'Ilımlı İslam' Söylemi Neyin Habercisi?

'Ilımlı İslam' Söylemi Neyin Habercisi?

Suudi Veliaht Prensi Bin Selman'ın "ılımlı İslam'a dönüş" adımının, “radikalliğin destekçisi iki ülke” arasından Suudi Arabistan’ı çıkararak İran’ı yalnız bırakmayı amaçlayan yeni trendin habercisi olduğu söylenebilir.

Veliaht” olarak atanmasının ardından Suudi Arabistan siyasetinde öne çıkan Muhammed bin Selman’ın geçtiğimiz Salı günü yaptığı açıklama gündemin zirvesine oturdu. Suudi Arabistan’ın 500 milyar dolarlık dev projesi ‘Yeni Gelecek’in detaylarını açıklamak için Riyad’da organize edilen uluslararası toplantıda yaptığı açıklamalara dair bazı önemli ayrıntıları ise İngiliz The Guardian gazetesine verdiği röportajda biraz daha açtı ve Selman uluslararası kamuoyunu bu dönüşümde Suudi Arabistan’a destek vermeye çağırdı.

Pek çok önemli yönleri haiz olan ve etkilerini uzun vadede gerek Suudi Arabistan’da gerekse bölgede göreceğimiz bu çıkış, tabiatıyla Batı’da ve Doğu’da olumlu/olumsuz pek çok habere ve yoruma konu oldu. “Ilımlı İslam’a dönüyoruz” sözleri, eskilerin “mefhum-i muhalif” dediği, tersinden bir okumaya tabi tutulursa, Suudi Arabistan’ın aslında şu ana kadar radikalliği desteklediğinin, en azından prim verip önünü açtığının itirafı gibi de anlaşılabilir. Veliaht Prens’in “ılımlı İslam”a dair açıklaması farklı yönleriyle çeşitli yorumlara konu oldu. Ancak bu açıklamanın yeterince irdelenmediği izlenimi veren arka planına dair bazı öncül adımlara ve ayrıca bu açıklamanın yapılmasına sebep olduğu düşünülebilecek bazı iç ve dış muhtemel hedeflere, olgulara, faktörlere de işaret etmek gerekiyor.

“Ilımlı İslam” açıklamasının öncesindeki bazı önemli gelişmeler
Ortaya ilk kez atılıp politika halinde uygulandığı 11 Eylül sonrası süreçte, Amerikan politika üretim merkezlerinde üretilen ve üzerine bir hayli literatür de oluşan “ılımlı İslam”ın tam olarak neye tekabül ettiği, tümdengelimci bir tavırla “ılımlılığın” ne kadar başarılı olacağı tartışmaları bir yana, bu açıklama öncesindeki dönemde kamuoyunun üzerinde pek durmadığı bazı adımlar söz konusuydu. Bunlardan biri, geçtiğimiz Eylül ayında New York’ta İslam dünyasının her bir yanından gelen yaklaşık 400 alimin/kanaat önderinin katıldığı “Amerika ve İslam Dünyası İlişkileri” başlıklı bir toplantı, dünya çapında örgütlü bir Suudi Arabistan kuruluşu olan Rabıta tarafından düzenlenmesiydi. Bu toplantının bir kaç açıdan önemi vardı. Birleşmiş Milletler toplantılarının yapıldığı hafta Manhattan’da BM binasına çok yakın bir otelde gerçekleştirilen bu çapta bir toplantının, New York’un yabancı devlet başkanları, bakanlar ve bürokratlar açısından en yoğun olduğu bir zaman diliminde düzenlenmesi (ya da düzenlenmesine izin verilmesi), aslında başlı başına bir mesaj içeriyordu. Kaldı ki ileriye dönük bir amacının olduğu, açılım politikalarına zemin teşkil edileceği, konuşmacılar teşkilinden de belliydi. Zira konuşmacıların önemli bir kısmı Amerika’dan seçilmiş Yahudi-Hıristiyan din adamları ve İslam dünyasına yönelik çalışan oryantalistlerden oluşuyordu. İslam dünyasından seçilen konuşmacılar da bu amaca hizmet edecek konuşmalar yaptılar.

Bu toplantının bir diğer önemi ise sonuç bildirgesi ve toplantının kapanış konuşmasını yapan meşhur Kabe imamı Abdurrahman es-Sudeys’in, Türk medyasında da geniş tepkiyle karşılanan “Amerika ve Suudi Arabistan, dünyanın iki kutbu olarak dünyayı yönetiyoruz” açıklamasıydı. Es-Sudeys’in bu ifadeleri, Suudi Arabistan’ın şu anki konumuyla çok da mütenasip olmadığı düşünüldü. Derken bu toplantıdan birkaç gün sonra, New York toplantısının düzenleyicisi olan Râbıta’nın başkanı Muhammed bin Abdülkerim el-Îsâ Vatikan’a gidip Papa ile görüştü. Bu görüşmenin de çok önceden planlandığı söylenebilir.

Dışarıda bu adımlar atılırken Suudi Arabistan’ın içinde, sembolik de olsa bazı açılım politikaları devreye girdi. Nitekim göreve gelişinden itibaren Veliaht’ın dünya ve bölge liderleriyle görüşmeleri ve bu esnadaki liberal politikalara ilişkin vurguları öne çıkıyordu. Ancak somut ilk adım, 26 Eylül’de kadınlara ehliyet hakkı tanınması için gerekli düzenlemelerin yapılması emrinin yanı sıra, kadınlara yönelik diğer bazı özgürlüklerin de getirileceğinin açıklanması oldu. Bunu bir dizi başka sembolik adım izledi: Devlete ait kültür kanalında konserler yayınlanması, sinema ve tiyatroların açılacak olması, klasik literatürde “hisbe” diye nitelenen ve Suudi Arabistan’da “İyiliği emir/teşvik, kötülükten sakındırma teşkilatı” olarak bilinen kurumun yetkilerinin kısıtlanması bunlardan bazılarıydı.

“Neom” projesini de bu meyanda zikretmek gerekir. Zira bu projenin gerçekleşeceği 470 km’lik havza, sıradan bir serbest ticaret bölgesinin ötesine geçerek, kadınlarla erkeklerin birlikte denize girebildikleri Dubai’dekine benzer plajları içeriyor. “Şeriatsız bölge projesi” olarak nitelenen bu bölge ve benzeri bölgeler, aslında kısmen de olsa Suudi Arabistan’da Yanbu ve Dammâm gibi petrol bölgelerinde vardı. Amerikalılara ait özel anlaşmalı bu bölgelerde yabancılar serbestçe yaşayabiliyorlardı.

Bu adımların “ılımlı İslam’a dönüş” açıklamasıyla örtüşen en önemli unsurları, İsrail ile ilişkilerin normalleşmesine dair söylemler ve Riyad’da ABD’nin yardımıyla kurulan bir merkezde okullardaki müfredata dair çalışmaların yapılacağının ilan edilmesi oldu. Yine bu meyanda, geçtiğimiz günlerde Medine’de açıldığı bildirilen “hadis merkezi”ni de özellikle zikretmek gerek. Nitekim önemli bir anlama problemi olarak “müfrit/ifrat” tavrının en belirgin şekilde öne çıktığı alan hadis alanıdır. Radikal-entegrist Vehhabî anlayış en önemli malzemeyi, hadisleri kendi ideolojisi doğrultusunda zahirî-lafzî/literal şekilde yorumlayarak elde eder.

Asıl mesaj içeriye mi, dışarıya mı?
Prens’in Riyad’da “ılımlı İslam’a dönüş” açıklamasının ardından ilk röportajını İngiliz The Guardian gazetesine vermesinden hareketle, esas amacının dışa dönük bir mesaj vermek olduğu düşünülebilir. Nitekim dünya basınında bu çıkışın yankı uyandırması da bu mesajın hedefine kısmen ulaştığını düşündürüyor. Bu itibarla, açıklamanın Suudi Arabistan’ın Batı’daki “teröre/radikal akımlara destek veren ülke” şeklindeki genel negatif imajına olumlu bir katkı yapacağı söylenebilir. Bu algı 11 Eylül saldırılarından itibaren belirgin olarak öne çıksa da, aslında Obama döneminde kabul edilen, Washington ile Riyad arasında sert rüzgârların esmesine yol açan, Suudi Arabistan’ın ABD’deki finansal varlığını dondurmaya yönelik bir yasayla pekişmişti. Bu yasa Suudi Arabistan’ın başında “Demokles’in kılıcı” gibi tutuldu ve hâlâ tutuluyor. Suudi Arabistan’ın bundan sonraki siyasetinde Veliaht’ın en başat aktör olacağı göz önüne alınırsa, bundan sonra Suud denildiğinde bu açıklamanın paradigmatik bir değişim yönü olarak hatırlanacağı muhakkak.

Ancak bu çıkışın epeyce içe dönük yönü de mevcut. Genç nesil yönetici-kral neslinden olan Veliaht, Suudi toplumunun yüzde 70’inin 30 yaşın altında olduğunu ve bu gençlerin hayatlarının 30 yılını radikal fikirlerle uğraşarak kaybetmeyeceklerini ve bu sebeple radikal düşünceleri derhal yok edeceklerini söyleyerek toplumun gelişim/değişim dinamiğini tanıdığını ima etmiştir. Zira Suudi Arabistan’da özellikle gençler arasında radikal-entegrist ideolojiden kaynaklanan bir bıkkınlık/yılgınlık olduğunun, çoğu gencin konformist-hedonist bir hayat tarzı sürdüğünün ya da sürmek istediğinin farkındadır. Bu farkındalık da Prens’in açıklamasının içe dönük yönünü betimliyor.

İran- Suudi Arabistan bloklaşması, Arap milliyetçiliği ve “sa’vede” politikası
Veliaht’ın bu söyleminin içe yönelik mesajlarını dışlamaksızın, daha ziyade global yönleri de olan bölgesel bir bloklaşmanın öncü adımları olduğu vurgulanmalıdır. İslam dünyasındaki merkez/mihver ülkeler (Türkiye, İran, Mısır ve Suudi Arabistan) arasındaki bölgesel siyasi/ideolojik bloklaşmada, İran- Suudi Arabistan’dan müteşekkil “radikalliğin destekçisi iki ülke” arasından Suudi Arabistan’ı çıkararak İran’ı yalnız bırakmayı –belki de yanına Türkiye’yi yerleştirmeyi –amaçlayan yeni trendin habercisi olduğunu söyleyebiliriz. Bunun emareleri de görülmüyor değil. Nitekim Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Mısır, BAE, Bahreyn ve Senegal dışişleri bakanlarının katıldığı toplantıda, “Yemen’de barışı İran engelliyor” açıklamasını yaptı ve ABD’nin İran’ı “dünyanın en büyük terör sponsoru devleti” olarak nitelediğini hatırlattı. Bu açıklamayı, sözünü ettiğimiz bloklaşmayı güçlendiren bir adım olarak okuyabiliriz.

Bu durum bir yandan “ılımlı İslam/radikal İslam” bloklaşmasını beraberinde getirirken diğer taraftan bu eksende, tıpkı Emevîlerin son dönemlerinde belirginleşen “Arap-Mevâlî/Arap olmayan Müslümanlar” ayırımına benzer bir şekilde “Arap/Acem” ayırımına zemin hazırladığını söyleyebiliriz. Bunun ise Arap milliyetçiliğinin post-modern formülasyonu ve teşviki olarak, İran’ın yörüngesine girmiş olan ve Meşhed’i merkez alan “Arap Şiîliği”nin temsilcisi durumundaki Irak’ın, Suudi Arabistan’la ve onun etrafında bloklaşmış diğer ülkelerle (BAE, Mısır, Bahreyn) aynı eksene çekilmesini temin amacı güttüğü görülüyor. Bu sayede başta Irak olmak üzere, Suudi Arabistan (yaklaşık %15-20), Yemen, Lübnan, Bahreyn, Kuveyt ve Umman gibi Arap ülkelerinde önemli nüfusa sahip Şiîler üzerindeki İran nüfuzunu kırmak amaçlanıyor. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Tillerson’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı “İster Sünni, ister Şii olsun, Iraklılar Fars değil, Arap’tır” açıklamasını, Suudi Arabistan’ın eski kabile bağlarını göz önüne alarak Irak ile yeniden kardeşlik bağı kurmaya teşvik eden açıklamasın takip etmesi bunun işareti olsa gerek.

Bu meyanda şu hususa da işaret etmek yararlı olacaktır: Yüzde 15’lik Şiî nüfusa sahip Suudi Arabistan’da, muhtemelen İran’ın ince siyasetiyle, bu Şiîlerin kimliklerini gizleyerek devlet görevlerinde ve hatta orduda yer aldığına dair bazı bilgiler de yok değil. Hatta Yemen savaşı üzerinde bu olgunun rolü olduğuna dair bazı yorumlar da yapılıyor. Bu topluluğun ülkenin sadece Şiî bölgesinde değil, Batı bölgelerinde (Hicâz) de yaşadığı ve bu bölgede daha ziyade Sünnî isimlendirmeleri çağrıştıran “Nahvelîler” veya “Ebû Haşeb” gibi sülale ismiyle anıldıkları belirtiliyor. Bu itibarla, İran etkisindeki Şiîlerin iç ve dış etkisi, özelde Suudi Arabistan’da, genelde ise bölgenin Sünnî ülkelerinde önemli bir korku kaynağı oluşturuyor. Bu korku ise İran’a karşı bloklaşarak onu radikal kanada itmeye ve bölgede Arap milliyetçiliğinin yükselmesine yol açıyor. Bu dalganın Suudi Arabistan’daki yansıması ise Kral Abdullah döneminde belirginleşen “sa’vede/Suudlulaştırma” politikası. Böylece, bir yönüyle “ılımlı İslam” açılımı yapan Suudi Arabistan’ın, diğer yandan da Arap milliyetçiliği ve Suudlulaştırma politikasını aynı anda yürüteceği anlaşılıyor. Bunun mümkün olup olmayacağı, olursa nasıl yürüyeceği, yeni verilerle irdelemeyi gerektiriyor.

Niçin 1979?
Veliaht Prens’in açıklamalarında dikkati çeken önemli bir olgu da 1979 tarihidir. “1979’dan sonra bölgede farklı sebeplerle ‘Sahve projesi/düşüncesi’ yayıldı; daha önce böyle değildi. Dolayısıyla biz, daha önce olduğu gibi, dünyaya, diğer kültürlere, gelenek ve dinlere açık olan İslam’a dönüyoruz” ifadesinin arkasında üç ayrı olgu söz konusu. Kendisinin de ifade ettiği üzere bu tarih, İran devriminin tarihidir ve ona göre İran devrimi, Suudi Arabistan başta olmak üzere bölgenin radikalliğe kaymasında çok etkilidir. İran’a yönelik bloklaşmayı tahkim etmeye matuf bu gerekçe, makul/mantıklı yönlere sahipse de tam olarak doğruyu yansıttığı söylenemez. Burada bir manipülasyon söz konusudur; Vehhabî düşüncenin şiddet üretmeye dönük yapısı gözden uzak tutulmaya çalışılıp suç İran’a yıkılmıştır.

Bu sebeple Prens’in bu tarihi zikretmesinin gerisinde perdelenmiş bir başka sebep olmalıdır. Bu meyanda Selefi-İhvanî bir çizgiye sahip olduğunu söyleyebileceğimiz “Sahve-diriliş/uyanış hareketi” hatıra gelir ki, Veliaht’ın etkin konuma gelmesinin ardından, geçtiğimiz aylarda bu harekete mensup 70’ten fazla âlim/davetçinin tutuklandığını biliyoruz. Nitekim bu tutuklamalar “muhalefete koordineli darbe”, “reformlara gelen/gelebilecek muhalefeti bastırma” olarak nitelenmişti. Öte yandan bu tarih, ayrıca Cüheyman’ın Kabe baskınını hatırlatır ki, muhtemelen Prens esasen bu olayı kastetmekte, ancak İran devrimini zikrederek bunu perdelemektedir. Hatırlanacağı üzere, bu eylemin ardından da İran’a yönelik suçlamalar olmuş, ancak neticede olayın esas sebebinin radikal-entegrist Vehhabîlik olduğu anlaşılmıştı.

Öte yandan, 1979 yılı öncesi Suudi Arabistan’da dini ve sosyal anlamda nispeten daha özgür bir ortamın varlığına dair bilgiler de yok değil. Veliaht’ın 1979 öncesini işaret ederken esasen kastettiği, bilhassa yabancılara yönelik, bu toleranslı ortam olsa gerek. 1979 öncesindeki dönemde, firmalarda İngiliz ve Kanada vatandaşı kadınların çalıştığı biliniyor. Yine Kabe’de, bu baskından önce, Türkler ve diğer milletlerden vaizler farklı köşelerde vaaz verebiliyorken, baskın sonrası bu tür vaazların yasaklanması bir yana, üç kişinin kafa kafaya verip bir araya gelmesine dahi izin verilmediği bir ortama girilmiştir. Bunu yasakları sadece Cüheyman olayına değil, Hama olayları akabinde Suudi Arabistan’a iltica etmiş İhvan mensuplarının varlığına bağlayanlar da var.

Açılımda ekonomik yönün ağırlığı
Veliaht’ın bu çıkışında, ekonomik anlamda nispeten zor bir dönemden geçen Suudi Arabistan’ın dış yatırımları çekmeye, petrole bağımlı ekonomiden reel ekonomiye geçmeye matuf çabalarının etkisinin olduğu söylenebilir. Zira ekonomik gelişme/değişmeyle sosyal değişim/dönüşüm arasındaki yakın ilişki malumdur. Bu anlamda, Veliaht’ın ekonomik amacı öne çıkararak, Neom projesi ve 2030 vizyonu ile bir yandan ülkesinde –ve belki de bölgede– liberal temelli ekonomik bir açılım gerçekleştirmek istediği ve bu sayede ülkesindeki radikal Vehhabîlik anlayışı üzerinde de sosyo-ekonomik ve psiko-politik bir dönüşüme kapı aralamak istediğini söylemek mümkündür. Ancak bunun bilinen anlamıyla bir özgürleşme/demokratikleşme olmayacağı de açıktır.

Dolayısıyla Veliaht’ın bu projeyi temel alarak toplumu dönüştürmeyi başarıp başaramayacağı, ne tür direnç alanları ile karşılaşacağı bilinmez. Ama ekonomik temelli “2030 hedefi” ve bunun önemli bir adımı olan “Neom” projelerinin gerçekleşmesinin, Suudi Arabistan’ı “petrole bağımlı bir ekonomi” olmaktan ve bunun tabii bir sonucu olan “üretmeden lüks içinde sürülen yaşam”dan kurtarabileceği yorumları yapılıyor. Ayrıca Mısır, İsrail, Ürdün ve Suudi Arabistan arasında, Batı ile de işbirliği içinde ve Suudi yasalarının uygulanmayacağı bir bölgede, ekonomik temelli bir ittifak/hat oluşturacağı için, bu yönde bir avantaj üretecektir.

Ne var ki yaklaşık 16 milyon yabancının varlığından söz edilen Suudi Arabistan’da, son senelerde yabancılar üzerindeki baskıların arttığı da bir gerçek. Ekonominin kötüye gittiği de genelde belirtilen bir husus. Dar gelirlilerle üst gelir grubundakiler arasındaki makas açılmış vaziyette. Ülkede iş yapan yabancılara yönelik bir yıldırma politikasının varlığı dillendiriliyor. Ülkede iş yapan yabancı işverenlere Suudlu çalıştırma zorunluluğu, daha önce görmezden gelinen bazı bahanelerle yabancı işçileri sınır dışı etme tedbirleri uygulanıyor. Bunun yanı sıra, ekonominin ve sanayinin omurgasını teşkil eden orta ölçekli işletmelerin güçlü olmadığı da biliniyor. Bu itibarla, yabancı yatırımlar açısından Suudi Arabistan arkaik bir devlet modeline sahip. Nitekim cari “kefillik sistemi”ne göre, bir Suudlunun kefaleti olmadan herhangi bir yabancının orada çalışabilmesi, iş kurması mümkün değil. Dolayısıyla bir sonraki açılımın buna dair olması bir sosyo-politik, ekonomik açılım sağlasa da, Suudi Arabistan halkının bu sistemden yaygın şekilde istifadesi göz önüne alınırsa, bir umut olarak kalmaya mahkûm olduğu söylenmelidir.

Büyük projelerin çoğunun durma noktasında olduğu veya ağır ilerlediği de içerideki durumu bilenlerce söyleniyor. Yabancı yatırımcılar ve işçiler bunaltıldığı için, önemli bir kısmının Suudi Arabistan’dan çıkış planları yaptığı ifade ediliyor. Sağlık ve eğitim gibi sektörler, kaliteli doktor ve öğretmen bulamama sıkıntısı yaşıyor. Tabiatıyla bu da hizmetin kalitesinin düşmesine yol açıyor.

Açılımın/dönüşümün geleceğinde ne var?
Netice olarak şunu vurgulayalım ki, Muhammed bin Abdülvahhâb’ın soyundan gelen ve Suudi Arabistan’ın “dinî kurucusu” vasfıyla en yüksek dini otoritesini teşkil eden müftülük makamının sahibi “Şeyh” ailesinin anlayışı etrafında kümelenmiş Vehhabîliğin devlete de hâkim katı anlayışı ile Veliaht’ın “ılımlı İslam” açılımının nasıl bağdaşacağı ayrı bir muammadır. Yine bu meyanda, özellikle Necd bölgesinin çok daha muhafazakâr Kasîm, Hâil, Büreyde gibi, sokakta sigara dahi içilemeyen, televizyon seyredilmeyen orta bölgelerindeki Vehabbîlerin, bütün bu açılımlardan rahatsız olacağı da öngörülebilir. Devlete şu veya bu şekilde entegre olmuş bu Vehhabîlerdeki rahatsızlıkların, kraliyete karşı radikal bir çıkışa varması beklenmese de, bu anlayışın “ılımlı İslam” minvalinde dönüşümü önemli bir handikap olacaktır. Ancak önemli sayıda liderinin tutuklandığı Sahve hareketi mensuplarının büyük rahatsızlık içinde oldukları da söylenmelidir.

Ekonomik sıkıntıların halk üzerindeki negatif yansımalarını da ilave edebileceğimiz bütün bu risk ve handikaplara karşın Muhammed bin Selman, “Vehhabîlik yorgunu” yüzde 70 oranındaki genç nüfusun önemli bir kısmını arakasına alabilmek gibi bir avantaja sahip. Yine açılımların odağında yer alan kadınların da önemli bir kısmının bu reformlara destek vereceği aşikâr. Üstelik Neom projesinin getireceği avantajların yanı sıra, Veliaht’ın dışarıda da önemli bir siyasi-ekonomik desteğe sahip olduğu anlaşılıyor.

Hangi tarafın veya anlayışın öne çıkıp galip geleceğini tabiatıyla zaman gösterecek. Ancak dileğimiz, İslam dünyasının mihver/merkez ülkelerinden bir olan Suudi Arabistan’da, hâlihazırdaki görüntü o yönde olmasa da, iç dinamikleriyle sağlıklı bir açılımın/dönüşümün gerçekleşmesi.

[Prof. Dr. Özcan Hıdır İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi ve Rotterdam İslam Üniversitesi'nde öğretim üyesidir]