Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Kısa kısa değiniler..

Yaşadığımız günlerde meydana gelen öyle hadise ve gelişmeler var ki, bunların herbirisi, haber bombardımanı altında olan günümüz insanının bir kulağından girip, ötekinden çıkmaya mahkûm.. Çünkü, bunların herbirisi zihne kaydedilip, üzerinde düşünülecek olursa, o zaman, insanın başka işler yapmaya vakit bulması bile mümkün olmaz.. Ama, ayrı ayrı bakıldığında küçük gibi görülen bu gibi hadise ve gelişmelerin, bizim hayatımızı şekillendirdiği de bir ayrı vakıa..

Bu bakımdan, son iki hafta boyunca değinemediğimiz bazı hadiseler ve gelişmelere kısa kısa da olsa değinmekte ve onları zihnimizde değerlendirmekte fayda olsa gerek..

 

*Paranoia yüzünden kendi gerçeklerini görememek..

16 Aralık günü, B. Amerika"nın  Connecticut eyaletindeki Newtown kasabasında bulunan bir ilkokulu basıp 20"si çocuk 28 kişiyi katleden 20 yaşındaki bir genç insanın çılgınlığı karşısında ürpermemek elde değil..

Ancak, asıl mühim olan şu ki, emperyalist dünyanın medyası, bu işin altından da hemen bir "müslüman" ismi taşıyan bir failin çıkmasını bekledi.. Çünkü, İslam"ı ve müslümanları,  -müslüman ismi taşıyan bazı kimseleri delil göstererek-, ""terörist"  diye suçlamak için pek teşneler..

Bu da şu açıdan anlaşılmalıdır ki, Sovyetler Birliği"nin dağılmasıyla, komünist ideolojinin büyük çapta yenilgiye uğratıldığına inanan kapitalist emperyalizm odakları, yeni bir düşmana ve yeni bir Soğuk Savaş"a ihtiyaç duyuyorlardı.. Aksi halde, o sistem, kendi içindeki zaafların pençesine düşebilirdi.. Hele de son 15-20 yıldır..

Neyse ki, saldırgan, müslüman ismi taşıyan birisi çıkmadı.. Eğer, bu cinayetin içinden bir müslüman ismi taşıyan birisi çıksaydı, o zaman dünya medyasında yeniden, İslam"ı ve müslümanları terör odağı olarak suçlayan yazıların yoğunluğunu tahmin etmek zor değildir..

Onların eline böyle bir suçlama imkanı geçmeyince ise.. Bu gibi korkunç saldırıların etkenleri üzerinde akıl yürütmeye başlanıyor ve bu gibi durumlarda, ya "Amoklauf"/ Çılgınca silahlı saldırı" , ya da "Familiendrama /Aile Faciası" gibi nitelemeler hemen imdada yetişiyor.

Amerika"da 14-16 yaş yukarısındaki kimselerin silah sahibi olmak ve silah taşımak için ruhsata tâbi olmadığından bu gibi toplu cinayetlere sık sık rastlanıyor. Gerçi, silah taşımanın serbest olmadığı Almanya"da da son yıllarda Erfurt ve Stuttgart civarındaki okullara son bir kaç yıl içinde yapılan baskınlarda ve gelişigüzel açılan ateşle onlarca kişinin öldürüldüğü biliniyor..

Daha da ilginç olanı ise, hem Amerika"da, hem de Almanya"daki bu gibi cinayetlerin daha çok da, okulları ve küçük çocukları hedef seçmesi..

Psikologlar bunun sebebini, henüz de izah edebilmiş değiller..

Amerika"daki bu son çılgın saldırıda ise, ortaya ayrı bir ilginç bilgiye ulaşıldı..

Ulaşan haberlere göre, 28 kişiyi katledip intihar eden Adam Lanza"nın bir öğretmen olan annesi Nancy Lanza"nın, "dünyanın büyük bir ekonomik krizin eşiğinde olduğuna ve sistemin her an çökebileceğine" inanan, medeniyetin çökme ihtimaline karşı evinde yiyecek, su ve silah depoladığı ve çocuklarına, her türlü silahı kullanmayı öğreten bir  "survivalist/ kıyametçi" olduğu belirlenmiş..  Daha da ilginç olanı ise, bu annenin kıyametinin de, oğlu eliyle gerçekleşmesi ve uykudayken öldürülmesi..

Anlaşılıyor ki, yaşamak ve ölümden kurtulabilmek isteğinin bir paranoiaya dönüşmesi yüzünden, modern toplumlar, kendi gerçeklerini bile anlamakta zorlanıyorlar..

*

*"Askerî darbeler iyidir!" diyene bakar mısınız?

4 Aralık akşamı, HT"de yayınlanan Söz Sende programına konuk olan tiyatro oyuncusu Ayten Gökçer, 12 Eylül'le ilgili şu açıklamalarda bulunurken, "12 Eylül darbesi çok da kötü olmamıştır. Çünkü Türkiye'de çok kötü şeyler oluyordu. Can güvenliği yoktu. Halk, asker gelsin diye bekliyordu... Birçok ülkenin başına korkular getiren bir ülkeyiz biz. Bizim yükselmemiz Amerika ve Avrupa'nın işine gelmiyor. Hep başımıza bir kürek vurmak istiyorlar. 1-2 kişi gittiyse, bu devirde yine de şükretmek lazım. Dünyadaki diğer müdahalelere bakın bir de.."   diyordu..

Meclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Başkanı AK Parti İst. m.vekili Nimet Baş, (Eğitim eski Bakanı Nimet Çubukçu) ise, 6 Aralık günü katıldığı A Haber'de bir programda tiyatro oyuncusu Ayten Gökçer'e karşılık veriyor ve "darbelerin çok aktörlü ve o dönemlerde devlet sanatçısı ünvanı verilenlerin de birer 'seçilmiş' aktör olduğunu" belirtiyor; Ayten Gökçer'in "asker yanlış yapmaz" sözlerini değinirken de şöyle diyordu: "Darbe o kişinin hayatı için çok iyi bir şey olmuştur. Bugün 12 Eylül Darbesi'yle bu ülke 50 gencini idâm etmiş, işkence altında onlarca genç Diyarbakır Cezaevi'nde hayatını kaybetmiş, Mamak Askerî Cezaevi'nde 31 bin genç işkence görmüştür. O kişilerden bu acıların tamamının teğet geçmiş olması ne kadar vurucu. Bütün bu acılara hâlâ yabancı ve uzak olabilmek gerçekten çok trajik. Gelinen noktada çok bedeller ödedi bu ülke. Birazcık acılı ailelerin o annelerin, babaların yerine koymak gerekiyor kendini. Öyle tüm bu acılardan uzak sırça köşklerde devlet sanatçısı olmanın lüksüyle yaşamak çok itici ve ağır."

*

*Darbeci generallerin malvarlığı

Malî Suçları Araştırma Kurumu"nun (MASAK), 12 Eylül Darbesini yapan orgeneraller Kenan Evren, Tahsin Şahinkaya, Nurettin Ersin, Nejat Tümer ve Sedat Celasun ile yakınlarının 1 Ocak 1977- 24 Eylül 2012 tarihleri arasındaki mal varlıklarıyla ilgili rapor, toplumu şaşırttı.. Çünkü bu generallerin sahib oldukları gayrimenkullerin, onlarca  ve hattâ bazılarında yüzlerce  apartman daireleri şeklinde olduğu açıklanınca, öylesine bir şaşkınlık yaşandı ki, daha sonra, laik medyadan, "o rakamlar yanlışmış.." gibi yalanmalar yapılması ihtiyacı duyuldu, herhalde bir hışım dalgasının oluşmaması için.. Ama, o yalanlamaları yapanlar, bizzat o suçlananlar ve onların yakınlarıydı..

Resmî makamlar ise, sessiz kalmayı tercih ettiler.. Bu rakamları burada tekrarlamak bile acı verici.. Merak edenler, bu generallerin, bu "kurtarıcılar"ın mal varlıkları hakkındaki meraklarını internetlerinden dokuyup giderebilirler..

Bu rakamlar, "kurtarıcı"larımızın, milleti ve ülkeyi kurtarmak adına neleri, nasıl "kurtardığı"nı güzel gösteriyordu.. T.C. rejiminin aslî kurucusu olan isimlerin, mal varlıklarını gösteren  rakamlar da aynı değil miydi.. Ki, geçmişteki padişahların bile o kadar mal –mülkleri yoktu..  Demek ki, birileri "İzindeyiz, atam.." derken, gerçekten de dikkatli bir takibçi imişler.. 

*

*Mumcu"ların kavgasından çıkarılması gereken mânâ..

Uğur Mumcu'nun ağabeyi olan Avukat Ceyhan Mumcu"nun,, Mumcu Suikasdi ve sonrasında gelişmelerle ilgili yazdığı kitabında kendisi  hakkında da eleştirilerde bulunduğu için, Güldal Mumcu'nun avukatlığından ayrıldığı, Aralık ayı başında anlaşıldı..

İki dönemdir, CHP"den İzmir m.vekili olarak Meclis"de yer alan ve partisinin kontenjanından Meclis Başkan Vekilliği"ni de deruhda eden Güldal Mumcu"nun kitabında yazılanlardan büyük bir sıkıntı ve üzüntü duyduğunu dile getiren Ceyhan Mumcu, açıklamasında; " Uğur Mumcu'nun ağabeyi Ceyhan Mumcu ile Güldal Mumcu'nun kamuoyu önünde tartışmaları, her şeyden önce kardeşim Uğur Mumcu'nun kemiklerini sızlatacağı gibi, O'nun dostlarının da içine sindiremeyeceği bir gelişmedir. Bizim kenetlenmemiz gerekirken, benimle birlikte Uğur Mumcu'nun kimi gerçek dostlarının eleştirilmelerini de doğru bulmuyorum" diyordu.

Ceyhan Mumcu 4 Aralık tarihli medyada yer alan açıklamasında şunları söylüyordu:

"Bizim kenetlenmemiz gerekirken, benimle birlikte Uğur Mumcu'nun kimi gerçek dostlarının eleştirilmelerini de şu aşamada doğru bulmuyorum. Kendisi de yaşadığı, tanık olduğu olaylara zamanında itiraz etmiyor, bekliyor, ondan sonra çıkıyor bu konuda eleştiriyor. Yeşil olayını sır diye neden saklıyor? Bunu bana söylemedi. Eğer bahsetseydi ben Orhan Taşanlar'ın da vekiliydim, o tarihte Mehmet Eymür'le mahkemelik olmamıştım. Ya Yeşil'e ben ulaşırdım, ya da onlar bana bir bilgi verirlerdi.

Şimdi Yeşil ortada yok. Bu şekilde Uğur Mumcu soruşturmasına zarar vermiştir. Bunu sır diye 20 sene tut, şimdi yaz. Yeşil de bulunamaz, edilemez. o Yeşil miydi kesinleştirilemez. Kitaba bakarsanız, Güldal Mumcu'nun, dönemin başbakanıyla da, MİT Müsteşarıyla da, Cumhurbaşkanıyla da, Genelkurmay Başkanıyla da gayet sıkı görüşmeleri var. O zaman da bunu yapabilirdi... 'Bana bunu niye gönderdiniz' gibi. Yeşil'in olup olmadığı Güldal'ın kendi kanaati. Basın da o olduğunu kabul ediyor. Eğer o ise, zamanında söylenmemesiyle Uğur Mumcu cinayetinin çözülmesine katkı değil zarar vermiştir."

Bunu aktarmaktan mânâ ne mi?

U. Mumcu öldürüldüğünde, kimlerin nasıl suçlandığını, cenazesinin saatlerce süren kaldırılışında, zamanın TSK komuta kademelerinin de yönlendirmesiyle, yüzbinlerin, hattâ, "Kahrolsun Şeriat!" diye bağırtıldığı sahnelerin, ekranlarından bütün ülkeye nasıl yansıtıldığını hatırlamakta fayda vardır...

Hatırlayalım ki, Uğur Mumcu"nun öldürülmesi hadisesinin üzerine yıkıldığı bazı müslüman gruplar, hele de 28 Şubat 1997 Zorbalıkları döneminde Genelkurmay Brifingleri"yle yönlendirilen "Yüce Yargı" (!) organlarınca, uyduruk delillerle, yıllarca zindanlara tutulmuş ve ağır cezalara çarptırılmışlardı.. Ki, o dosyalar hâlâ de Temyiz incelemesinde bulunuyor..

Ve Ceyhan Mumcu ve de Uğur Mumcu"nun oğlu, her ikisi de,  Uğur"un katlinde bazı müslümanların bulunabileceği ihtimalini kesin olarak reddetmişlerdi ve Uğur Mumcu"nun öldürülmesinde, MİT ile PKK arasında varlığını isbat edilecek bir işbirliği için Uğur"un yayınlamaya hazırlandığı bir yazı serisinin etkili olduğu bizzat Güldal Mumcu tarafından bile, yıllarca önce açıkça beyan olunmuştu..

*

*Hâşâ, Pâşâ"

Çok değil, henüz 8 -10 yıl öncelerinin en "ali kıran-başkesen" görünümlü ünlü atatürkçü generallerinden birisi olan Jandarma eski Genel Komutanı olan em. Org. Şener Eruygur"un şimdilerde, cezadan kurtulmak için mi, yoksa gerçekten mi bunadığının tesbit edilmesi için, tıbbî çabalar devam ediyormuş..

16 Aralık tarihli medyada yer alan haberlere göre Adlî Tıb Kurumu'nca hazırlanan rapora karşı görüş şerhi koyan Prof. Şakir Özen, bu kişinin "bellek -hâfızâ yetersizliğini ciddî göstermek için çaba harcadığını, kendini hasta göstermek için  rol yaptığını" belirtmiş..

Ama, bu kişinin, yattığı süre içerisinde; doktor, psikolog ve hemşire tarafından yapılan günlük vizitlerde, çevresiyle uyumlu olduğu, davranış bozukluğu göstermediği gözlenmiş.

Eruygur'un, "en son mezun olduğu okulu, kaç kardeş olduklarını, eşinin ve kızının ismini. Mesleğini, evlilik yılını ve yaşını  hatırlamadığı"  da belirtilen tesbitler arasında.. "Ak akçe kara gün içindir" sözünün ne mânâya geldiği sorulduğunda, "Bilmem ki, akçeler iyi bir şeydir" dediği de belirtiliyor..

Doktorların, "Anıtkabir nerede?" sorusuna, "Bilmiyorum"  cevabını veren bu eski ünlü paşa,  "İsmet İnönü, Celal Bayar, Adnan Menderes kimdir?" sorularına da "Bilmiyorum.." cevabını vermiş.. Kendisine 5 ve 10 TL'lik 2 para gösterilip, "Bunlar kaç lira? diye sorulduğunda da, "Bilmiyorum.." demiş,  "Hangisi daha büyük?." diye  sorulduğunda ise, 10 TL'yi göstermiş..

Adlî Tıp Kurumu üyesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Prof. Şakir Özen, Erurgur'un akıl hastalığına mübtelâ olduğu görüşüne itirazda bulunup,  "Şahıs bellek yetersizliğini ciddî gösterme eğilimindedir" ifadelerini kullanıyor.

Hatırlanacağı üzere, emekli veya muvazzaf  generallerin yargılandığı dâvâlardan birisi olan Balyoz"da 360 kadar general ve diğer yüksek dereceli askerden, 330"u 16 ilâ 20 sene arasında hapis cezasıyla cezalandırılmış olup, bu dva şimdi temyiz incelemesindedir. Eruygur ve arkadaşları olan kuvvet komutanlarının ve diğer yüksek dereceli generallerden bir çoğunun yargılandığı  Ergenekon Dosyası"nda karar safhasına gelinmiş bulunuluyor. Eruygur, 4 aşkın bir zamandır devam eden bu yargılamalarda, yıllardır, hasta olarak gözükmekte..

*

*Ahmet Necdet Sezer'le mitingleri teşvik ediyordu.." iddiası..

Gazeteci Uğur Mumcu suikasdi sürecinde, Sol Güçbirliği Kurulu Genel Başkanı olan Prof. Tâhir Hatipoğlu, "dezenformasyon" yüzünden İslamî çevreleri hedef aldıklarını itiraf ile, eski C.başkanı Ahmet Necdet Sezer"in de, tayin ettiği rektörlerden mitinglere katılmalarını istediğini iddia ediyor.

9 Aralık günü, Kanal 5'e konuk olan ve "Özeleştiri yapıyorum. Pişmanım. Hem kendi arkadaş grubumuzun içinde hem de medya eliyle farklı yönlendirildik. Özel Harp Dairesi tarafından planlanmış bir senaryoyu göremedik." diyen Hatipoğlu, şöyle devam etmiş: "Basın bir dezenformasyon görevi üstlendi. Olayın gerçek faillerinin görülmesi engellendi. Ben de o dönem farklı açıklamalarda bulundum. Özeleştiri yapıyorum. Pişmanım. Hem kendi arkadaş grubumuzun içinde hem de medya eliyle farklı yönlendirildik. Bu '28 Şubat' döneminde çok daha etkili kullanıldı. Hatta Danıştay saldırısının ardından da kartel medya yine devreye sokularak olayları farklı mecralara çekmeye çalıştı. Uğur Mumcu ve Danıştay saldırısı İslamcılara yıkılmak istendi. Mumcu'da başarılı oldular ama Danıştay saldırısı tutmadı. Bu iki olay da tamamen Özel Harp Dairesi tarafından planlanmış bir senaryoydu."

2003'de 'Ordu Göreve' pankartının açıldığı mitingle ilgili olarak da değerlendirmelerde bulunan Hatipoğlu, "Talimat MGK'dan.. Hayata geçiren, dönemin YÖK Başkanı Kemal Gürüz'dü. MGK'nın talimatı doğrultusunda üniversitedeki akademik kadroları Gürüz baskı altına aldı. 'Ordu Göreve' pankartının açıldığı miting başta olmak üzere, Anıtkabir'e 'Cumhuriyet elden gidiyor' diye yapılan çıkarmalar ve Cumhuriyet mitinglerine sağlanan katılım da Gürüz'ün dayatmaları sonucunda gerçekleşti. Hatta dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de devredeydi. Atadığı rektörlerden mitinglere katılmalarını istedi." diyor..

O dönem, bazı rektörlerinin de kendi aralarında, "Darbe geliyor, biz makamlarımızı koruyalım" şeklinde konuştuklarını aktaran Hatipoğlu, bunun tam bir statüko hastalığı olduğunu söylemiş.. Bir nevi, makamlarını kaybetmemek için darbeyi desteklediklerini anlatan Hatipoğlu, "'Darbe olsun biz makamlarımızı koruyalım' beklentisi ile hareket ettiler. Bir takım garantiler de aldılar. Sonuçta aynı zihniyet.. Maskeleri ise her zaman, kemalizm oldu. Bunun sâyesinde bir dönem dokunulmazlık elde ettiler." şeklinde konuşmuş..

Prof. Tâhir Hatiboğlu"nun bu itiraflarının bir cumûdiyyenin,  buzdağının su üzerinde görünen küçücük bir kısmı olduğunu da unutmamak gerekiyor..

*

*Bazı m.vekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılmalı mı?

Geçtiğimiz aylarda, BDP"li 10 m.vekilinin Hakkarî- Şırnak yöresinde bir gezi sırasında, tesadüfen gerçekleşmiş gibi bir mizansenle, bir grup silahlı PKK elemanı ile karşılaşıp, onlarla kucaklaşmaları ekranlara yansıdığında, tabiatiyle, büyük bir tartışma başlamıştı, "Bu nasıl olur? Devlete karşı silahlı mücadele verenlerle, m.vekilleri nasıl kucaklaşır?" diye..

Ve onların dokunulmazlıklarının kaldırılması gerektiği gündeme gelmişti..

Ancak, 1994 yılında, yine PKK kontrolünde olduğu bilinen HEP (veya DEP miydi?) m. vekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve Meclis"teki m.vekillerinin hemen apar-topar hapse atılmaları ile ortaya çıkan tablonun ülkeye neler getirdiğine 15-20 yıl gerilerden tekrar bakıldığında, bu konuya daha bir teenni ile, temkin ile yaklaşılmasının gerekliliği, kendini hissettiriyor..

Çünkü, sosyal gözlemciler o tutuklamaların o yaraya hiç bir olumlu katkısının olmadığını, "tazyik olunan şey genişler.." şeklindeki fizik kanununun, sosyal hadiselerde de benzer sonuçlar verdiğini gözetlemişlerdi..

Şimdi, aynı macera yine mi yaşanacaktı?

BDP Genel Başkanı S. Demirtaş, o kucaklaşmanın hoş bir görüntü vermediğini kabul etmekle beraber, fazla büyütülmemesi gerektiğini de belirtiyordu.

Başka odaklar ise, bu tablonun devlete bir meydana okuma mahiyetinde olduğunu ve karşılıksız bırakılmaması gerektiğini dile getiriyorlardı..

Başbakan Erdoğan da, konuya, kamuoyunun bir kısmını rahatlatacak şekilde yaklaşıyor, ama, daha sert ve ileri  adımlar atmaktan da dikkatle kaçındığı gözleniyordu.. 

10 m.vekilinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için, savcılığın hazırladığı fezleke geçtiğimiz günlerde Meclis Başkanlığı"na ulaşmış bulunuyor..

Ancak, Başbakan Yard. Bekir Bozdağ, bu kez, 1994"deki tablonun tekrarlanmıyacağına değiniyor ve "dokunulmazlıklar kaldırıldığında, m.vekillerinin tutuklanması gerekmiyecek ve onlar yargılamaları sürerken de, Meclis çalışmalarına katılacaklar ve BDP Grup oluşturmak hakkını yitirmeyecek.." diyordu..

Bu arada,, AK Parti"nin Diyarbekir m.vekili G. Ensarîoğlu, partisi, dokunulmazlıkların kaldırılması yönünde oy kullansa bile, kendisinin "Hayır!" oyu vereceğini belirtiyor ve bunun gerekçelerini izah ediyordu.. Ki, bu izahlar da üzerinde durulması gereken ciddî tehlikeleri yansıtıyordu..

Erdoğan da, bu durumda iki arada, bir derede kalmış gibi gözüküyor.. O da, partisinin bölge m.vekilleri ve il başkanlarıyla özel bir topmlantı yaptı, geçtiğimiz hafta..

Bu toplantıda da, konunun sertleşmeye ve sert kırılmalara vesile olmaması için, mülaşyemetle takib edilmesi şeklinde bir tavsiye kararı alındığı anlaşılıyor..

Herhalde, bu noktada, Başbakan"ın da, sert beyanlardan kaçınması da istenmiş olmalı..

Başbakan da, ülkenin tamamının sosyal dengesinin zarar görmemesi için, zaaf şeklinde anlaşılacak tavırlardan da kaçınmak ihtiyacını hissediyor olmalı..

Bu durumda, Başbakan"ın, zaman zaman, âdetâ PKK tarafdarı olan herkesi içine alacak şekilde, "Bunlar zerdüşttür.." gibi söylemlerden kaçınması gerektiği de ortada.. Kaldı ki, PKK içinde zerdüşt olanlar da bulunsa bile, bu, hele de katı laik bir rejimde kimi ilgilendirir? T.C. rejiminin aslî şefleri de, 80 yıl boyunca, milletimizin inançlarına aykırı ve düşman,  ateist kimseler durumunda değil miydi ve resmî ideoloji, hâlâ da o kişileri yüceltmiyor mu?

Bu bakımdan, Başbakan günü kurtarmaya çalışırken, sosyal bir hadiseye sadece güç gösterisiyle çare bulunamıyacağını bilen birisi olarak, bu gibi hassasiyetleri daha fazla gözetmek durumundadır.. O, elbette, ülkenin bir bölgesinin dertlerini gidereyim derken, başka bölgelerin sancılanmamasına da dikkat göstermek zorundadır, ama, temel mes"ele, bir etnik unsurun tabiî hakları üzerindeki bütün engellerin kaldırılması ve bir diğer etnik unsurun adına yapılmış isimlendirmeler ve düzenlemelerin herbirisinin de kaldırılmasıdır.

Bunun için de, anayasa temelden değiştirilmeli ve hiçbir etnik üstünlüğe veya ayırıma yer verilmeyen ve milletin inancının temel prensiplerini, ölçülerini esas alan yeni bir anayasa yapılmasının gerekliliği yolunda  kesin bir kararlılık sergilenmelidir.

*"Erdoğan"la görüşsek iyi olur.." sözü karşılığını bulmalı..

Avrupa Parlamentosu"nda düzenlenen Kürd Konferansı için 6 Aralık günü Brüksel"de bulunan BDP Gen. Başkanı Selahaddin Demirtaş, "Dokunulmazlıklar karşılıklı meydan okuma meselesine dönüşmemeli. "Güçleri yetmez" demiyorum ancak "Yapmamalılar"  diyorum. Arkadaşlarımızın dokunulmazlıkları kaldırılırsa, grubumuza saldırı olarak değerlendiririz. Bu da Türk- Kürd ilişkileri için dönüm noktası olur."  demiş ve Başbakan Erdoğan"a, "6 yıldır TBMM"deyiz doğru dürüst tek bir görüşmemiz yok. İnsanlar ölürken kimse görüşmemeyi kendisinde hak göremez, görüşmek iyi bir adım olur.." çağrısı yapmış..

Bu, en azından, gerilimi yumuşatmaya yarayacak bir tavırdır.. Onun Başbakan tarafından görülmesi ve makes bulması gerekir..

Mes"ele, sadece  zaaf  göstermemek veya güç gösterisinde bulunmak şeklinde ele alınırsa, bunun altından kalkılamıyacağı ortadadır.

Ancak, BDP içinden bazı çevreler yangına benzinle gitmek eğilimindeler.. Nitekim, daha çok da BDP Diyarbakır m.vekili Altan Tan Başbakan Erdoğan'ı eleştirerek, "Ya Ortadoğu'da birlikte bir yaşam kuracağız, ya da kıyamete kadar savaşacağız" ifadesini kullanıyordu, 6 Aralık günü medyaya yansıyan sözlerine göre..

Tan, TBMM'de düzenlediği basın toplantısında, iç ve dış siyasi gelişmelere değinirken, kürdler'in büyük çoğunluğunun birlikte yaşamaktan yana olduğunu belirtiyor ve "Ama korkarım ki çatışmaya, ayrışmaya dayalı bir Kürdistan oluşacaksa, bunu Sayın Başbakan ve İçişleri Bakanı yapacaktır" iddiasında bulunuyor ve Türkiye ve Ortadoğu'da şu an iki seçeneğin olduğunu ifade ederek, "Ya, Ortadoğu'da bütün mezhebler, dinler, etnik gruplar birlikte ve barış içinde bir Ortadoğu kuracağız, ya da kıyamete kadar savaşacağız." diyordu.

Aynı kışkırtıcı dille, hakaret boyutlarında sözlerle gerilimi yükseltmeye çalışan isimlerden birisinin de S. Süreyya Önder isimli m.vekili olduğu ve bu iki ismin, BDP içindeki ılımlılar olacağı bazı çevrelerce umulurken, şimdi onların, ötekileri de solladıkları görülmesi ilginç..

Halbuki, Başbakan Yardımcısı Bülend Arınç"ın 15 Aralık günü, "eskiden çok kızdığım ve hep beddua ettiğim BDP bir hanım m.vekili vardı ki, onun Diyarbekir Cezaevi"nde henüz 17 yaşındayken maruz kaldığı ağır zulümleri öğrenince onun yerinde ben de olsam, dağa çıkardım.."  şeklinde açıkladığı görüş, aslında, Başbakan Tayyîb Erdoğan tarafından da tekrarlanabilecek bir görüştür..

Kısaca belirtmek gerekirse, bu sosyal sancı, "devlet zaaf göstermemeli" şeklindeki devletçi görüşü benimseyenleri de tahrik etmeden,  ama, temelde devleti değil, insanı korumayı, ve yüceltmeyi prensip edinerek halledilebilecek bir büyük ve hassas konudur. Ve sadece, ülke içi değil, uluslararası oyunlarla birlikte de geliştiğinden, bu oyun masasında yığınla eller bulunduğundan, asıl meselenin kalblerin kazanılmasından geçeceği daha net olarak anlaşılmalıdır..

*

*"Dostluk eli uzatıyorum, ama içişlerimize karışılmasın!" denilir de..

Irak"la Türkiye arasındaki ilişkilerin, özellikle, Suriye Buhranı üzerinde, Türkiye ve İran rejimlerinin zıd siyasetler takib etmesi ve Irak"ın da önceleri ağır şekilde suçladığı Suriye Baas rejimini ve Esed Yönetimini, daha sonra, İran"ın etkisi ile desteklemesi ile iyice bozulduğu mâlum..

Irak rejiminin başbakanı Nurî El"Mâlikî, 6 Aralık günü medyaya yansıyan bir beyanatında, "Türkiye ile iyi ilişkiler istediğini ancak bunun şartının "Türkiye"nin Irak"ın içişlerine karışmaması" olduğu"nu  söylüyordu.. Erdoğan"a zeytin dalı uzattığını söyleyen Mâlikî, bu arada, "Bizim de Türkiye"nin içişlerine karışma şansımız var. Ama yapmıyoruz. Siz de yapmayın. Her şeye yeniden başlayabiliriz" demeyi de ihmal etmiyordu.

Gerçekte ise, bu söz bir itiraf  idi..

Çünkü, bilindiği üzere, Mâlikî, Irak C. Başkanı Yardımcısı olan ve terör eylemlerini tertiblediği iddiasıyla, hakkında gıyaben, üç kez idâm kararı verdirdiği Târıq el"Hâşimî"ye sığınma hakkı verdiği için Türkiye"ye kızıyor ve "Biz de Öcalan"ı Bağdad"da ağırlasaydım, ne hissederdiniz?" gibi şeklen ve zâhiren doğru olan bir soru soruyor, ama, Mâlikî"yle görüşen gazeteci, gazeteciliğini gösterememiş ve "Murat Karayılan"ları, kendi ülkenizde, Kandil dağlarında yıllardır barındıran kim?" diye soramamış..

*

*"Türk olmak için Kültikin Anıtlarını tavaf etmeli" (?!) imiş..

Şaka gibi, ama, traji-komik bir durum..

Herşeye rağmen, yine de bu kadarı iddia edilemez ve gerçek olduğu düşünülemezdi, herhalde..

T. Tarih Kurumu"nun eski Genel Başkanı ve halihazırda, MHP'li olan Yûsuf Halaçoğlu, 10.12.2012 tarihli medyada yer alan haberlere göre, Türk Ocakları Samsun Şubesi'nin düzenlediği 'Orta Doğu"daki Gelişmelerin Türkiye'ye Etkileri'  konulu konferansta, kendisinin Türk Tarih Kurumu Başkanı olduğu dönemin C.Başkanı Süleyman Demirel ve Başbakan Yard. Erdal İnönü ile ilgili bir hâtırâsını anlatırken, şöyle buyurmuş:

''Bizzat yaşadığım bir şeyi anlatıyorum. S. Demirel Cumhurbaşkanı, Erdal İnönü Başbakan Yardımcısı. Afganistan'a gittik. Afganistan'da Tonyukuk Kitabeleri'ni, yazıt taşlarını gördükten sonra dedik ki Kültigin Yazıtları"na, Orhun Âbideleri'ne gidelim.

Helikopterle 2 saat uçuştan sonra vardık.

Gerçekten, o topraklarda yürümek ayrı bir haz veriyordu insana.

Çünkü, düşünüyorsunuz ki, burada Bilge Kağan yürüdü, at oynattı.

Yürüdüğünüz zaman ap - ayrı bir zevk veriyordu.

Fakat daha da ilginç olan neydi biliyor musunuz?

Orhun Âbideleri'nin yanına vardığımızda başımda 20 dolara Moğolistan'dan aldığım tilki derisinden bir kalpak vardı. Bana, Demirel dedi ki, "Sen tam bir Moğol'a benziyorsun."

Ben de dedim ki, "Niye Türk'e benzemiyorum da Moğol'a benziyorum?"

Sonuçta, türk olmak için Orhun Âbideleri'nin etrafında 7 kere dolaştılar, Erdal İnönü de dahil olmak üzere..

Ve "türk" oldular orada, ondan sonra Türkiye'ye döndük.

Hakikaten biraz türklük etki etmişti, bulaşmıştı Orhun Âbideleri'nden.''

*

Müslümanların "hatim indirme"lerini taklid ederek,  M. Kemal"in "Nutuk"unu o şekilde okumaya kalkışan ve "Nutuk İndirme" âdetini geliştirmeye çalışan kemalistlerden sonra; karşımıza bir de, -herhalde iyi ve gerçek bir- "türk" sayılabilmek olmak için, Kültikin anıtlarını tavaf etmek âdeti geliştirilirse, hiç şaşılmamalı..

*

*Doğru söz, Baykal gibi birisince de söylense, değerini kaybetmez

Gedikli politikacılardan CHP"nin eski Gen. Başkanı Deniz Baykal 14 Aralık günü yaptığı bir konuşmada, "Türkiye'de her şeye rağmen birlik ve bütünlüğün sağlanmasında; ortak değerimiz olan Müslüman olmamızın büyük etkisi bulunmaktadır" diyerek dine düşman siyaset güdülmemesi gerektiğini söylemiş..

Baykal, Türkiye'nin Ortadoğu, Kafkas ve Balkanlar'daki güçlü konumuna işaret ederken "Ezan bu bölgedeki hâkimiyetimizin simgesidir" ifadesini de kullanmış.. T.C."nin kullandı.en önemli başarılarından birisinin laiklik olduğunu da iddia eden Baykal, "Dine düşman siyaset güdülmemelidir ama dinin emrettiği siyaseti de yapılmamalıdır. Çünkü dinle siyasetin kültürleri farklıdır. Dinde esas olan itaat, siyasette esas olan ise iknadır" derken ise, İslam hakkında temel bir bilgisinin olmadığını ortaya koyduğu anlaşılıyor. Çünkü, din, körü-körüne itaati değil, anlayarak, kabul ederek, inanmayı ve ondan sonra o inancın gereklerinin yerine getirilmesini istemektedir..

haksöz

Bu yazı toplam 1445 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar