Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Kuklayı değil, kuklacıyı ve daha bir taşeron olanları görmek

Son günlerde, Türkiye’de halk kitlelerini derinden yaralayan, sarsan ve kontrolsüz bir takım gösteri ve tahribata sevkeden gelişmeler tabiatiyle dünya gündemine de yansıyor.. Özellikle Doğu ve Güneydoğu’da ilçe ve il merkezlerini savaş alanına çevirmeye ve halk ile devlet güçlerini karşı karşıya getirmeye yönelik eylemler iç siyaseti epeyce sıkıştırmışa benziyor..

Tayyîb Erdoğan’ın şahsî çaba ve cesaretiyle uygulamaya konulan ve akması ikibuçuk yıldır durdurulmuş bulunan kanın yeniden akıtılmaya başlaması ve onlarca asker ve polisin katledilmesi karşısında, toplum kesimlerinin değişik tepkiler vermesi tabiî idi.. Bu arada, Davudoğlu örneğinde olduğu üzere, bazı siyasetçilerin askerler için yapılan cenaze törenlerinde duygularını kontrol edemeyip ağlamaları, tabloyu daha da rakik, kırılgan hale getirmiştir. Ülkenin çeşitli şehirlerindeki HDP bürolarının saldırıya uğraması du bu duygu kırılmasının bir yansımasıdır.

Bu arada, PKK’nın, ’ateş-kes’ döneminde bile, Doğu ve Güneydoğu’da asfaltlanan yolların altına bile, o asfaltmalar esnasında, bir takım işbirlikleriyle patlayıcılar ve kablolar yerleştirdiği anlaşılıyor. Bu örgütün ’trafik kazası oldu’diye haber verip, uyduruk hadise mahalline davet ettikleri trafik polislerini bile pusuya düşürmek ya da ambulans çağırıp sağlık elemenlarını rehine almak, ya da bir okulun çatışını ateşi verip, itfaiyeyi ve polisi haberdar ettikten sonra, hadise mahalline gelen itfaiyecileri ve polisleri taramak gibi, hiç bir ahlâkî sınır tanımayan ilkel yöntemleri ya da yol kontrollerinde kaçmak isteyenleri vurup öldürmeleri ve bunu yaparken, çocuk, kadın, veya erkek diye bir ayırım yapmadığı ve hattâ sağlık elemanlarını, doktorları bile öldürmekte tereddüd etmedikleri zâten biliniyordu.

Bu gibi saldırılar karşısında kalan her devlet yönetimi, ye teslim olur, ya da o silahlı unsurları tamamen bertaraf etmekten başka çaresi kalmadığını düşünerek, silahlı güçleri aracılığıyla mukabil saldırıya geçer..

Bugün, Türkiye’nin yaptığı budur.

Bu noktada artık, nasıl karşılık verileceğinin ince hesapblarına da pek bakılmayabilir. Çünkü, devlet, silah taşımak yetkisi ve taşıtmak iznini ancak devlet verebilir.. Devletler, kendilerine aid bu yetkiyi yerine getiremedikleri ve karşılarına silahla çıkanları sindiredekikleri zaman, devlet olmak niteliklerini bile yitirip, kendi yerlerini hasımlarına bırakmak zorunda kalabilirler..

Ancak, anlaşılıyor ki, ülkenin Doğu ve Güneydoğu’sundan gelen haberlere bakılırsa,   bölgenin sivil halk kitleleri, devletin silah kullanmak cevabı vermesi karşısında geçmişte olduğu gibi tedirginlik içinde değil.. Çünkü, devlet, silah taşımayan kimselerle işinin olmadığına halkı inandırmış..

Ancaak, bu durum, halkı rahatsız etmese bile, uluslararası entrika merkezlerini, müslüman coğrafyalarını ve toplumları üzerinde kendilerinin vesayet hakkının bulunduğuna inanan güç odaklarını rahatsız etmişe benziyor. Çünkü, onlar ülkenin bir iç-savaş sarmalına sürüklenmesini istiyorlar. Bu bakımdan, songünlerdeki saldırılarda, onlarca asker ve polisin öldürülmesine karşı duyulan kitlevî hınç ve hışmın HDP merkezlerine, binalarına saldırı şekline dönüşmüş olması bu tehlikenin yaklaşmakta olduğunun haberçisi sayılabilir. Hükûmetin buna kesinlikle izin vermemesi gerekir.. Çünkü böyle zamanlarda ’ajan provokatör’ler, kışkırtıcı fitne elemanlarıdevreye girebilir ve yangına benzinle gidebilirler.

Esasen HDP liderleri de bunu istiyorlar.. Nitekim Figen Yüksekdağ isimli ve HDP’de eşbaşkansıfatlı siyasetçi, PKK’nın yurt dışından yayın yapan kanalı Med Nûçe‘ye 8 Eylûl akşamı yaptığı açıklamada, ’Savaş Batı’ya taşındı. Her yerde saldırı varsa, her yerde direniş olacak. Direniş yükselecek, halkımız demokratik ve meşru tavrını ortaya koymalıdır..’  diyordu, saldırıyı kimin yaptığını tersyüz ederek.. Öteki eşbaşkan Demirtaş da, HDP’nin bazı şehirlerdeki binalarına yapılan ve elbette asla tasvib edilemiyecek saldırılara değinirken; ’Devlet eliyle linç kampanyası yürütülüyor. Tek elden organize edilen bir linç kampanyası var. Bize 400 vekil vermezseniz burnunuzdan getiririz deniyor. Bir darbe ile iktidardan düşmüş olmalarına rağmen devlete el koymuş durumdalar..’ gibi saçma-sapan iddialarda bulunabiliyor ve arkasından da kendisiyle çelişerek, o saldıran kalabalıklara, ’..Arkanızda hükümet filan yok, sizi harcayacaklar,  yazık size. Ama, gideriz 20 yıl yatarız diyorsanız yapın.’  diyor ve daha sonra ise, kendi tarafdarlarına da,’ihkak-ı hak’ (hakkını kendi kendilerine almak) çağrısı yapıyor,  ’Evinizi, iş yerinizi yakmaya gelenleri anasından doğduğuna pişman etme hakkınız da var!.’ demeyi de ihmal etmiyordu. Cizre Belediye Başkanı olan Leylâ İmret isimli hanım da, ingiliz yayın kuruluşu Vice News‘te,’Türkiye’de iç savaş çıkacak!’  diye sunulan proğramda yaptığı açıklamada ’..barış olacaksa Cizre’den başlayacaktır ve savaş da olacaksa, o da Cizre’den başlayacaktır. Türkiye’de bir iç-savaş yürüttüğümüzü söyleyebiliriz’  diyordu. 

Açıktır ki, Demirtaş ve arkadaşlarının ’halkımız’ derken, sadece belli bir etnik kökenden geldiklerine inanılanlar üzerine bir koruyucu kanat açtıkları havasını vermek istediği anlaşılıyor ve saldırıları yapanları ’analarından doğduğunu pişma etme haklarının olduğu’ hatırlatmasını bilhassa yapıyordu. Bunu söyleyen kişi, birilerinin de, aynı mantıkla, ülkenin tamanındaki halk kitlelerine hitaben, ’kendi canlarına, evlerine, mal ve işyerlerine ve ülkelerine saldıranları, analarından doğduklarına pişman etmek haklarının olduğunu’ söyleyebileceğini akledemiyor veya öyle bir durumda neler olabileceğini düşünemiyordu.

İşte bu demde, Amerikan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kirby’nin, HDP binalarına yönelik şiddet saldırılarının  ve vandallığın kabul edilemez olduğunu söyledi. Kirby, ’Demokrasilerde, özellikle partizanlık ve etnik husûmetten ileri gelen şiddet eylemlerine yer yoktur.. Türkiye’nin, temel değerlerini muhafaza etmesini bekliyoruz’ demeyi de ihmal etmemiş, sûret-i haktan gözükmek için
Ayrıca, “Türkiye’yi medya özgürlüklerine saygı göstermeye ve Türk Anayasası’nca sağlanan güvenceleri yerine getirmeye davet ediyoruz. Bunlar her sağlıklı demokrasinin çok önemli unsurlarıdır.’ diyen Kirby, bu arada, Tayyib Erdoğan’ın konuşmasını çarpıtarak veren Hürr. gazetesine yönelik protestoları da eleştirmesi, ilginç..

Açıkça, Türkiye’ye bir ayar vermeye kalkışıldığı gerçeğiyle bir daha karşılaştık..

Aynı günlerde, ing. medyası da koro halinde, ’Erdoğan’a derhal geri attırılmalıdır.’diyordu.

Bunlardan Times gazetesinin, ateş-kes’in PKK tarafından bozulmasını sözkonusu etmeyip, sadece silahlı çatışmalara yeniden dönülmesini, Tayyib Erdoğan’ın üzerine atıp, bunu delilikolarak nitelemesi, ilginçtir.. Çünkü, emperyalist dünya, DAİŞ’e karşı mücadelede kendi yanında yer alan PKK’yı, bir terör örgütü olsa bile bir müttefik olarak görmekte, kabule şayan bulmakta ve Türkiye’nin IŞİD / DAİŞ’e karşı verilen savaşa katılmakla birlikte, bu arada PKK’ya da saldırmasını kendi stratejileri açısından yanlış bulmakta ve ’Türkiye tarafından PKK mevzilerine yönelik olarak yapılan bombardımanların çatışmaları alevlendirip bunu kanlı ve korkunç bir cehenneme dönüştürebileği’ne değinilmekte..

– Tarih,  evet, sadece dünde değil, yarınlardadır da..-

Siyasette etkili bir arkadaş, ’Biz bu zokayı, 1 Mart 2003 Tezkeresi’ni reddederek yuttuk..’ deyince, önce anlamakta zorlandım.. Hâfızamı yoklayınca, onun izahlarına da kulak vermek ihtiyacını duydum. Ve hemen hatırıma, USA emperyalizminin duyuru kulesi niteliğindeki New Yok Times (NYT)’da  (müteveffâ) William Saphireimzasıyla ve ’Affet, ama unutma!..’ başlığıyla yayımlanan başyazıyı hatırladım. Siyasetçi arkadaşım, ’Eğer o zaman sahnede yerimizi alsaydık, Kandil filan olmazdı karşımızda.. Ama, ne zaman ki, biz Amerika’ya ’Hayır!’ dedik, o da kendisine hem kendisine kafa tutan bir Türkiye’yi cezalandırmak için entrika planlarını devreye sokacaktı; hem de kendisine bölgede, yığınla başka müttefikler de oluşturmakta  gecikmeyecekti.. Ve, tabiatiyle, biz, o sahnede yerimizi almayınca, o sahneye başka taşeronlar yerleştirilecekti..’ deyince.. ’Yani, kuklacıbaşı, her halukârda kuklalar ve taşeronlar arıyordu.. O olmazsa, başkaları.. O zaman; o olmasaydı da keşke biz olsaydık..’ gibi bir hava meydana gelmiyor mu?’ dediğimde, ’Aradaki farkı farketmek gerek.. Sen, her şeye rağmen, yine de  bölgenin büyük güçlerinden birisisin, bazı yerlerde direnmek ve devreye başka güçleri sokmak imkanın var.. Devreye yeni sokulanların ise, hiç bir inisiyatifleri yok, onlar tam bir kukla olarak hareket edecekler..’ cevabıyla karşılaştım arkadaşımın..

Yani, ölümlerden ölüm beğenmek.. Ya da, başkaları tam taşeron olurken, biz kısmen, direnebilirdik belki.. ihtimalinden teselli arayıcılığı..

Arkadaşım, ayrıca, 1991 Baharı’ndaki Irak – Amerika (ya da 1. Körfez) Savaşı’sonrasında, Irak Kürdistanı’ndan Amerika’yla işbirliği yapan Irak kürdlerinden binlercesinin, Amerika tarafından,  Türkiye üzerinden Goa Adası’na götürüldüğünü ve orada çok özel eğitimlerden geçirildiğini ve yıllar sonrasında da onlardan hiç bir haber alınmadığını ve onlara kimbilir USA emperyalizminin hangi kademelerinde hangi hizmetler gördürüldüğünü; 1993-95 arasında Celâl Talebânî ve Mesud Barzanî güçleri arasında iki yıl devam eden ve iki taraftan 20 binden fazlapeşmergenin ölümüyle sonuçlanan büyük boğuşma sonunda da, iki taraf arasındaki husûmeti bıçakla keser gibi, bir anda durdurduğunu; A. Öcalan’ı da, Türkiye’nin onca uğraşlarına rağmen netice alamamışken, kimsenin haberi yokken, 1999 Şubatı’nda Kenya’dan getirip, idâm olunmaması şartiyle Türkiye’ye teslim ediverdiğini ve zamanın T.C. Başbakanı Ecevit’in, ’Öcalan’ın teslim ediliş sebebini anlıyamadığını’ açıkta itiraf ettiğini hatırlattı ve ’Bütün bunlar hep plansız mıydı?’dedi..

Arkadaşım, ayrıca,  ’Irak coğrafyası içindeki Kandil Dağı üzerinde Irak merkezî hükûmetinin de, Irak Kürdistanı’ndaki bölgesel Barzanî Hükûmeti’nin de hiç bir kontrol gücünün olmadığını ve bu durumu, Türkiye’nin itarazlarına karşı sarih olarak, hem geçmişte, Malikî’nin ve hem de şimdiki Irak Başbakanı İbadî’nin ve Mesud Barzanî’nin defalarca itiraf ettiklerini ve Türkiye’nin de Kandil’e Amerikan izni olmaksızın, harekete geçemediğini ve bu yüzden netice alınamadığını’ da ekledi.

Bu açıklamalara ikna edici bir itiraz geliştirmek kolay değildi.. Arkadaşım, bunları anlatırken, ben de tarihin dünlerde değil, bugünlerde de ve yarınlarda da pusuda beklediğini hatırlayarak, 185-190 sene önceleri düşünüyordum.

Yunan İsyanı’nın başarıya ulaşması için, bütün Avrupa devletlerinin yunanlılara vargücüyle destek verirken, Rusya’nın da 1827’de indirici darbeyi vurduğunu ve Osmanlı Donanması’nın Navarin’de toptan yakıldığını ve ardından da Yunanistan’ın istiklalini / bağımsızlığını ilan edip, Balkanlar’da en ciddî çözülüşün bu şekilde başladığını hatırladım..

Dahası, o Rusya’nın o saldırısından 4-5 sene sonra, Osmanlı’nın bu kez de isyan eden Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın karşısında düştüğü güç durumu ve Mehmed Ali’nin oğlu İbrahîm Paşa’nın Osmanlı ordusunu Nizip’de yenilgiye uğratıp İstanbul’a doğru ilerlerken, onun Kütahya önlerinde durdurulması için, Osmanlı Padişahı 2. Mahmûd’un, ’Ne yapalım, denize düşen yılana sarılır..’  diye Rusya’dan yardım istemek zorunda kalışını ve sonrasını..

*

Bir daha anlamalıyız ki, asıl uğraşmamız gereken, kuklalar değil, ’kuklacılar ve kuklacıbaşı’ olmalıdır. Ve, onlar herbirimizi kendileri için birer taşeron olarak görmektedirler.. Bunu sürekli bir kader olarak kabul edecek miyiz? Asıl mes’elemiz, bu..

*

Görelim, meşîme-i şeb’den, gecenin karnından, yarınlarda karşımıza neler çıkacak..

*

dirilişpostası

Bu yazı toplam 825 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar