“Kur’an İslam’ı” – Kur’âniyyûn Mezhebi

“Kur’an İslam’ı” – Kur’âniyyûn Mezhebi

“Kur’an İslam’ı” fundamentalisttir/kök(t)encidir, yalnızca metni esas alır ve metnin ilk okunuşundan anladığına “İslam” adını verir, dolayısıyla dinî pozitivizmi savunur ve bu bakımdan Luther’in yaptığını İslam Dünyası’nda yapmaya çalışmaktadır. Pozitivis

 

 

Bizde ister gelenekçi, ister radikal, ister fundamentalist, ister modernist olsun her kesim kendi din anlayışının yobazıdır. Söz konusu kişi ve gruplar, kendi din anlayışları söz konusu olduğunda aşırı bağnazdırlar ve diğerlerine baskı yapmaya yönelirler, asırlardır süre gelen kavganın sebebi de budur zaten. Bu bağlamda hiç kimsenin -daha geniş çerçevede hiçbir grubun- davranış tarzı bakımından birbirinden farkı yoktur.

Kur’an’ı dinin tek kaynağı olarak kabul eden, Sünnet’i dikkate almayan, bir diğer ifadeyle Sünnet’i dinde delil kabul etmeyen, dolayısıyla Hz. Peygamber’i devre dışı bırakan Kur’âniyyûn, nam-ı diğer “Kur’an İslam’ı” mezhebinin sâlikleri de kendi din anlayışlarının dışında kalan kimselere bu şekilde yaklaşıyorlar. Aralarında tanınmış ilahiyatçılar, hocalar, âlimler, üstatlar var. Hazır yeri gelmişken; vahyin dili olduğu için Arapça bilmek önemli -ve pek tabii gerekli- ancak tek başına yeterli değil, “Kur’an İslam’ı”ndan söz eden meşhur allâmelerin hemen hepsi Arapça bilen mealci.

Öncelikle “Kur’an İslam’ı” denilen şey, birilerinin Kur’an’dan anladıkları İslam, yani söz konusu kavramı ortaya atanların -veya adı anılan anlayışı savunanların- kendi algılarından ibaret, dolayısıyla hakikatin kendisi değil. Sünnet’i, tarihsel pratiği ve geleneği dikkate almadığı -nevzuhur olduğu- için üzerinde uzun uzadıya tartışmak da gereksiz. Ancak yine de Usûl-i Din açısından kısa bir değerlendirme yapmakta yarar var.

“Kur’an ışığında falan konuya bakış, filan konunun açıklanması, feşmekân meselenin izahı”, hepsi bu başlıkları kullananların kendi algılarından -metinden kendilerince çıkardıkları sonuçlardan- ibaret. Bu bakımdan “Ben de resulüm” diyenlere kızılmamalı, çünkü o da “Kur’an İslam’ı”.

“Kur’an İslam’ı” olarak adlandırılan anlayış, mevcut yaklaşım tarzı itibariyle Neo-Haricilik olarak adlandırılabilir, zira bu kavramın banileri ve savunucuları kendi din anlayışlarının dışında kalan Müslümanları “müşrik” ve “kâfir” olarak nitelendiriyorlar. Oysa biz biliyoruz ki, iki şehadeti dili ile söyleyip, kalbi ile iman eden hiç kimse veya bir başka ifadeyle Ehl-i Kıble tekfir edilmez.

Öncelikle şunu bilmek gerekiyor: Din adına yapılan tüm yorumlar, tüm tefsirler ve ictihadlar zannîdir. Allah ile aramızda yanılmaz aracılar olmadığı için böyledir bu. Sünnet, tarihsel pratik ve gelenek de yine bu nedenle önem arz eder.

“Kur’an İslam’ı” fundamentalisttir/kök(t)encidir, yalnızca metni esas alır ve metnin ilk okunuşundan anladığına “İslam” adını verir, dolayısıyla dinî pozitivizmi savunur ve bu bakımdan Luther’in yaptığını İslam Dünyası’nda yapmaya çalışmaktadır. Pozitivist olduğu için işin ucu siyasî totalitarizme kadar varır.

Söz konusu dinî akım, Kanonik İncillere uygulanan Batılı metotları Kur’an’a uygulamaktadır. Bilindiği üzere Kanonik İncillerin müelliflerinin kim olduğu, nerede yazıldıkları, -varsa eğer- ilk nüshalarının gerçek muhtevası meçhuldür, eldeki en eski nüshaları ise 4. Yüzyıla aittir ve Grekçedir. Bu nedenle Batılı “akıl”, Tanrı’nın gerçekte ne söylediğini anlayabilmek ve Hz. İsa’nın gerçek kimliğine ulaşabilmek için bir dizi yöntem geliştirmiştir. Bu yüzden önce ilk kaynağa döner, yani kökene iner ve “Tanrı ne diyor?” sorusunu sorar.

Bu bakımdan fundamentalizm/kök(t)encilik Hıristiyanlık açısından kabul edilebilir görünse de İslam açısından anormal bir durumdur, çünkü Kur’an, İnciller gibi karmaşık ve problemli bir metin değildir.

Buna karşın bizim fundamentalist/kök(t)enci “Kur’an İslam’ı” mezhebinin sâlikleri gibi “Allah ne diyor?” sorusunu sormamıza gerek yok, çünkü elimizde müdahale edilmemiş/korunmuş bir metin olduğu için Allah’ın ne dediğini kesin olarak biliyoruz. Dolayısıyla sorulacak soru “Allah ne demek istiyor?” sorusudur. Bu soru bizi Şeriat’ın maksatlarına götürür, yani asıl soru “Maksat nedir?” veya “Hükümlerin hikmeti, maksadı nedir?” sorusudur.

Bunun cevabı ise metinde değil iç ve dış dünyadadır -yani enfüste ve afaktadır-, iç ve dış dünyadaki mevcut anlam lafza dökülmüş, böylece metin ortaya çıkmıştır. Gazalî’nin bin yıl önce söylediği de budur; lafız anlamın kaynağı değildir, anlam lafzın kaynağıdır. Dolayısıyla sadece metne bakmak suretiyle Allah’ın muradını bilebileceklerini düşünenler -yine Gazalî’nin ifadesiyle- yollarını şaşırmış ve mahvolmuşlardır (bkz. Gazalî, el-Mustasfa, Giriş bölümü). Nitekim Hz. Peygamber kıraatle emrolunduğunda ortada metin yoktu.

Yürüyen Kur’an demek vahyin canlı temsili demektir, Sünnet’i yok sayıp lafızlarda anlam arayan “akıl”, karanlıkta el yordamıyla yol bulmaya çalışan kimse gibidir. Vahyin iki vasıtası -dil ve Hz. Peygamber- aynı zamanda vahyin iki suretidir de. Kur’an metni -dolayısıyla dil ve onun temsili olan yazı- vahyin -bir nevi resim ya da heykel gibi- cansız sureti iken, Yürüyen Kur’an olarak Hz. Peygamber -dolayısıyla Sünnet- vahyin canlı sureti olmaktadır.

Dil, vahyin iki vasıtasından ve iki suretinden biri kuşkusuz, ancak vahyin aktarılmasında ve açıklamasında ne kadar yeterli olup olmadığı tartışılabilir. İster söz, ister yazı şeklinde olsun, dilin imkânları sınırlıdır. Buna karşın amel, vahyin fiilen aktarımı ve açıklanması açısından yüzde yüz yeterlidir ve en güvenilir yoldur, çünkü -vahyin cansız sureti olan- söz veya yazı te’vil edilebilir ancak amelin te’vili olmaz. Dolayısıyla vahyin canlı sureti olarak Resulullah’ın (s.a.v) Sünnet’ine tabi olmak en güvenilir yoldur.

Sözün veya yazının te’vil edilebilmesine karşın amelin te’vili olmadığından, Hz. Ali, Haricilere gönderdiği elçisine “Onlara Kur’an ayetleriyle cevap vermeyin, Resulullah’ın (s.a.v) Sünnet’iyle cevap verin” demişti.

Peygamber olmadıkları halde Havarilere ve Hz. Musa’nın annesine vahyeden Allah, Kur’an’ın beyanını ve tatbik biçimini (Sünnet’i) de vahiy yoluyla Hz. Peygamber’in kalbine ilkâ etmiştir; aksini iddia etmek kusurlu akıl yürütme değilse sû-i niyettir.

Dolayısıyla sadece metni esas alan, anlamları lafızlarda arayan ve kendi okumasını, algısını, yorumunu, tefsirini, ictihadını hakikatin kendisi olarak gören yaklaşım, bir başka ifadeyle Hz. Peygamber’in vahye ilişkin beyanâtlarını ve tatbikatını dikkate almayan her yorum, tefsir ve ictihad usûl dışıdır.

“Din’in tek kaynağı Kur’an’dır” demek “Kur’an metni var ve ben varım, başka bir şey yok” demektir, yani “Ben metni okuyorum, ne anlıyorsam odur”. Bu, müsteşriklerin yerleştirmeye çalıştığı algıdır. Örneğin tanınmış müsteşriklerden Margoliouth, “Kur’an’ın neresinde Allah ve Peygamber birlikte anılmışsa bu Kur’an’ın muhtevasıyla ilgilidir” demektedir. Demek oluyor ki, Hz. Peygamber’in Kur’an’ın dışına çıkan ve herhangi bir hadiste rivayet edilen bir sünneti yoktur. Sünnet-Hadis konusundaki eleştirel yaklaşımlarıyla tanınan, önde gelen modernistlerden Fazlurrahman, bunu aktardıktan sonra şöyle demektedir: “Bu görüşün bizzat Kur’an’a aykırı düştüğü görülmektedir.”(1) Öyleyse sormak gerekir: “Kur’an İslam’ı” mezhebinin sâliklerine “müsteşrik” desek kızarlar mı, yoksa “Âmin” mi derler?

Bu açıdan Pavlusvari bir yaklaşımla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Pavlus, Hz. İsa’yı hiç konuşturmaz, Hz. İsa’nın ağzından da konuşmaz, hep kendisi konuşur, Hz. İsa’yı devre dışı bırakır ve böylece yeni bir din icat eder, tıpkı bugün yapılmak istendiği gibi. Pavlus, bir yandan Hz. İsa’ya hiç söz hakkı tanımazken öte yandan onun sembolüne -veya manevî şahsına- el koyup yeni bir din icat etmişti. “Kur’an İslam’ı” mezhebinin sâlikleri de, bir yandan Hz. Peygamber’e söz hakkı tanımazlarken öte yandan ona inen vahye el koyup yeni bir din icat etmek istiyorlar ancak Sünnet buna engel.

Mevdudî, Hind alt-kıtasından etrafa yayılan bu sapmaya karşı Sünnetin Anayasal Niteliği‘ni kaleme almış, önde gelen modernistlerden Fazlurrahman da söz konusu sapmaya karşı, “Only Kur’an” anlayışını savunanların “Neron’dan daha tehlikeli” olduklarını söylemişti.(2)

İki soruyla bitirelim: Allah’ın muradı “Kur’an İslam’ı”ndan söz edenlerin anladıkları veya te’vil ettikleri gibi midir? Resul ve ashab Kur’an’dan bunların anladıkları şeyi mi anlamışlardır?

Atilla Fikri Ergun – akilvefikir.org

————————-

1- Fazlurrahman, İslam, Çev: Prof. Dr. Mehmet Dağ ve Prof. Dr. Mehmet Aydın, Ankara Okulu Yay., 5. Baskı, Şubat 1999-Ankara, s. 102

2- Fazlurrahman, Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, Çev: Prof. Dr. Salih Akdemir, Ankara Okulu Yay., 2. Baskı, Aralık 1997-Ankara, s. 79