Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Kılıcını Çeken Hışımlı Efendi, ‘Donkişotvarî’ Saldırılarda..

Derler ki, kılıç bir kez kanın tadını taddı mı, kırılmadıkça, yeni kanlara doğru yönelmekten vazgeçmez..

Güç sahibi olmak da böyle galiba..

Gücün de tadı bir kez tadıldı mı, kolayca terkedilemiyor ve daha yeni güç ve lezzetler peşinde olmak istiyor.

Bu görüşü, Anayasa Mahkemesi (AYM) Başkanı Hâşim Kılıç da güçlendirdi, 25 Nisan günü, AYM.’nin kuruluş yıldönümü dolayısiyle, C. Başkanı, Meclis Başkanı, Başbakan ve diğer yüksek makam sahibi zevat karşısında yaptığı konuşmadaki son raksıyla..

Hâşim Kılıç’ın, âdetâ, AYM olarak ‘Devlet biziz!’ dercesine sergilediği o tavrı, ‘kaba’nın da ötesindeydi. Ki, mülâyemetiyle bilinen Abdullah Gül bile, o konuşmadan dolayı çok üzüldüğünü belirtmek gereğini hissetmiştir.

C. Başkanı Ahmed Necdet Sezer’in Başbakan Ecevit’e 2001 yılında anayasa kitabçığını fırlatarak yaptığı tartışmanın sonunda ülkeye ne büyük sosyo-ekonomik darbeler indirildiğini unutmadıysa, Hâşim Kılıç da, kendi hareketine karşı, Tayyîb Erdoğan’ın sert bir tepki vermek sûretiyle, aynı neticeleri devşirmek de istemiş olamaz mı? demekten insan kendisini alamıyor. Bereket ki, onca asâbî bünyesine rağmen, Erdoğan, bu sözlere hiç bir ciddiyet payı vermek istemezcesine soğuk bir tavır takınmanın ötesinde bir tepki göstermemiştir ve de iyi yapmıştır.

Bu tablodan, Hâşimî Kılıç’ın utanması gerekir; eğer -hele de bu son konuşmasıyla, kendisini kimlerin alkışladığını görüp de- o utanma nasibini yitirmemişse..

*

Bazı insanlar vardır, şahsiyetleri, isimleriyle tam bir tezad teşkil ederler. Bazıları da ismiyle musemmâ olurlar. ‘Hâşim’in arabçadaki kelime mânâlarından birisi de, bir şeyi dişleri arasında parça parça eden demektir.

Hâşim Kılıç da ismiyle musemmâ oldu ve bir çok şeyi parça parça etti.. Çekti kılıcını ve yeldeğirmenlerine karşı donkişotvarî saldırıya geçti. Meclis’i de eleştirdi, Hükûmet’i de ve hattâ, AYM dışındaki yargı kurumlarını ağır şekilde eleştirdi. Halbuki, hâkimler tartışmalara giremezler, görüşlerini kararlarıyla açıklarlar ve o kararların da kanunlara uygun olup olmadığı, (AYM dışındakiler) bir üst yargı kurumu tarafından kontrol edilir ve belli bir konuda görüş açıklarlarsa, ileride o konularda önlerine gelen bir dosyaya bakmaktan mahrum edilirler. Çünkü, o konuda ‘ihsas-ı rey’de bulunmuş, görüşlerini açıklamışlardır; o zaman o konuda  tarafsız yargıç olarak hareket edemezler. Buna rağmen, hakkında görüşlerini açıkladıkları bir konuda, önlerine bir gelir de, kendiliklerinden çekilip, ona bakmaya kalkışırlarsa, o zaman da bu durum, ‘redd-i hâkim (yargıcın reddedilmesi)’ şartlarına uygun bir durum ortaya çıkarır.

Yoksa, bu satırlar, H. Kılıç’ın hoşa gitmeyen bir tavır sergilemesinden dolayı değil, sadece haddini aşmasından, haddini bilmemesinden ve kanûnen konuşamaması gereken konularda politik tartışmalara girmesinden dolayı yazılıyor.

*

Hatırlanacağı üzere, 2010 yılında yapılan kısmî anayasa değişikliğinin referandumla kabul edilmesiyle birlikte Anayasa Mahkemesi’ne yeni vazife ve yetkiler verilmişti.

Ancak, üç yıla aşkın bir süredir bekledikten sonra, işbu Anayasa Mahkemesi’ne bir son aylarda bir haller oldu.

*

Anayasa düzenlemesiyle AYM’ye yeni yetkiler verilince, bir haller oldu..

Bazı uygulamaları yeni yeni hatırladı, bu kurum ve onun başındaki Hâşim Kılıç..

Bu kurum, son zamanlarda kendisine yapılan başvurulara ilginç karşılıklar verdi.

Hele de, iç hukuk yolları tükendikten sonra, haklarını elde edemediklerine inanan kişilerin de Anayasa Mahkemesi’ne -eskiden olmayan bir şekilde- şahsî başvurma yolu açılınca..

Anayasa Mahkemesi, kendi üzerinde bir itiraz mercii bulunmamasının da sevkıyle bu durumu da yanlış anladı ve kendisinin kararlarının kesin ve kendisinde yeni bir takım güçler vehmetti ve bazı mahkemelerde karşılaşılan gecikmelerden dolayı kişilerin özgürlüklerinin kısıtlanması süresinin uzayabileceği gerekçesiyle, bazı sanıkların tahliye edilmesi gerektiğine dair görüşleri bazı mahkemelere gönderince, o mahkemeler de bazı kişileri tahliye ediverdi.

Bunların başında da Genelkurmay eski Başkanlarından em. Org. İlker Başbuğ geliyordu.

İlker Başbuğ, 26 aylık bir tutukluluktan ve başlangıç mahkemesince müebbed hapis cezasına çarptırılmasına rağmen, tahliyesini tavsiye etti ve mahkeme de bu tavsiyeye uyarak Başbuğ’u tahliye etti. Başbuğ da, çıkar çıkmaz beyanatı patlattı ve ‘Bugün T.C. sisteminde ayakta kalan tek bir kurum kalmıştır, o da Anayasa Mahkemesi’dir..’ dedi..

Bir em. Gen. Kur. Başkanı’ndan böylesine bir ‘takdir’ (!?) sözünü duyan AYM’ye bu sözler  âdetâ bir doping etkisi yaptı ve henüz (kanunî şart olan) iç-hukuk yollarını tüketmemiş olan başka kişiler de şahsî başvurularda bulundular AYM’ye ve o da benzer tahliye tavsiyelerini gönderdi ilgili mahkemelere ve o mahkemeler de bu tavsiyeleri gözönünde bulundurarak, haklarında başlangıç mahkemelerinde ağır hapis cezaları verilmiş olan nice sanıkları tahliye kararları verdi.

*

Yoksa, birileri kulağına bir masal mı söyledi, H. Kılıç’ın?

Anayasa Mahkemesi kendi vazifelerini mi yeni hatırlamaya başlamıştı; yoksa, kararlarının itirazsız ve kesin olmasını fırsat bilerek, gücünü kontrolsüz ve sınırsız kullanmak gibi bir çarpık anlayışa mı yenik düşmüştü? Dahası, yargıda varlığını hissettiren ‘paralel yapılanma’  AYM’ye de mi sıçramıştı?

Paralel yapılanma’ iddiasıyla yapılan tayin ve yer değiştirmelerden Anayasa Mahkemesi’ne ne? Haksızlığa uğrayan varsa, gider yargı kurumlarına.. Ama, sen AYM olarak, nihaî tahlilde, bu müracaatlar konusunda şimdiden görüş belirtirken, ihsas-ı rey’de bulunmuş olmuyor musun?

*

Yoksa.. Önümüzdeki 10 Ağustos günü yapılacak olan ve -ilk kez halk tarafından seçilecek olan- Cumhurbaşkanlığı konusunda birileri, A. Necdet Sezer’in AYM Başkanlığı’ndan C. Başkanlığı’na getirilişini hatırlatarak, Hâşim Kılıç’ın kulağına karpuz kabuğu fikrini mi düşürmüşlerdi?

Yoksa, bütün bunların herbirisi bir şekilde yanyana gelip bir takım duyguları tahrik mi etmişti?

Ama, bunların herbirisi de ayrı ayrı etken olmuş olabilir, ama, en tehlikelisi, ‘paralel yapılanma’nın bu kurum içine de sızmış olması, bir de ‘yargıçlar diktatöryası’ eğiliminin bu kurumlardakilere de sirayet etmiş olmasıdır. Diğer ihtimaller gelip geçici heveslerden kaynaklanmış olabilir.

Paralel yapılanma, çokça işlendiği için, neredeyse, ‘Sıktı artık..’ dedirttirecek boyutlara varan bir havanın oluşmasını da beraberinde getirebilir. Ama, bu unutulmamalı ki, bu, ihtimal son derece tehlikelidir.

Nitekim, 25 Nisan günü, İçişleri Bakanı Efkan Âlâ, bu tehlikenin boyutlarından sözederken, ‘Biz devlet olarak bir vali tayin etmişiz; düşünebiliyor musunuz, o vali, gidiyor, paralel yapı içinde etkili olduğunu düşündüğü bir memurdan emir ve görüş alıyor. Böyle bir devlet idaresi olabilir mi?’ diyordu, özetle..

Unutmayalım ki, Diyarbekir eski Belediye. Başkanı O. Baydemir de, 2-3 yıl öncelerde, bir başka paralel yapılanma olarak nitelenen KCK ile ilgili olarak bir konuya değiniyor ve kendisinin belediyeye işçi olarak aldığı kişinin kendisini KCK adına sorguya çektiğini gözleri dolarak anlatıyordu.

‘Paralel yapılanma’lar, işte bu yüzden son derece tehlikelidir.

*

Ama, bundan ayrı olarak, bir gücün, yargı gücünün kontrol edilemezlik güveni içinde, devlet içinde -geçmişte TSK’nın yaptığı gibi- en etkin ve dominant/ baskın güç olmak eğiliminin gelişmiş olması da küçümsenmemelidir. Nitekim, bu son gelişmelerden önce de, bu konuda, 2013 yılının son demlerinde, 30 Aralık günü bu sütunda kaleme alınan bir yazıda, ‘hâkimler diktatoryası’ndan, ‘jüristokrasi’den söz edilmiş ve onun tehlikelerine değinilmiş ve şu görüşler dile getirilmişti: 

*

‘Yargıçlar diktaroryası’na, jüristokrasi’ye, hayır!’

‘Meclis, kanun yapar, bu kanunun hukukun, anayasa’nın temel ilkelerine bir aykırılığının olup olmadığını Anayasa Mahkemesi kontrol eder.

Hükûmet, (İcra- Yürütme) uygulamalarının yanlışlığı iddiaları karşısında o kararname ve uygulamaları da Danıştay (eski adıyla- Şûrâ’y-ı Devlet) kontrol eder.

Pekiy, bir diğer temel güç olan Yargı’nın bir hata yapması halinde, onu kim kontrol edecek? Herkes, hata yapar da, Yargı mensubları yapamaz mı?

İşte bu noktada, Yargı’nın yargılamaktan doğan yanlışlarını yargı gücü dışında bir kontrol mekanizması bulunmamakta..

Buna karşılık, bazıları, ‘Meclis ve Hükûmet de bir kanun çıkararak Yargı’nın yetkilerini kısabilirler..’ diyebilir, sûret-i hakk’dan gözükerek.. Ama, bilinmektedir ki, hemen bütün dünyada da Anayasa’ları değiştirmek, kanunları değiştirmek gibi kolay olamamaktadır.

Ayrıca devletin başı durumunda olması hasebiyle, bu üç aslî güç odağının da başında olduğu düşünülen ve onlar arasında bir uyuşmazlık çıkacak olursa, o uyuşmazlığı bertaraf etmek gibi bir vazifesi de bulunan Cumhurbaşkanı, başta Meclis’in her çalışma yılının ilk günü açılış konuşması yapıp, Meclis’i yönlendirme çabaları sergilemekte; Hükûmet’in, Bakanlar Kurulu’nun toplantılarına istediği zaman gelip başkanlık yapma yetkisi de -kanûnen- bulunmaktadır.

Ama, bu iki güc’ün dışında, Yargı’ya gelince, C. Başkanı’nın bu gücün çalışmalarına katılmak veya bir takım yönlendirme çabalarına katılması imkânı tanınmamıştır.

Bir güç düşünülsün ki, onu kendi dışında kimse kontrol edemiyor, o zaman bunun sağlıklı olduğu nasıl kabul edilebilir?’

Kezâ, Meclis’in kanunları ve Hükûmet’in kararnameleri de C. Başkanı’nın imzasından geçmekte iken, Yargı’nın kararların için böyle bir usûl ve yol bulunmamaktadır. (...)

Eğer bu kontrolsüzlük sağlıklı ise, Meclis’in ve Hükûmet’in de tıpkı Yargı gücü gibi kendi içinden kontrol edilmesini istemek gibi bir mantık da geliştirilebilir. (...) Ama, TC.’deki Yargı’nın, 1923’lerden beri nasıl resmî ideoloji’ye göre kodlandığı, 1950’ye kadar İlk ve İkinci Şef’lerin (M. Kemal ve İsmet Paşa’ların) desturuna göre çalıştığı,  27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylûl 1980 ve 28 Şubat 1997 tarihlerindeki askerî darbelerle de, yargının, askerî cunta’lar, darbeci subaylar tarafından Genelkurmay’da verilen brifinglerle ve diğer süngü ucu dayatmalarla nasıl yönlendirildiği bilinmiyor değil..

*

(...) Derin Devlet yapılanması içindeki bürokratik oligarşi ve askerî vesayet’ sisteminin, saltanatını sürdürmek için, ülkenin kaderinde dolaylı yollardan ne kanlı oyunlar tezgahladığı ve hattâ, bu saltanatın korunması için, PKK ile mücadelenin yıllarca kontrollü şekilde sürdürüldüğü biliniyordu. Bu kanlı tezgahlara karşı verilen mücadelelerin bundan sonra, Yargı’ya karşı da verilmesini gerektiriyor, gelişmeler. Ama, bu kez, konu, ‘Yüce Yargı’ya müdahale ediliyor..’  gibi bir laf kalabalığına getirilme tehlikesini de bünyesinde taşıdığından, daha bir çetin.. Ama, bu mücadele kesinlikle verilmeli.. Aksi halde, bu güç odağı, ‘Türk Milleti adına...’ gibi hangi yönünüyle bakılsa kocaman bir yalan olan bir söz üzerine daha ne yalanlarla hükümler sâdır eylemekten el çekmiyecektir.(...)’  Nitekim, Zaman yazarı  M. Türköne de, mevcud krizin, ‘Hükümet'in arkasındaki millî iradenin değil, karşısındaki millî iradenin, yani yargının tasarrufunun eseri…' olduğunu söylüyor, bu durumda, 'Başbakan'ın kafasında olduğunu düşündüğü bir erken seçim planının  çözümü değil kaosu artıracağını’  bir tehdid havasında hatırlatıyordu..

Bu durumda, sorulması gereken soru herhalde şudur:  Yargı ve mensubları hatadan münezzeh mi ve yargıyı kim yargılayacak?

Yoksa, dokunulamaz bir Juristokrasi/ Yargıçlar Yönetimi ve diktatöryası’ mı sözkonusudur?’  

*

Evet, bu görüşler bu gün AYM için de daha bir tekrar edilebilecek durumda..

*

Hâşim Kılıç, bu polemiği sanki, ‘paralel yapı’ adına yapıyor gibiydi..

AYM Başkanı Hâşim Kılıç, eleştirilere açık olduğunu söylüyor, ama, itibarsızlaştırma maksadı olmaması şartını getiriyor, o eleştirilere.. Yani, kendisinin itibarsızlaştırılmaması önemli, elbette..

Ama, kendisi, başkalarını itibarsızlaştırmak için ağzına geleni söyleyecek, ne dediğinin farkında bile değil gibi bir görüntü veriyor.. Ki, H. Kılıç, ’Bizler, âdil olmayı kutsal bir görev kabul eden bir medeniyetin mensubları olarak, gücün ve şartların etkisiyle gömlek değiştiren bir karakterin sahibi olamayız..’ diye bir cümle kurarken, Başbakan Erdoğan’la polemiğe girmeye bile kalkışıyordu.

Hele, Kılıç’ın, Hükûmet’in, kamu görevlileri arasındaki yerdeğiştirme ve tâyinlerine bile karışmaya kalkışması, ‘mese’eleler yer değiştirmelerle, tayinlerle çözülemez.’ diye, bir vesayet kurumunun başkanı imişçesine Hükûmet’e akıl ve ayar vermeye bile kalkışmasını nerelere koymalı?.

Onun bu sözlerini, Kılıçdaroğlu alkışlıyor.. Kılıçdaroğlu bu sözleri kendisi söyleseydi, nasıl bir cevab alacağını biliyor elbette.. Ama, CHP’nin sözcüsü gibi konuşmak, Hâşim Kılıç açısından gerçekten de utanılması gereken bir durumdur.

AYM Başkanı’nın, Hükûmet’e yön belirlemek, balans ayarı vermek gibi bir yetkisi mi vardır? Bu ne hadbilmezliktir, böyle?

*

Bu tartışmalar, gerçekte,  twitter konusuyla bu noktaya geldi..

Hatırlayalım.. Twitter ve youtube gibi Amerikan şirketleri, hiç bir kanunî kontrolü kabul etmeksizin ve T.C. mahkemelerinin kararlarına itibar etmeksizin, bir takım dedikoduları ve yalanları da içeren yayınlarını sürdürünce, Hükûmet bu yayınları durdurma kararı almıştı.

Halbuki, bu şirketler, ekonomik ve diplomatik açıdan güçlü kabul ettiği ülkelerin mahkeme kararlarını ve hattâ siyasî talebelerini bile kaale alıyordu.. (Ki, Rusya lideri V. Putin, 26 Nisan günü, sadece bu gibi sözde iletişim birimlerini değil, bütünüyle internet’in de bir CIA projesi olduğunu söylüyordu ve bunun reddi herhalde kolayca mümkün olmayacaktır.)

O günlerde, birkaç kişi, başka mahkeme kararları olmaksızın, ve iç hukuk yollarına tüketmek ne kelime, hiç bir iç-hukuk yoluna başvurmaksızın, doğrudan doğruya AYM’ye başvuruyorlar ve AYM de iki gün içinde,  twitter  ve youtube konusundaki yasakları derhal kaldırıyordu.

Halbuki, AYM’nin böyle bir müracaatı kabul etmesi bile kanunsuzluktu, ama, işaret edildiği üzere, AYM’nin kararlarına bir üst itiraz mercii olmadığından, AYM, bu konumunu kötüye kullanmıştı.

*

Evet, AYM, twitter konusunda emperyalist hukukuna göre hareket etti!.

Bunun üzerine de Tayyîb Erdoğan, 4 Nisan günü Azerbaycan’a giderken yaptığı açıklamada, ‘mahkeme kararını tabiatiyle uygulayacaklarını, ama, bu karara saygı duymadığını ve  bu kararı millî de bulmadığını; uluslararası bir takım ticarî şirketlerin sınır tanımaz tavırlarına prim vermek olduğunu’ söylüyordu..

Hâşim Kılıç ise, meydana gelecek önlemez zararların büyüklüğünü gerekçe göstererek o kararı aldıklarını bildiriyor ve bunu yaparken, 'Anayasa Mahkemesi’nin siyasi amaçlarla hareket olduğunu söylemek ya da milli olmamakla suçlamak sığ eleştirilerdir..’ diyerek, gerçekte tam da Amerikan şirketlerinin sözcüsü veya avukatı gibi konuşuyordu. H. Kılıç, 25 Nisan konuşmasında, ayrıca, kanunda açıkça belirtilmiş olmasına rağmen, ‘iç hukuk yollarının tüketilmiş şartının mutlaka gerekli olmadığını’ iddia edebiliyor, kendisini Meclis’in üzerinde görüyordu. Ne de olsa, kararlarına karşı bir itiraz mercii yoktu ve kararları kesindi..

AYM Başkanı H. Kılıç, Erdoğan’ın o ağır suçlayıcı sözleri karşısında çok eziklik duymuş olmalı ki, günlerce sustu-sustu ve sonunda, 25 Nisan günü, hem de kendilerinin evsahibi oldukları bir tören sırasında, tv. ekranlarından, milletin gözü önünde, kılıcını çekip yeldeğirmenlerine karşı saldırıya geçen donkişot gibi bir tablo sergiledi, esti-gürledi.Ve ayıbın da ötesinde, terbiye açısından da problemli, tam bir hadbilmezlik ve yetki şımarıklığı sergiledi..

Dahası, Kılıç bu konuşmasında, ‘Son dönemde yargı, ‘paralel devlet’ ya da ‘çete’ gibi çok vahim suçlamayla karşı karşıyadır. Bu suçlamalar üzerinde yapışık kaldığı sürece yargının ayakta kalması mümkün değil...’ diyerek, âdetâ, sadece yargıdaki meslekdaşlarını değil kendisini de temize çıkarmak ister gibiydi; sanki Pennsylvania Şeyhi’nin sözcüsü imişcesine..

H. Kılıç’ın ikide bir sözünü ettiği, dayandığı ‘hukukun üstünlüğü’ gibi lafların temelinin ne olduğunu, o hukukun , nasıl bir dayatma ve zorbalık hukuku olduğunu ve milletimize 90 yıldır, kemalist-laik rejim tarafından hangi zulüm ve zorbalıklarla dayatıldığını, Hâşim Kılıç bilmiyorsa veya Vural Savaş isimli eski bir Yargıtay Başsavcısı olan kemalist- militan laik kişinin 8-10 yıl öncelerde kendisi ve refikası hakkında ne gibi çirkin suçlamalarda bulunuşunu ve o saldırılara tek kelime bile edememişken, yine de nice müslümanların bu yüzden kendisine hüsn-ü zannda bulunduğunu bile unuttuysa; cübbesinden soyunup gelsin, o zorbalıkların hukuk normları olarak kabul edilemiyeceğini ona sıradan bir müslüman bile bir güzel anlatabilir.

*

Hâşim Kılıç, bu arada ‘yargının tuzak kurulacak bir yer olmadığı’ iddiasını bile söyleyebiliyordu, yargı mekanizmasından bu milletin 90 yıldır nelere çektiğinden habersizmişcesine.. Daha 13-14 yıl öncelerdeki bir Yargıtay Başkanı’nın, ‘yargı vicdanla cüzdan arasında sıkışıp kalmıştır..’ dediğini de hatırlamıyordu.  Kezâ, Kılıç şimdilerde, sionist İsrail C. Başkanı Şimon Perez’e övgüler düzen eski Yargıtay Başkanlarından Sami Selçuk’un, 10 yıl öncelerde, ‘Bu anayasa 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi sonrasında, süngü ucu zorlamasıyla kabul ettirilmiştir, bu yüzden, keenlemyekûn (toptan, bütünüyle yok) sayılmalıdır..’ dediğini de hatırlamıyordu ki, yargının tuzak kurma yeri olmadığından dem vurabiliyor. Kılıç’ın tuzak yeri değildir diye savunduğu yargı henüz de o anayasanın temelleri üzerindedir. Kaldı ki, o dayandığı anayasa, nice maddeleriyle, hâlâ da millete karşı tuzaklarla dolu iken..

Hâşim Kılıç’a söylenecek söz belli.. Anlayabilirse ve cesareti varsa.. ‘Çıkar cübbeni, gel  siyaset meydanına, al boyunun ölçüsünü..’ 

haksöz

Bu yazı toplam 1233 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar