Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Kafası karışıklığı, sadece Başbuğ"da mı; yoksa...

Kafası karışıklığı, sadece Başbuğ"da mı; yoksa, bütün kemalist- laiklerde mi?

Gen. Kur. Başkanı Org. Başbuğ, İstanbul"da, Harb Akademileri"nde düzenlenen bir toplantıda, 14 Nisan günü komutanlara hitaben son konuşmasında da ilginç mesajlar verdi..

İki yanına Gen. Kur. eski başkanlarından İ. H. Karadayı ve H. Kıvrıkoğlu"nu oturtarak, bu kişileri himayesi altına aldığını da ortaya koymuş oldu.

Halbuki, hele de Karadayı"ya aid olduğu ileri sürülen ve ona aid olmadığı ihtimali neredeyse sıfır olan bir ses bandındaki sözleri, entrika  yumaklarını yalanlamak yerine; bu bandlarla ilgili alarak hangi kanundışı yollarla elde edildiği konusunu gündeme getirmeye çalışan ve böylece, nasıl bir kanun tanımaz ve ihtilalci mantık içinde davrandığına dair, kamuoyunda yaygın bir kanaat oluşan öyle bir kişiden, en azından bu şüphelerden kanûnen temizleninceye kadar uzak durması gerekirdi, Başbuğ"un.. (Üstelik, bu birlikteliğin sergilendiği gün, Ergenekon Dâvası sanıklarından em. General Levend Ersöz"e aid olduğu ileri sürülen ve büyük ihtimalle de bu aidiyet iddiası doğru olan bir ses bandında, mezkur em. General, "Ben güneş yüzü görmezsem -yani içerden çıkamazsam- başkaları da hiç göremez ve her şeyi itiraf eder, gider yatarım.." diyebilmekteydi..)

Org. Başbuğ bu tavrıyla, sadece kamuoyu ve bazı siyasî odaklarını değil, hepsinden de öteye,  yargıyı, tarafsız olması ve kalması  gereken yargı"yı etkilemeye çalışıyor..

Ve bu tavrı Başbuğ hep sergiliyor.. Em. Org. Şener Eruygur ve Hurşit Tolon"u, tutuklu oldukları cezaevinde, verdiği emirle o yörenin Garnizon Komutanı"na ziyaret ettiren de Başbuğ değil miydi? Ve bu ziyaretlerin yargıya hiç etkisinin olmadığını kim iddia edebilir.. Çünkü daha sonraları, sözkonusu em. orgeneraller, bir kılıfına uydurulup,  GATA"ya sevkedilerek ve oradan,  "cezaevinde yatmalarının hayatî tehlike oluşturacağı"  gibi  "ilginç" raporlarla salıverildiler.. 

Ve bugün (17 Nisan günü) de, Ergenekon Dâvası Savcılığı"nca, evi aranan  Prof. Türkan Saylan"ı bir komutan aracılığıyla ziyaret ettirenin de Başbuğ olduğu, açıkça yazıldı medyada..

Bu, "mahallenin suçlusu, hırsızı, ahlâksızı, kanunçiğneyeni bize aid olursa, ona sahib çıkarız.." şeklindeki bir "Modern Cahiliyye"  tavrı değil midir? (Kaldı ki, Org. Başbuğ, bu yolla filanların suç işlemiyeceğine dair bir şahsî ve ındî tavrını ortaya koymakla; ziyaret etmediği sanıkların ise, kendisi açısından desteklenmediği ve dolayısiyle suç işlemiş olabileceklerine dair bir kanaati telkın etmiş oluyor.)

Bu tavır da, 28 Şubat zorbalık mantığına aykırı değildir.. Çünkü, o zaman da, yargıya verilen mesaj, adaletin,hukukun, kanunlarının ruhunun ne ve nasıl olması gerektiğini yargıya da en iyi şekilde öğretecek olanın Genel Kurmay olduğu, o günlerde yargı mensublarına verilen ünlü brifinglerle açıkça beyan olunmuştu ve bu tavır o günden bu yana değişmiş de değildir..

 

Başbuğ da, bu gibi konulara olan ilgisini bu yolla ortaya koymuş oluyor ve "silk-i askeriyeye mensub olanlar arası dayanışmanın zaafa uğratılmaması  ve de TSK"nın yıpratılmaması adına, şübheli kişileri himaye etmeyi, tıpkı selefleri gibi sürdüreceğinin ve böylece de başında bulunduğu kurumda çağdaş yeniçeriliğin, fiilen de hükümfermâ ve kemalist rejimde güçlü olan vatandaşların kanunlar karşısında daha bir "eşit" olduğunun mesajını birkez daha veriyordu..

Önce şu hususu bilhassa belirtmek gerekir ki, Başbuğ"un askerin ve askerliğin ne ve nasıl olduğuna dair, bilinen klişe sözleri Amerika"yı yeniden keşfetmek istercesine tekrarı, mâlum-u ilâm kabilinden bir abesle iştigaldi.. Çünkü, karşı tarafı aynı rahatlıkla tartışılamıyan bir sözün, mantıkî muhakeme açısından nasıl bir durumda olduğu ortadadır..

Buna rağmen, Başbuğ"un sözlerinde yine de, geçmişte TSK tarafından en üst sorumluluk seviyelerinde bulunanlarca dile getirilen görüşlerin tam tersi istikamette görüşler de vardı.. Ve bu durum, kendi ideolojisinin iktidarının korumak ve sürdürmek için, "her araç ve imkân"dan faydalanmayı mübah ve hattâ bir hak olarak gören kemalist, jakoben/ tepeden inmeci ve de pragmatist yöntemleri benimsemiş olan çizgiye aykırı bir durum teşkil etmiyordu..

 

Bunun, bir savaşı her ne pahasına olursa olsun kazanmak isteyen ve bu yolda kendisini frenleyebilecek hiç bir ahlâk ve adâlet ölçüsüyle kendisini bağlı hissetmeyen ve bu gibi kayguları savaşın mutlaka kazanılması hedefiyle te"vil etmeyi şiar edinen ve "savaşın kazanılması mutlaka gerekliliği sözkonusu olunca diğer her şey teferruattan ibarettir.." diye, darbeler dahil, her şeyi caiz gören materyalist- militarist hukukî görüşlerle zıdlaşan bir tarafı da yoktur..

*

Hayâlet taşlamayıp, zülf-i yâre dokunarak konuşmadıkça..

 

Bu aslî çerçeve içinde, geliniz, Başbuğ"un başında bulunduğu kurumun resmî söylemlerine, 1925"lerden beri militarist savaş mantığı içinde yabancı olan ve şimdi Başbuğ tarafından "manevra" alanına sürülen argümanlara bir bakalım:

Başbuğ önce, "hakimiyet kayıdsız-şartsız milletindir.."  şeklindeki resmî söylemin gerçekle hiçbir ilişkisinin olmadığını ortaya koyarcasına, sivil otorite, -yani mevcud sistem içinde milletin iradesini temsil ettiği kabul olunan Meclis ve onun içinde şekillenip ortaya çıkan Hükûmet- ile olan ilişkilerinin sınırlarını çizmeye yeniden çalışıyor ve, "Sivil - asker ilişkileri, içerisinde ayrı bir yer olan asker ve devlet başlığında askerliği 3 temel esasa dayandırır.

Uzun süreli eğitim öğretim ve tecrübe sonunda uzman olması ve teorisiyle pratiğin bir arada bulunmasıdır.

İcra edilen vazifenin toplumun yaşam ve güvenliği için gerekli ve hayatî önlemi haiz olduğudur. (...) Toplumların dönüşümünde modernleşmede asker daima öncü olmuştur. Silahlı Kuvvetler aynı zamanda teknoloji demektir. Sağlanan ilerlemeler çoğu zaman Silahlı Kuvvetler bünyesinde kendini gösterir. Bu gelişmelerin toplumsallaşması, gelişmekte olan ülkelerde Silahlı Kuvvetler"in öncülüğüyle olur."  diye hatırlatarak/ belirleyerek başlıyordu sözüne.. (Halbuki, o sivil cenahlar askerle olan ilişkilerini aynı rahatlıkla belirleyemezler ve hattâ askeriye"nin yetkileri konusunda bile genel çerveve belirleyecek kanunî düzenlemeleri askeriyenin "okey"ini almadan belirlemeye de kalkışamazlar..)

Yine de, Başbuğ"un konuşmasında, (sözün başında değindiğim üzere TSK içindeki ihtilalci/ darbeci yeltenişler içinde yer aldığı şaibesi taşıyan unsurlara kol-kanat germek mânasındaki tutumuna rağmen) "askerliğin toplumun güveni ve itimadı üzerine inşa edilmesi" gerektiğini belirtmesi ve "Silahlı Kuvvetler"in halkın vergisiyle oluştuğu da unutulmamalıdır." demek gereğini duyması ve aynı şekilde, 'Sivil- asker ilişkilerinin yürütülmesinde yetkili tek makam Genelkurmay Başkanı"dır." demek gereğini duyması da ilginçtir, Başbuğ"un.. Çünkü, başta em. generaller olmak üzere, nice emekli askerler, ekranlardan boygöstermekte ve TSK adınaymış gibi ateşli ve hattâ tahrikçi açıklamalar yapmakta birbirleriyle âdetâ yarışmakta ve Genelkurmay Başkanı, "TSK adına ancak ben açıklama yaparım" demesine rağmen, bu em. askerlere "Dur!" dememektedir.. Halbuki Başbuğ, "TSK"nın başkanının ve onun adına son sözü söyleyecek kişinin kendisi olduğunu" hatırlatan cümleyi kamuoyundan çok, başta em. Generaller olmak üzere, TSK adına görüşler imal eden çeşitli çevrelere  yapabilmelidir..

Başbuğ"un, komutanlara hitab ederken, Amerikan eski başkanlarından -başkan iken 1963"de öldürülen- Kennedy"nin ağzından " Siz profesyonel askerler, strateji, taktik ve lojistik konuları mutlaka bilmelisiniz. Ama bunun yanında ekonomi, siyaset, diplomasi ve tarihi de bilmelisiniz. Askerî güç ile ilgili her şeyi bilmelisiniz. Bunun yanında askerî gücün limitlerini de / sınırlarını da bilmelisiniz. Günümüzdeki problemlerin yalnız tek başına askerî güçle tam olarak ortadan kaldırılamayacağını da anlamalısınız.." görüşünü aktarması da, ilginç..

*

"Türk milleti", sadece 80 yıllık bir geçmişi olan bir  olgu idiyse..

Başbuğ, "Bugün Türkiye"de yaşadıklarımız etnik çatışma olarak tanımlanabilir mi?" dedikten sonra, bu sözlerini "bu kavramları oturtamadık.. Bazen de konunun saptırılması var. Neticede bir kavram karmaşası ile karşı karşıya kalıyoruz."  gibi itiraf veya tesbitlerle destekliyor ve görüşlerini, "Bunu önlemek için bugün etnik çatışma nedir, asimilasyon nedir, millet kavramı nedir, ulus devlet nedir, kültürel ülen kimlikler ne demektir, kültürel özgürlükler nedir, bunlara açıklık getirmeye çalışacağım" gerekçesine dayandırıyor.. Onun, "Aslında kültürel yaşamımızda farklılıktan ziyade ortak noktaların fazla olduğu yadsınamaz bir gerçek.. (") Ne Osmanlı ne de Cumhuriyet döneminde hiçbir kurumumuz etnik olarak yapılanmamıştır. Bunu söyleyenler keşke örnek gösterseler.. (") TSK"yı bir örnek olarak alalım ki TSK bu anlamda emsalsiz bir örnektir dünyada ikinci bir örneğini bulamazsınız." da demekte, çok iddialı bir şekilde..

Başbuğ"un birilerine zeytin dalı uzatmak şeklinde değerlendirilebilecek şu sözleri de tartışmalıdır.. "Her Türk vatandaşı, rütbesi ne olursa olsun, TSK"da anayasal görev hak olan askerlik hizmetini, altını çiziyorum, eşit şekilde yerine getirmektedir. Bölücü terör örgütüne karşı sürdürdüğümüz mücadelede şehitlik ve gazilik mertebesine ulaşmış kahramanlarımız arasında çok sayıda Kürd  ve Zaza kökenli vatan evladı var. Nereye koyacaksınız bunu? TSK"nın yapısına baktığımız zaman, Edirne"den Hakkari"ye kadar, vatanın her köşesinden gelen sivil memurları görebilirsiniz."

Başbuğ"un görüşlerini Montesqieu, Weber veya Huntington gibi dünyaca ünlü bir takım yabancılarla, ismi bile bilinmeyen yerli bir takım prof. titr"li isimlere dayandırarak aktarması da ilgi çekici.. Bu, onun entellektüel gözükme kaygusundan mıdır, yoksa bazı görüşlerin sertliğini gidermek için midir; belirlemesi zor..

Aynı şekilde, "Kürd kökenli vatandaşlarımıza asimilasyon politikası uygulanmamıştır." gibi iddialı bir cümle kuran Başbuğ"un hemen ardından da‚ "Şu soruyu sorabilirsiniz.. Peki, Cumhuriyet döneminde 38 yılına kadar olan isyanların nedenleri neydi? Bu da bence haklı bir sual.. Yerinde bir sual.."  demesi de, kafasında bir netlik olmadığını göstermektedir..

Başbuğ"un hele de,  kürd-türk gibi ulus-kavmiyet  konularına yaklaşımı ise, bir harika. (!?)

""Türkiye Cumhuriyeti"nin kuruluşu devrimdir. Bunun amacı ise, ulus-devletin yaratılmasıdır. Atatürk Türk milletini şu şekilde tanımlamaktadır:  "Türkiye Cumhuriyeti"ni kuran, Türkiye halkı.."

Türkiye Cumhuriyeti"ni kuran kim? Türkiye halkı.. Buradaki halk, yaşayan halkın bütününü içeriyor. Türkiye lafını çekin, oraya Türk koyun, bu etnik bir tanım olur." diyen işbu general,  bir cümlenin içinde bile, yığınla çelişkileri bir araya getirebilmektedir.. Zira, ulus-devlet"te tek bir etnik unsur"un, tek bir ulus"un devletleşmesi ve diger etnik unsurlara  hâkimiyeti sözkonusudur.. Nitekim, bu sözlerle neyi anlatmak istediği tam anlaşılamıyan  Başbuğ, aynı konuşmasının içinde, "Sonuç olarak TSK Atatürk"ün bize emanet ettiği ulus-devlet/ üniter devlet yapısı konusunda elbette taraftır, taraf olmaya da devam edecektir. Bundan da kimsenin şüphesi olmasın." da  diyebilmekte..

 

Başbuğ"un bu görüşlerinin fiilî gerçekle ne kadar bağlantısı vardır, o da ayrı mes"ele.. Çünkü, geçmiş yıllarda, yardım isteyen bir kürd kadınının talebini türkçe söyleyememesi üzerine, "önce türkçe öğren, o zaman yardım edelim.." diyen generaller gördüğümüz gibi, türkçe bilmeyen kürd vatandaşların karşısında, "onlara türkçeyi tam olarak öğretememişiz.."  diye hayıflanan ve hattâ, "asimilasyon, hiç de kötü bir şey değildir.. Keşke başarılı şekilde yapabilseydik.." diyen anlı-şanlı generaller de gördük, ekranlarda.. Aynı şekilde, daha geçen yıllarda Büyükanıt da dahil niceleri, "içinde türk kelimesi var.."  diye Türkiye kelimesini kullanamazsınız" diyordu..

Başbuğ ise, Obama"nın sözünü kendileri için de tekrarlıyor: "Biz aynı zamanlarda farklı kökenlerden, dinlerden gelen ancak ortak idealler etrafında birleşen milletiz" diyor.. Yani, "buzağının anasından zorla uzaklaştırılıp, illâ da domuzdan süt emmesi için zorlanması" gibi bir şey..

Daha da ilginç olan husus, Başbuğ"un medyada, "Türkiyeli açılımı" diye değerlendirilen sözlerinin üzerinden henüz üç gün geçmek üzereyken,  yanlış anlaşıldığını belirtip, ne demek istediği bir türlü anlaşılamıyan bir açıklama ile çelişkiyi derinleştirmesi daha bir ilginç..

Genelkurmay"dan 17 Nisan günü yapılan açıklamada, M. Kemal"in el yazısı bir notunun fotokopisine sığınılıyordu.. Türk Dil Kurumu"nun dayattığı bugünkü imlâ kurallarına hiç de uymayan o notta -aynen- şöyle deniliyordu:

"Millet Türkiye Cûmhûriyetini kuran Türkiye Halkina türk Milleti denir."

Bu cümleyi içeren el yazısının fotokopisi de verildikten sonra, Genelkurmay şu açıklamayı yapıyor ve Başbuğ"un sözlerini açıklamak adına yeni çelişkileri sergilenirken şöyle deniliyordu:

1. "Türk Milleti" tanımını yukarıda görüldüğü gibi, M. Kemal Atatürk kendi el yazısı ile yazmıştır. Bu tanım, Prof.Dr. Âfet İnan tarafından yazılan "Medeni Bilgiler ve M.Kemal Atatürk"ün El Yazıları" kitabının ilk sayfasında da yer almaktadır.
2. Tanımın ana amacı, "Türk Milleti" tanımının yapılması ve bu tanımın, kavramın etnik ve dinî temellere dayanmadığının açıkça ifade edilmesidir. Tanım içindeki "Türkiye Halkı" terimi de Atatürk tarafından bu nedenle kullanılmıştır.
3. Bu tanımdan "Türkiyelilik" gibi tanımlara ulaşılabileceğini düşünmek ve bu şekilde değerlendirmeler yapmak; hem Atatürk"ün "Türk Milleti" tanımını niçin yaptığını, hem de "ulus-devlet" kavramının ne anlama geldiğini anlayamamak ve konuyu saptırmak demektir. Ulus-devlet yapısı içinde, bu şekildeki düşüncelerin yeri olamaz."

Şimdi bir bu açıklamaya bakılsın, bir de, Başbuğ"un son konuşmasındaki "açılım" diye nitelenen sözlerine..

Ortaya çıkan kafa karışıklığı, sadece Başbuğ"un değil, bütün kemalistlerin de nasıl bir çelişkiler içinde olduğunu da göstermektedir.. Ve bu da önemsenmeyebilirdi, ama, unutulmasın ki, bir "kutsal metin" tartışması yapılır gibi, delil gösterilmek istenen ve henüz 80 yıl öncelere aid bu notların değerlendirilmesi, "resmî ideloji"nin de genel çerçevesini oluşturmak için kullanılıyor hâlâ.. Ve âdetâ, M. Kemal"den bir milim daha ileri geçilemiyecekmiş, tarih ve akıl orada ve onunla dondurulmuş gibi bir mâna çıkıyor karşımıza..

Bu tariflere göre, resmî ideolojinin "türk milleti" terimi, "Türkiye Cûmhûriyetini kuran türk Halki"ndan ibaret ise,  binlerce yıldır var olduğu söylenen bir "türk milleti" iddiası buharlaşmaktadır.. Ve, bu tarife göre, TC"nin kuruluşunda yer almıyan türkçe konuşan halklar da, "türk milleti"den sayılmamaktadırlar..

Ve bu durumda, gerçek mânada değil de, isim değiştirmiş ve cumhuriyet adını almış bir saltanat olan yeni rejimin kuruluşuna, türküyle, kürdüyle, laz, çerkez, arab, arnavud, gürcü vs. bütün müslüman unsurlarıyla, büyük halk kesimleri karşı çıktıklarına ve o mânada bir laik cumhuriyet diktatörlüğünü kurmadıklarına göre, "türk milleti" denilenler bir avuççuk laik /kemalistlerden ibaret olmaya..

 

Ey türkçüler, pabucunuzun dama atıldığının farkına varmıyor musunuz? Ve, "türk"ün ne olduğunu açıklamak yetkisinin sadece M. Kemal"e aid olduğu ve onun sözlerinin de sadece TSK tarafından "tefsir" edilebileceğini gösteren bu açıklamalar karşısında, son yıllarca acaib şairâne "türk" tanımlarına kalkışan İ. Ö. gibiler ya da, Kıbrıs , Batı Trakya, Kerkük, İran,  Kafkasya ve Orta Asya"daki türkçe konuşan bütün halkları "türk milleti" sayıp, hayallere yatan türkçüler şimdi ne yapacaklardır, sahi? Çünkü, onlar M. Kemal"in tarif ettiği "Türkiye Cûmhûriyetini kuran türk Halki" çerçevesinin içinde değiller ki, "türk milleti" sayılsınlar?

Aman, General Başbuğ.. Görüyor musunuz, birilerinin uzun uzun tartışacağı ne çetin sözler ettiniz, yine.. Bu çelişki yumağında ipin ucunu yakalayabilene aşkolsun.."

*


TSK varken, nasıl olur da, başkaları siyasî aktörlüğe soyunabilir?

Bu arada, Başbuğ, din konusunda da yeni açılımlar sergilemeye kalkıştı, son konuşmasında.. Ama, bildik görüşlerin başka kelimelerle tekrarından ibaretti bunlar.. Şöyle diyor özetle:

"Yeni kimlik arayışları, ekonomik beklentiler, sosyal devlet olgusunun zayıflaması toplumu yeni arayışlara itiyor. Bu nedenle de sosyal gruplaşmaların ve cemaatleşme yapılanmasının gittikçe artmasına neden oluyor.

Bugün bazı cemaatler öncelikle ekonomik bir güç olmaya daha sonra da sosyo-politik yaşamı biçimlendirmeye, dine bağlı birtek yaşam tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaya çalışmaktadırlar. İşte sorun da burada.

Sorun, dinin, dini duyguların kendileri için araç olarak kullanılması."

Ve sonra yine M. Kemal"e sığınıyor Başbuğ ve sopa göstermeye kalkışıyor:  "Bu yapılanlara karşı hukuk devleti kapsamında TSK"nın tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek ise büyük yanılgıdır."

Ve sonra yine kafa karışıklıkları başlıyor olmalı ki, sualler soruyor: "Türkiye Cumhuriyet demokratik laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Anayasa"mızın 24. maddesi laikliğin işlevselliğini açıkça ortaya koyuyor.

Dinî ayin, ibadet serbest bırakılmamış mı?

Bu konuda hürriyetin kısıtlandığını iddia etmek ne kadar doğru?

Anayasa"nın 24. maddesinde açıkça belirtilmesine rağmen, dinin kısmen şekillendirilmesini kabul edebilir misiniz?

Din eksenli bazı cemaatleri Anayasa"nın 24. maddesine göre nereye koyacaksınız?

Önemli olan istismarın önlenmesi değil mi? Dinin araçsal hale getirilmesi en büyük kötülük değil mi?

Modern toplumlarda kişi artık bir cemaatin üyesi olmayı değil, birey ve vatandaş olarak yer almıyor mu?

Toplumun inanan inanmayan, dindar dindar olmayan ayrımı yaparken, insanların iman ve dini inançlarını siz hangi hakla değerlendiriyorsunuz?

Allah"la kul arasındaki bir konuyu, siz nasıl ayrım yapabilirsiniz?

Bu aslında dinimize karşı en büyük saldırıdır. Böyle yaparak gruplaşmalar, cemaatleşmelerle, bölünmelerle nereye gideceğiz?"

*

"Bunlardan sana ne General? Sen de mi "toplum mühendisi"sin?

Hayata bakış açısını ve her şeyi M. Kemal"in sözlerinden ve yaptıklarından bir milim ileriye götürerek değerlendirme özgürlüğünü kendisinde hissedemeyen bir Başbuğ"un, din konusunda, İslam konusunda, içine düşülen bir takım paranoid sendromlarla, topluma kemalist /laik bir gömlek giydirmeye kalkışmasının hukukî dayanağı nedir? General Başbuğ bir de bunu düşünebilir mi, acaba?

Kaldı ki, askerlik bir meslektir, bir yaşayış tarzı değildir ve hiç bir asker, eline millet tarafından verilen silahı millete çevirerek, ona kendi yaşayış tarzını, kendi anlayış ve zevklerini dayatamaz..

Nitekim, "tabib-albay" iken ordudan uzaklaştırılan bir psikiatri profesörü Nevzat Tarhan, "haber7.com" sitesinde, 16 Nisan 09 tarihli yazısında şöyle diyordu: "Dinin kendisinden rahatsız değiliz, ama kötüye kullanımından rahatsızız" mesajı verilmeye çalışılıyor. Televizyona karşı olanların "Biz televizyona karşı değiliz ama kötüye kullanımından rahatsızız" diyerek TV"yi yasaklamaları (") ile karşı olmak aynı şeydir.

Sayın Başbuğ"un elinde niyet ölçen bir alet mi var ki  dinin kötüye kullanılıp kullanılmadığını anlayabiliyor. (") Devlet, dini siyasete alet eden varsa yakasına yapışır siyasi talebi olmayan, kanun ve kurallara uyan, vergisini veren dindar bir insanı düşman görmek ya acizliktir yahutta paranaoid bir algıdır.

Dindar bir kadının asker oğlunu ziyarete kışlaya alma, alkole gösterdiğin özgürlüğü başörtüsüne gösterme, sonra da "biz mütedeyyin insandan rahatsız değiliz" de.

Hiç inandırıcı değil. Ya samimiyetsizlik ya da islamofobi var.

(") "Din, din duygusu ve dince kutsal sayılan şeylerin şahsi ve ticari çıkarına alet edenlere karşıyız" sözü Tek Parti Cumhuriyeti döneminden kalan TCK"nın 163"ncü maddesini hatırlatıyor. Anayasa da 163"ncü maddenin uzantısı olan 24"ncü maddeye göre sayın Başbuğ ordumuza "Peygamber ocağı" derken, dini kendi çıkarına ve amacına alet etmiş olmuyor mu? Bu mantığa göre askeri ölüme göndermek için şehitlikten söz etmek de dini siyasete ve kendi amacına alet etmektir."

Nevzat Tarhan hocaya katılmamak mümkün mü?

*

Evet, siyasetin ve sosyal hayatın genel çerçevesini asker mi çizecektir?

Bu durum, 1930"larda, "komünizme ve faşizme bile ilham verdiği"nden gururla sözedilen kemalizmin, kemalist diktatoryanın tahakküm ve saltanatını milletin silahını yine millete karşı kullanarak ve kanun adına diyerek, kamufle edilerek sürdürmesinden başka nedir?

Ve eğer, toplumun genel yapısını silahlı güçler belirleyecekse, o zaman bunca diğer sosyo-politik kurumlara ne gerek var, bir gecede anayasanızı yapar, süngüucu zorlamasıyla millete yine kabul ettirir, millete bir deli gömleği giydirirsiniz, olur biter..

Ama, milletin silahını milleti karşı kullanmak gibi bir yetkiyi size kim verdi?

Ve bu dayatmaların, bir gün, geritepmeli silah haline geleceğini akledemiyor musunuz? "27 Nisan 2007" tarihli e-muhtıranızdan sonra milletin tepkisinin nasıl olduğunu görmediniz mi?

"Açılım" olarak ortaya koyduğunuz çelişkiler dolu sözlerinizi, üç gün sonra yeni çelişkilerle daha bir anlaşılmaz kılan sizler, toplumun ensesinde çöreklenmiş ve milletin iradesine göre şekillenmeyi göze alamıyan bir taife durumuna düşmüyor musunuz?

Sahi, General Başbuğ; bu soruların çelişkisiz cevabını verebilir misiniz?

Haksözhaber

Bu yazı toplam 2643 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar