Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

"Kemalist-laik-türkçü ideoloji"nin bütünüyle çöktüğü anlaşılmalı..

*İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râcîûn..

Bir dostun, bir gönül adamının, Ahmed Şişman kardeşimin ebedî hayata intikal ettiği haberini alınca..

35-40 yıllık geçmişi olan bir dostluk gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçiverdi..

Onu hep, kalbinde din derdi taşıyan bir müslüman olarak bildim..

Ve, müslümanların onun çabalarından, hayırlı gördüğü her teşebbüsün bir kenarından tutmak azm ve heyecanından, zekâvet ve zarafetinden mahrum kalmış olmasının üzüntüsünü derinden duydum..

Onun ruhu için dualar edip, geride kalan aile efradına başsağlığı ve dostlarına sabırlar dilerken; Tayyîb Erdoğan ve Abdullah Gül beylerin, camiamızın sessiz ve derinden çalışan bu gönül adamını, eski arkadaşları olarak son yolculuğunda yalnız bırakmayıp, cenaze namazına katılmalarını, unutulmakta olan kadirşinaslık açısından güzel bir örnek olarak gördüğümü de belirtmeliyim..

***

"Kemalist-laik-türkçü resmî ideoloji"nin baştan yanlışlığı ve bütünüyle çöktüğü anlaşılmalı artık..

"PKK"nın siyasîleşmesinden çok, siyasetin PKK"laşmasından endişe etmeli.." başlıklı önceki yazıyı yazdığımda, henüz 13 askerin öldürülmesiyle sonuçlanan son facia meydana gelmemişti..

*

Bir defa şu tesbiti tekrarlayalım..

Müslümanların yaşadığı coğrafyaların pek çok köşesinde  hele de son yüzyıl boyunca, oluk gibi insan kanı akarken ve hâlen de Irak, Afganistan, Filistin, Pakistan, Libya, Yemen, Suriye, Somali başta olmak üzere, birçok yerlerde emperyalistlerin şeytanlıkları ve bizim de kendi içimizdeki  anlayış ve metod farklılıkları yüzünden en acımasız savaşlar hergün onlarca canı alırken, bunları âdetâ uzak bir geçmişe veya uzak mekanlara aid bir masal dinlercesine bir vurdumduymazlık sergiliyoruz; ama, ülkemizde 15-20 askerin bir anda hayattan çekilmesi karşısında derin bir sosyal travma yaşıyor ve beyinlerimiz marşlara ayarlanmış ayakların emrine girmeye hazır hale geliveriyoruz!..

Sadece kendi ülkemizi ya da kendi insanlarımızı mı seviyoruz, yoksa kendi huzurumuzun bozulacağından duyduğumuz korku mudur, bu sosyal travmanın kaynağı?

Değinilmesi gereken bir diger nokta da şu: Gerilla veya çeteler ile nizamî- düzenli birliklerin savaşında kazanan taraf,  genelde, gerilla / çete savaşı yapanlar olmuştur.. Çünkü, onlar bir-iki kişidir, karşı taraf ise, bir askerî birimde olması gereken bütün unsurları taşır bünyesinde.. Ve kalabalıktırlar.. Onlar kendi aralarında koordinasyon sağlayıncaya kadar, çete savaşı verenler Üsküdar"ı çoktaan geçerler..

Veya değişik bir örnek..

Birkaç milyonluk kocamaaan bir şehirde,  çete savaşı vermeye karar vermiş, niçin savaştığının, niçin ölmesi veya öldürmesi gerektiğinin farkında olan 8-10 kişiyle,  o şehrin düzenini alt-üst edebilirsiniz.. Şöyle ki: Bu kişileri o şehrin 8-10 ayrı bölgesine, ellerine yarımşar saat ara ile patlayacak şekilde bombalar verip gönderiniz.. O bombalar arka arkaya patlamaya başladı mı, her bir bombanın patladığı yerde  kamu düzenini korumak için, hadise mahalline gönderilen güvenlik güçlerini darmadağın edip çaresiz duruma getirmek işten bile değildir.. 

Böyle zamanlarda bilen-bilmeyen herkes konuşmaya başlar da, hele de emekli generallerin veya yüksek rütbeli diğer askerlerin bülbül kesilmeleri tahammül edilecek cinsten değil..  Ki, onların pek çoğunun, muvazzaf oldukları dönemlerde yapamadıklarını şimdi hayal etmeye başladıklarını bilenler bilir..

Nitekim, son faciada da, rütbesi en yüksek olan askerler uzatmalı onbaşı veya çavuş  rütbesindeki kimseler.. Onların yüksek komutanları ise, emekli olduktan sonra bu gibi durumlarda irad edecekleri nutukları hazırlamakla meşguller gibi..

Oğlunu kaybeden bir asker babasının 'Suçlu kumandanlardır, askerleri salıyorlar araziye,  kendileri yok..'  mânasındaki serzenişleri, hiç de boş sayılmamalı..

PKK telsizinden, 'Yahu bu askerler yorgun, vurun.. Niye vurmuyorsunuz?' anonsu duyuluyor, hemen alarm veriliyor birliklere, ama, bu birlik yine de pusuya düşürülebiliyor.. Ve, saldırıya uğrayan bu birliğin olduğu mekana ise, helikopterler ancak iki saat sonra ulaşılabiliyor.

Burada hiç mi bir ihmal yok?

Genelkurmay'ın, kamuoyuna, kendisine verilen raporlara göre yaptığı izah ise, sadece  masabaşında hazırlanmışlığın kokusunu değil, sorumluluğu üstlenmemek için atılan taklaları da yansıtıyor..

*

Ve aynı gün, başkanlığını Ahmet Türk'ün yaptığı Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ise, Diyarbekir'de 'demokratik özerklik ilan edildiği'ni bildiren bir bildiriyi kamuoyuna açıklıyor.. Aslında, Öcalan'ın barış türküleri söyler gibi yaptığı bir sırada bu bildirinin açıklanması, hukukî açıdan merkezî hükûmetin tanınmadığı mânasını da taşıyor.. Çünkü bu gibi ilanlar, ya bomboş bir iddia olup, rejimin veya toplumun çeşitli kesimlerinin tepkisini ölçmek için bir iskandil atma denemesi veya nabız yoklamasıdır; ya da, hukuk diliyle söylemek gerekirse, bir fiilî başkaldırı!.

Arkasından da, bu askerlerin öldürüldüğü haberi geliyor..

'Hangisi hangisini kamufle etmek içindi?' diye sormadan edemiyor insan..

Ve, o günün akşamı, İstanbul'da Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu'nda bir türkücü, kürdçe türküler de okuyunca,  'beyaz türkler'  vatanseverlik  aşkı ile galeyana geliyor, havada sandalyeler uçuyor..

Halbuki, o konsere gelenler başka dillerden okunan şarkılara itiraz etmemişlerdi.. Ama, kendi vatandaşlarından milyonlarcasının anadilinde, kürdçe türkü-şarkı okununca, insanlar bunu ülkenin birliğine dinamit koymak gibi görüyorlar.. Halbuki, ülkenin temeline dinamit koyan asıl anlayış körlüğü, kendi vatandaşlarının anadilinden korkan anlayıştır..

Kürdçe türkü okuyan o kıza, 'Ahh kızım, kendi halkının ruhuna, diline, temel değerlerine böylesine uzak ve kendisine kemalist-laik türkçü ideoloji'den yeni bir kutsal üretmiş olan sömürge kalıntısı zihniyetli bu zavallılara, hemen bir ingilizce şarkı okuyup da, bol bol alkış almayı niye akledemedin?' denilmeliydi.. 

Daha da ilginç olan şu ki, o protestocular, orada hemen İstiklal Marşı söylemişler..  Mehmed Âkif,  tamamiyle İslamî hedef ve muhtevada yazdığı o marşın böylesine bayağılıklara âlet edildiğini görseydi, bir daha ölürdü, herhalde..

*

Ve şehidlik..

Bir sosyal boğuşmaya vardırılması planlandığının kokusunu veren bu fitnelerin içinde bir diğer konu da, şehidlik kavramının gelişigüzel kullanılmasıdır..

Gencecik yaşta insanların, henüz, neyi-niçin yaptıklarını bile farkedemeden ve sırf öldürülmek korkusuyla ve öldürülmemek insiyakıyla karşısındakileri öldürmek zorunda kaldığı bir kördöğüşünde..

Laikliği, yani ideolojik açıdan materyalizmi, yani ölümden sonra bir hayatın olduğuna inanmamayı kendisine temel alan bir dünya görüşünü benimseyen bir sistemin hayatta kalması için tezgahlanan bir boğuşmada hayatını kaybedenleri hemen, İslam'ın en kutsal terimi ve manevî makamlarından birisi olan 'şehîd' sıfatıyla anmak, gerçekte halk kitlelerini ahmak yerine koymaktan başka bir mâna ifade etmez.. Çünkü, hem TC rejimi ve hem de PKK, laikliği esas almak noktasında aynı noktadadır..

Ve her iki taraf da kendi kayıplarını 'şehîd' diye anıyor..  Çünkü, her iki taraf da kendilerine dayanak yapmak istedikleri halk kitlelerinin motivasyonu için, 'şehid' teriminin İslamî gücünden istifade etmeye çalışıyor..

Üstelik, her iki taraf da, aynı ülkenin vatandaşları..

Bu kirli- irinli boğuşmada can verenlerin her iki tarafına da acınmalıdır ve acırım.. Çünkü bu gencecik insanlar savaşırken, hangi oyunun bir parçası olduklarının bile farkında değiller..

*

Asıl görülmesi gereken konu, İslam Milleti'nin Anadolu coğrafyasındaki bölümünü oluşturan müslüman halkımızı 100 yıla yakın zamandır kendisine dârağaçlarıyla, sarhoş nâralarıyla, korkularla, zulümlerle zorla başeğdiren 'kemalist-laik-türkçü resmî ideoloji'nin kesin-kes iflas etmiş olmasıdır..

Bu gerçek görülmedikçe, aynı halkın çocukları paranoid sendromlara sürüklenerek birbirinin boğazına daha çok sarılacak ve saldırtılacaktır..

Evet, biz bir halkız, özü itibariyle aynı temel değerlere inanmak mânasında bir milletiz, İslam Milleti'yiz..  Çünkü hepimiz temelde Hz. Âdem'le Havva'nın çocuklarıyız ve bütün kavimler sunnetullah'ın gereği bir gerçektir. Ve hiç kimse de rengini, ırkını, dilini, cinsiyetini, anne-babasını, dünyaya geldiği zaman ve mekanı kendisi belirlemedi..

Bizim inancımız, bütün insanları sadece müslüman ve gayrimuslim olarak ayırmaktadır ve bunun dışında, taqvâ ve fazilet üstünlüğünden gayri, kimsenin kimseye üstünlüğünü kabul etmemektedir. Ve Allah'ın, yarattıklarına doğuştan verdiği, kazandırdığı -kendi kimliğiyle anılmak, bilinmek, kendi hayatının kendi anadiliyle şekillendirmek başta olmak üzere- hiçbir hak ve özelliğini reddetmek hakkımız yoktur..

Ama, bize yüzyıla yakın zamandır tahakküm etmekte olan bu 'kemalist-laik-türkçü-resmî ideoloji',  iktidar ve tahakkümünü sürdürmek için bu müslüman halkı birbirine kırdırmaktan meded uman, halkımızın çocuklarının kanıyla beslenen bir sülük ve hattâ bir vampir durumundadır..

Evet, asıl görülmesi gereken durum budur..

Bu anlaşılmadıkça, daha büyük acılara, daha büyük boğuşmalar kaçınılmaz olur.

Çünkü, zulme payidârlık yoktur.. 

 

haksöz

Bu yazı toplam 1999 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar