Islah, Tecdid ve Gelenekçi Yenilikçilik

Islah, Tecdid ve Gelenekçi Yenilikçilik

Sözünü ettiğim bu birleştirici, bağdaştırıcı yaklaşımın, kendi anlayışlarını, düşünce ve görüşlerini Din’in aslı zanneden kişi ve grupları rahatsız edeceği aşikâr. Ancak her ne olursa olsun, her konuda olduğu gibi bu konuda da Kur’an’ın “Vasat/ölçülü, den

 

 

Atilla Fikri Ergun/Islah, Tecdid ve Gelenekçi Yenilikçilik

Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, yazıların uzunluğundan yakınan arkadaşlarımızın şikâyetlerini dikkate alarak, bundan böyle 4 word sayfasını geçmemeye gayret edecek ve gerekirse yazıları iki, hatta üç bölüme ayıracağım. Bu yazıyı bu ölçüye sadık kalarak yazdım. Faydalı olması dileğiyle…

***

Kur’an, bundan 14 asır önce, tıpkı bugün olduğu gibi insanın yolunu, yönünü şaşırdığı bir dönemde cahiliyenin karanlığını delip geçti. İnsana yaratılışının anlam ve amacını, yeryüzündeki aslî konumunu, dolayısıyla yerine getirmek zorunda olduğu yükümlülüklerini yeniden hatırlattı. İlk nesil Müslümanlar, öncelikle Tevhid Akidesi’ni içselleştirdiler ve Kur’an’la ahlâklandılar. Onu Mekke’de önce bir ibadet ve yaşam biçimi haline getirdiler, ardından Medine’ye hicretle birlikte bir sisteme, toplumsal bir düzene dönüştürdüler. Kurdukları şu kısa cümle, onların Kur’an’a nasıl baktıklarını veciz bir biçimde ifade eder:“İşittik ve itaat ettik!”

Ancak yaşanan tarihi süreçte iman ve ameli esas alan bu basit, sade yaklaşımın yerini kelâm tartışmaları, felsefi hokkabazlıklar, şekilcilik ve taklitçilik aldı. Kur’an’ın diriltici ve devrimci mesajı anlamı çarpıtılmak suretiyle tahrif edilirken, Din’e yığınla bid’at ve hurafe sokuldu. İnanç ve düşünce dünyasının ifsadı, Müslümanları vahyin gerçekliğinden kopardı ve buna bağlı olarak ortaya çıkan manevi-ahlaki çöküntü Ümmet’in yıkımına yol açtı. Bugün itibariyle bu enkazın altından kalkabilmiş değiliz. Dolayısıyla yeni bir yol haritası belirlemek ve aynı anda hem geriye hem de ileriye dönük bir ıslah ve tecdid çizgisini takip etmek zorundayız (yazının ilerleyen bölümlerinde bunun ne anlama geldiğini izah edeceğim).

Belirlenecek yeni yol haritasının kanaatimce şu üç ana madde etrafında şekillenmesi gerekiyor.

1- Bid’atlere ve hurafelere karşı çıkmak

2- Manevi-ahlaki açıdan yükselişi sağlamak

3- İnanç ve düşünceyi yayma faaliyetlerine ağırlık vermek

Bu üç ana madde, İslam Devrimi’ne giden yolda Hira’dan sonraki ilk basamağı teşkil ediyor. Zira bugün itibariyle genel olarak düştüğümüz yer burasıdır.

Bu üç ana maddenin hayata geçirilebilmesi için, öncelikle Kur’an’a ve Hz. Peygamber’in Sünneti’ne gerçek anlamda bağlılık gösteren, dolayısıyla inanç, ibadet ve ahlakta İslam’ın arı-duru yolunu benimsemiş olan, yaşadığımız enformasyon çağında kafası mümkün mertebe kirlenmemiş, samimi ve kendini bu yola adayacak yeni bir nesle ihtiyacımız var. Merhum Seyyid Kutup’un ifadesiyle örnek bir Kur’an nesline… Aksi halde bu enkazın altından kalkmamız mümkün olmayacak, üstelik askıya aldığımız, bir başka ifadeyle yüklenmekten kaçındığımız ve yerine getirmediğimiz sorumluluklar, bir noktadan sonra bizi de mevcut toplumsal facianın müsebbipleri arasına sokacaktır. Zira eylemi esas almayan, hayata ve topluma müdahale etmeyen, bireysel, dolayısıyla pasif ibadet anlayışı, aktif zulmün can yoldaşıdır ve bu anlayışa sahip olanlar, yaşanan felaketten birinci derecede sorumludurlar.

Bir başka sorun da şu ki, “Günümüz Müslümanı” uç noktalarda gezinmeyi seviyor. Toptan kabulcü veya retçi yaklaşımlar oldukça revaçta. Dolayısıyla ifrat ve tefrit, bir başka ifadeyle dengesizlik, “Günümüz Müslümanı”nın genel karakteristiği haline gelmiş bulunuyor. Neredeyse hemen hiçbir şeyin ortası yok; aşırılık diz boyu. İslam adına ortaya çıkmış birtakım kişi ve gruplar, kendileriyle aynı şekilde düşünmeyen diğerlerini sapık ve din-dışı olarak nitelendiriyorlar. Üstelik tarihi şahsiyetler üzerinden kamplaşmaya gidiliyor; tüm tarihi şahsiyetler, dolayısıyla tüm düşünce ve görüşler parsellenmiş durumda. Ortalık İslam’ın gelenekçilerinden, yenilikçilerinden, bid’atçilerinden, hurafecilerinden, tekfircilerinden geçilmiyor.

Bu bakımdan ölçülü, dengeli ve bağdaştırıcı bir yaklaşıma ihtiyacımız var. İlim ve düşünce mirasımızdan, tarihi, kültürel ve felsefi birikimimizden ve toplumsal tecrübelerimizden azami oranda istifade etmek zorundayız. Kaldı ki, hiçbir tarihi şahsiyet, hiçbir düşünce ve görüş hiç kimsenin babasının malı olmadığı, üstelik mutlaklık ifade etmediği gibi, hiç kimsenin düşünce ve görüşlerinin toptan kabulü veya reddi de söz konusu değil.

Islah ve Tecdid

Islah (düzeltme, onarma) ve tecdid (yenileme), her çağda kaçınılmaz bir zorunluluktur. Zira Din, özellikle kurumsallaşma, diğer inanç, düşünce ve dünya görüşlerinden etki alma, tarihi süreç içerisinde ilave edilen hükümler, dolayısıyla Öz’den uzaklaşma neticesinde tahrifata maruz kalmıştır. Ayrıca her çağda o çağa özgü sorunlar ortaya çıktığı için, İslam’ı asrın idrakine söyletme zorunluluğu vardır. Bu bakımdan ıslah, süreç içerisinde ortaya çıkan bozulma ve sapmaları düzeltme, bir başka ifadeyle her şeyi aslına irca etme, tecdid ise, Din’in esaslarını korumak kaydıyla İslam’ı asrın idrakine söyletme faaliyetidir.

Sağlıklı bir ıslah ve tecdid faaliyetinden söz edebilmek için, öncelikle İslam’ı iyi bilmek, Din’e sonradan ilave edilen itikadî ve amelî unsurları titizlikle tespit etmek, yaşadığımız çağın hastalıklarını, özelde yaşadığımız toplumun, genelde ise insanlığın sorunlarını doğru teşhis etmek, gücümüzü, imkânlarımızı, etki alanımızın sınırlarını ve sonuç alabileceğimiz alanları belirlemek, ilkin inanç, düşünce ve dünya görüşünde devrimi hedeflemek, amelî ıslahata teşebbüs ederek gayri İslami/gayri ahlaki tutum ve davranışların yerine İslami/ahlaki olanları ikame etmek, içtihat yapmak ve İslam’ı ortadan kaldırmak isteyen güçlerle (dolayısıyla bunu amaçlayan düşünce ve dünya görüşleriyle) kesintisiz bir biçimde mücadele etmek durumundayız.

Buna karşın, bugün itibariyle İslam Dünyası’nda iki tür yaklaşımın mevcudiyeti söz konusu: Gelenekçilik ve Yenilikçilik. Gelenekçilik İhya’yı, yenilikçilik ise İnşa’yı esas alıyor. Öncelikle her iki yaklaşımın da problemli olduğunu belirtmekte yarar var. Zira gelenekçilik, ihya adına geçmişi bütünüyle kutsuyor, statükoyu koruyor, tefekkürün önünü tıkıyor ve hayatı donduruyor. Buna karşın yenilikçilik de, inşa adına sahih-muharref ayrımı yapmaksızın geleneği bütünüyle reddediyor, dolayısıyla kendisini geçmişten tamamen soyutluyor; onu bütünüyle devre dışı bırakarak sonradan türedi görüntüsü veriyor. Aslı astarı olmayan tefsir ve tevillerle sabitelerin altını oyuyor ve fantastik hayallerle geleceği kurgulamaya çalışıyor. Ayrıca her iki anlayış da bid’atçi ve hurafeci bir yaklaşım sergiliyor. Şöyle ki; salt gelenekçilik, tarihi süreç içerisinde ortaya çıkan, dolayısıyla Din’e sonradan ilave edilen unsurlara bir bütün halinde sahip çıkarken, yenilikçilik de modernizmin etkisi altında hareket ettiği için yeni bid’atler ve hurafeler üretiyor.

Üstelik her iki yaklaşım da tarihi şahsiyetleri kendi yaşadıkları dönemin kültürel ve sosyo-politik şartları içerisinde değerlendirmek yerine, kendilerince elekten geçiriyor ve savuna geldikleri düşüncenin doğruluğunu ispat etmek amacıyla kullanıyorlar. “İslam düşüncesinde ilk gelenekçiler”, “İslam’ın yenilikçileri” vb. nitelendirmeler bu bölücü yaklaşımın birer yansımasıdır. Oysa söz konusu şahsiyetlerin düşünce ve görüşleri, her iki yaklaşımın da doğru olmadığını göstermektedir. Zira bunlar salt gelenekçi veya yenilikçi değillerdir. Pek tabii düşünce ve görüşleri birbirlerinden farklıdır; ancak istisnalar dışında hepsinin belli bir müfredatı vardır ve temelde iki yönlü bir ıslah ve tecdid çizgisini takip etmiş, sahih geleneğe bağlı kalmakla birlikte tefekkürden, içtihattan, dolayısıyla yorumlama faaliyetinden geri durmamışlardır.

Örneğin nassı ve nakli ön plana çıkaran, dolayısıyla “gelenekçi” olarak nitelendirilen İbn-i Teymiyye’nin (öl. H. 728/M. 1328), dört mezhebin görüşlerini aşan, Ehl-i Re’y olarak bilinen fakihleri dahi şaşırtan içtihat ve fetvaları, “yenilikçi” olarak nitelendirilen Afgani (öl. 1897) ve Abduh’un (öl. 1905) ıslah ve tecdid faaliyetinde İbn-i Teymiyye’den geniş ölçüde faydalanmaları, Reşid Rıza (öl. 1935) ve Ferid Vecdi’nin (öl. 1953) İbn-i Teymiyye’yi hararetli bir biçimde savunmaları, Sünni Kelâmı’nı hem esas hem de usûl yönünden reddeden İbn-i Teymiyye’nin, bunu yaparken şiddetle tenkit ettiği İbn-i Rüşd’den yararlanması(1), yine “yenilikçi” olarak nitelendirilen İbn-i Rüşd’ün Maliki kadısı olması, meselenin iddia edildiği gibi olmadığını göstermektedir.

İlginçtir ki, Mu’tezili olan, dolayısıyla “yenilikçi” olarak nitelendirilen (ve benim birçok düşünce ve görüşüne katılmadığım) Nazzam, karine olduğu takdirde ahad hadislerin ilim ifade edebileceğini, dolayısıyla delil olarak kabul edilebileceğini söylemekte(2), yine Mu’tezili kelâmcı Ebu’l-Hüseyin el-Basri,“Bu haberlerin her biri, her ne kadar ahad olsa da, hepsi birden mütevatirdir. Çok olmaları göz önünde bulundurulursa, bu haberlerin yalan olmaları caiz olmaz”(3) demekte ve Ehl-i Hadis’le bir noktada birleşmektedirler. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Şimdi kim gelenekçi, kim yenilikçi? Bunu kim, neye göre belirliyor? Bu nasıl bir gelenekçilik veya nasıl bir yenilikçilik?

Dolayısıyla bugün, aynı anda hem geriye hem de ileriye yönelik bir ıslah ve tecdid çizgisini takip etmemiz gerekiyor. Bundan maksat, itikad ve amelde İslam’ı ilk muhataplarının anladığı gibi anlamak, akıl-nakil dengesini yitirmemek, asılsız tefsir ve tevillerden uzak durmak, aynı zamanda İslami kurallar çerçevesinde, kelime ve cümle yapısına sadık kalarak yeni bir okuma, tefekkür ve yorumlama faaliyeti gerçekleştirmek, içtihat etmek, çağın sorunlarına çözüm üretmek, dolayısıyla İslam’ı asrın idrakine söyletme gayretinden geri durmamaktır. Bunu kısaca “Gelenekçi Yenilikçilik” olarak adlandırmak mümkün.

Nitekim daha önce bir başka yazıda da ifade ettiğim gibi(4), sahih gelenek, dinin ilkelerinin ilk vazedildiği şekliyle korunmasını, bu ilkelere süreklilik kazandırılmasını, düşünce sisteminin bu ilkeler üzerine bina edilmesini ve pratiklerin de bu doğrultuda geliştirilmesini gerekli kılar. Bu bakımdan sahih gelenek, Asr-ı Saadet’ten günümüze uzanan dinamik bir süreçtir; hayatı ve düşünceyi dondurmaz, içtihat kapısını kapatmaz, dolayısıyla İslami kurallar çerçevesinde gerçekleştirilecek yeni bir okuma, tefekkür ve yorumlama faaliyetinin karşısında değildir.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Her ne olursa olsun, dinin gerçekleri aynı kalmalı ve bütün cül yaklaşım korunmalıdır. Bugün özellikle birtakım kişi ve gruplar tarafından istismar edilen Merhum Şeriati, bunu şu şekilde ifade etmektedir: “Unutulmamalıdır ki, dinin gerçekleri aynı kalmak zorundadır. Şurası açıktır ki, İslam’ın emirlerini bilmek, bu emirler arasında birini diğerine yeğlemeyi gerektirmez ve böyle bir tercih hakkı tanımaz, çünkü İslam tek boyutu olan bir din değildir.”(5)

Bunun dışındaki her türlü yaklaşım, uç noktalarda gezinmenin, dolayısıyla ifrat ve tefritin ifadesi olacak, üstelik “Günümüz Müslümanı” ifrat ve tefrit zindanından kurtulmadıkça İslam’ı gerçek çehresiyle ortaya çıkarmak mümkün olmayacaktır.

Sözünü ettiğim bu birleştirici, bağdaştırıcı yaklaşımın, kendi anlayışlarını, düşünce ve görüşlerini Din’in aslı zanneden kişi ve grupları rahatsız edeceği aşikâr. Ancak her ne olursa olsun, her konuda olduğu gibi bu konuda da Kur’an’ın “Vasat/ölçülü, dengeli Ümmet” tanımına uygun hareket etmek ve aşırılıklardan kaçınmak zorundayız. Zira bizim ne bağnazlığa ne de sonradan türedi olmaya ihtiyacımız var. İhtiyacımız olan şey, hikmet ve basiret…

Umutla ve devrimle…

—————————-

Dipnotlar:

1- İbn-i Teymiyye Külliyâtı, Tevhid Yay., 1997, Süleyman Uludağ tarafından kaleme alınan Giriş bölümü, c. 1, s. 39, 47-50, 54

2-Muhammed Nâsıruddin el-Elbani, Hadisin İtikatta Delil Oluşu, İşrak Yay., Şubat 2008, Çev. Yrd. Doç. Dr. Mehmet Kubat, s. 10, 71

3- Muhammed Nâsıruddin el-Elbani, a.g.e, s. 10

4- Bkz. “Terbiye Fakiri ve Din Müflisi” başlıklı makale

5- Ali Şeriati, İslam’ı Anlamak, Objektif Yay., s. 15