki ihitilafların sünnî mezhebler arasında da var olan bir takım fıqhî aykırılıklardan fazla olmadığını, 14 asır önce siyasî ayrılıkları devam ettirmenin ise, bugüne bir faydasının olmadığını, ve o günkü meşruiyyetin ölçülerinin bugün kimseye uygulanamıyacağını söylüyor ve bir sünnî müslüman olan Muhammed İqbal"den, "Kerbelâ Faciası"nın Esrarı Hakkında"  başlıklı ve benim de çok sevdiğim şiiri oldukça duygulu bir şekilde okuyor ve "Hangi şiî şair bu konuyu bu kadar güzel yansıtmıştır?" diye soruyor ve amma, (Hz. Huseyn"in Yezîd karşısındaki kesin haklılığını tesbit ve teslim etmenin, bugün o ihtilafta Hz. Huseyn safında olduğunu söyleyenlere nasıl bir fıqhî meşruiyyet zemini oluşturabileceğinin düşünülmesi gerektiğini" ifade etmekten kendisini alamıyordu..

Hikmetyar ise..

(Devamı gelecek yazıda inşaallah..)

rabbani-13.jpg

 (Rabbanî ve Hikmetyar.. Birisi gizli, diğeri açıkça, birbirine savaş açacak kadar zıddı olan iki isim.. Ama, biribirlerine tebessümle bakacak kadar bir görüntü de verebiliyorlardı.)

haksöz

Bu yazı toplam 1833 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar