Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

‘İkon’lar Yolumuz Üzerinden Hiç Kaldırılmayacak mı?

Kürsüde 40 yaşlarında bir genç adam, karşısındaki gençlere ilginç bir şey anlatıyor. Ve gençler bu anlatılanları gülmemek için kendilerini zor tutuyor ve gülümseyerek dinliyorlardı.

Anlatılan konu şöyle idi:

‘.. Afrikalı bir devlet adamı, bir gün Hindistan’a gidiyor, resmî ziyaret için..

Ancak, başkent Yeni Delhi’de, bir yolda trafik tıkanıyor ve yol, saatlerce açılmıyor.

Afrikalı bunun sebebini sorunca..

Hindli mevkıdaşı diyor ki:

‘Mister, biz sığırlara taparız.. Onlar bizim ‘tanrı’larımızdır.  Bir öküz veya inek yol üzerine yatarsa, ‘tanrı’mızı  rahatsız edemeyiz ve kalkıp gitmesine kadar bekleriz. Tanrı’nın keyfi gelince, kalkar gider, biz de yolumuza devam ederiz..’

Bunun izah üzerine, Afrikalı misafir, muhatabına der ki:

‘-Dostum, siz yine de şanslısınız..

Çünkü, sizin öküzler sonunda, keyifleri gelince kalkıp gidecek ve yolunuz açılacak..

Bizim öküzlerin ise, yol üzerine heykelleri dikili, kalkıp gitmeleri sözkonusu değil..

Onları oradan söküp atmadıkça, yolumuz hep tıkalı kalacak..’

*

Bu konuşmaları yapan kişinin görüntüsünü, 16-17 sene öncelerde  bir tv.  kanalında acaib haber ve magazin proğramları sunan R. M. isimli kişi,  ‘-T. E’ın  A...’e inek dediği bir video görüntüsünü ele geçirdik, ilk kez bizim kanalımızda..’ diyerek, konuyu öyle bir ballandıra-ballandıra ve bir cazgır edâsı içinde anlatıyordu ki, değme gitsin..

Görüntüler karşısında gülmemek elde değildi.

Çünkü, proğram yapımcısına göre, o Afrikalı devlet adamına söyletilen, aslında, ‘A.’  idi.. Ve ona inek denilmişti, öküz denilmişti..

Tövbe-tövbe.. Resmî ideolojiden de korkmamışlar, bunu açıkça anlatıyorlardı.

*

Ne de olsa, ‘28 Şubat Zorbalığı’nın boğucu atmosferinde bulunuluyordu. O sözleri örnek olsun diye bile söyletmezlerdi; ama, herhalde, ‘resmî ideoloji ikonu’na sahib çıkacak kitleler olabileceği umularak, o proğram sunucusunun cazgırlığına açık veya zımnî müsaade verilmiş gibiydi. Ki, bu da o kafa yapısı açısından tabiî sayılıyordu.. Nitekim, o sıralarda, medyada, İzmir’de bir resmî ideoloji ikono’nun heykelinin kaidesine idrarını yapan bir köpek resmi yayınlanmış ve Hasan Âli’nin oğlu şair Can Yücel de, o köpeğe medhiyeler yazmış ve  bundan dolayı da hakkında 5816 sayılı kanuna göre dâvâ açılmıştı, ‘resmî ideoloji ikonu’na hakaret ettiği iddiasıyla.. O da, mahkemede yaptığı savunmada, ‘Bu kanun bana nasıl uygulanmaya kalkışılır? O kanun gericilere karşı kullanılmak üzere çıkarılmıştı..’ diye durumu gaayet açık olarak ortaya koymuş ve beraet etmişti.

*

Şevket Süreyya nice ideolojik maceralardan sonra, ‘resmî ideoloji’  limanına demir atmıştı.

Ama, 1976-77’lerde, bir yazısında, ‘Kahramanlar putlaştırıldığı zaman ölür.. Biz M. K.’i putlaştırdık ve öldürdük. Ama, onu putlaştırmaya mecburduk..’ demişti. Daha fazlasını da söylemişti -özetle-: ‘Nutuk’ bir siyasî belgedir, tarihî belge değildir. Onda yer alan belge ve bilgileri kendisine göre yorumlamıştır ve içinde yanlışlar, hattâ yalanlar vardır..’

*

Anayasa, daha ‘Başlangıç’ bölümünde, ‘resmî ideoloji’nin ‘ikon’laştırılmış ismi etrafında geliştirilen ilke ve devrimlere bağlılıkla başlar. Ana kanunun ruhunu bu ilke ve devrimler oluşturuyor. Dahası, o ana kanunun içinde yer alan açık hükümlerle, o ilke ve devrimlerin korunması adına yapılan kanunların  insan hak ve özgürlüklerine aykırı sayılamıyacağı hükme bağlanıyor.

Bu ifade aslında o yapılanların nasıl bir dayatma olduğunun, ona karşı çıkılamıyacağının; kendisini ‘üstün irade’ olarak gören bir anlayışın, toplumun ve nesillerin elinden öyle bir itiraz hakkını gasbettiğinin ilâmıdır.

*

‘Cumhurbaşkanının ilk kez, doğrudan doğruya halk tarafından seçilmiş olması’ elbette büyük bir merhale.. Nitekim, Tayyîb Erdoğan da, bunu, ‘ülke ve halkımız üzerindeki vesayetin sona erdiği’ şeklinde değerlendirmişti ve bu söz, tamamen yanlış da değildi.

Bu vesileyle bir daha hatırlayalım ki, ‘vesayet’ kelimesi, hukuk dilinde, aklen veya bedenen kendisini idare etmek gücünde, erginliğinde ve konumunda olmayanların yönetiminin başkalarını verilmesi mânâsındadır. Yani, bizim toplumumuz da bir takım kavram veya mekanizmaların, güç odaklarının ‘vesayet’i altındaydı, asırlardır ve bunun en sonuncusu ve en devamlısı, en katısı, ‘kemalist-laik -türkçü, militer (askerî) vesayet’ idi.. Siz bunlara, halkın rüşd yaşına ermediği mânâsını yansıtan daha başka ‘vesayet’ kavram ve kurumlarını da ekleyebilirsiniz. 

Eesasen, bizim ülkemizde ve halkımızın tarihinde daha o kadar çok ‘vesayet’ler vardır ki.. Çünkü, sistem taa baştan, ‘vesayet’ üzerine kurulmuştur. Hem açıkça saltanat olarak isimlendirilen ve asırları dolduran zaman diliminde ve hem de Cumhuriyet adına oluşturulan fiilî saltanat döneminde..

Saltanat dönemindeki ‘vesayet’ anlaşılabilir. Çünkü, sulta sahibi güçler, kendi ‘üstünlük’ iddialarını sürdürmek için dolaylı yollara başvurmazlar, ellerindeki ‘zer’ (altın/ servet) ve zor’ ile, bu başeğmeyi sağlarlar. Bu gayet açıktır, kurnazlık yoktur..

Ama, anlaşılması zor olan, hem bir sistemin cumhuriyet adını taşıması, yöneticilerin iktidara geliş gidişinin, halkın ekseriyetinin iradesi adına gerçekleştirildiği iddiasında bulunulması, hem de, o halka, değiştirilmesinin teklif dahi edilemiyeceği ve insan hak ve özgürlüklerine aykırılıkları iddiasında bulunulamıyacağı gibi kanunların olması ve bütün bunların bir halka, hukuk adına, anayasaya adına, halk iradesi adına, süngü ucu zorlamasıyla kabul ettirilmiş olmasıdır.

Ki, bu dayatma, dünyada örneği Kuzey Kore gibi ülkeler dışında bulunmayan şekilde, anayasanın ‘Başlangıç’ kısmında bile, hukuk sisteminin kaynağının bir kişi adına oluşturulmuş, tedvin olunmuş, düzenlenmiş bir takım ilke ve devrimler olarak koruma altına alınmıştır.

Dahası, adına oluşturulan ilke ve devrimlerin öznesi olan o kişi de, ölümü üzerinden 77 sene geçmesine rağmen, yine dünyada emsaline hiç bir modern ülkede rastlanamıyacak bir ilkellikle, hâlâ kanûnî koruma altında tutulmaktadır. Sanki, serbest bırakılsa, bir şeyler yıkılıverecekmiş gibi bir korku vardır..

Hatırlayalım ki, M. Kemal’in 1923-25 arasında 1,5 yıl kadar eşi olan Lâtife Hanım’ın hâtırâtı, 7-8 sene önce yayınlanmak istendiğinde,  Türk Tarih Kurumu’nun o zamanki başkanı (şimdi MHP  m.vekili ) Prof. Yusuf Halaçoğlu yaptığı  açıklamada, ‘Ben o hâtırâtı okudum, eğer onlar yayınlanırsa, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin baştan sona yeniden yazılması gerekir..’ diye müthiş bir iddiada bulunup, mahkemeden, o hâtırâtın hiçbir zaman  yanlanmaması yolunda bir karar çıkarılmasını sağlamıştı; güya Latife Hanım’ın yakınları adına..  

Düşünebiliyor muyuz, ne korkunç bir resmî ideoloji propagandası altındayız. Halbuki, ‘1,5 yıllık bir evlilik sırasında  o hanım neler öğrenmiştir ki, böyle bir iddiada bulunabiliyor..’ diye üzerinde düşünülmeli değil miydi?

Böylece de 90 yıldır ‘tek kişi’ tahakküm ve vesayeti, sürüp gidiyor. Ya da, o bir korkuluk gibi kullanılıp, onun adına, neler-neler tezgahlanıyor ve sergileniyor.

*

Toplumumuzun bütün hemen bütün üniversiteler aklî faaliyetleri bir asra yakın zamandır onun dediklerini yorumlamakla geçti, geçiyor.

Gencecik, körpecik beyinler, hergün, her yerde, devamlı o ‘tek kişi’nin ilke ve devrimlerine, aykırı, zülf-i yâre dokunan bir söz söylememek dikkati içinde, zihinlerini kelepçeliyorlar, beyinlerini onun görüşlerine aykırı bir görüş üretmemesi için donduruyorlar, özgür bir şekilde!!..  Ve nesiller bir asra yakındır, putperestçe eğilimlerle yetiştiriliyor.

Hele, subay kesimi.. Onlar için, o, toplumu yönetmekle vazifelendirilmiş seçkin bir zümrenin adeta inanç temelini oluşturuyor ve kendilerini de onun küçük birer kopyası olarak görüyorlar. (Tarihçi Prof. Cemil Koçak, geçenlerde bir yazısında, Avusturya- Macaristan İmparatorluğu ve Prusya subaylarının kendilerini yüzyıl öncesinin şartları içinde birer ilah gibi gördüklerini ve M. Kemal’in de kendisini öyle düşündüğü görüşünü dile getiriyordu..)

Her yerde onun ismi, resmi; kağıttan, taşdan, betondan, tunçdan büstü, heykeli.. Her şehirde nerede büyük bir cadde varsa, onun isim ve sıfatlarının muhtelif versiyonları..

Okullar, hastahaneler, büyük her ne varsa, o.. Bütün, devlet dairelerinde, onun resmi..

MİT’in ve askerî kurumların amblemlerinde bile onun resmi..

Nerede bir resmî açıklama yapılacaksa, hemen onun resminin veya büstünün önüne açıklamalar yapılması tuhaflığı.. Sanki, arkadaki resmin, büstün, kabartmanın gözcülüğünde, kontrolünde yapılıyormuş gibi.. Her mahkeme salonunda, onun kabartma resmi.. Yani, adâlet de onun adına..

Onun imzası, şimdilerde arabaların üzerinde bile, bir sembol olarak kullanılıyor..

Bunlar üstelik, bir sevgiden değil, zorlamadan..

(Yazık ki, bu resimlerden meded ummak saçmalığı, İslam adına hükûmet kurduklarını düşünen başka ülkelere de sıçradı, son çeyrek yüzyıldır..)

Farz-ı muhal, İsmet İnönü, sadece Meclis’te onun bütün ömrü kadar bulunmuş ikinci bir isim iken, bugün, ne zaman öldüğünden kimsenin haberi yok.. Tarihi merak edenler, onu adam gibi anıyorlar. Hakaret etmiyorlar, kutsamıyorlar. Hizmetlerini, yaptıklarını takdir eden de var, tenkıd eden de..

Ama, bu insanî anlayış imkanı, ‘birinci şef’e tanınmıyor. O, belki de kendisinin bile tanıyamıyacağı derecede bir şahısperestlik konusu halinde..

Hemen herkes ona karşı çıkılmasının belâlı olduğunu bilinç altına yerleştirdiğinden olmalı, artık bu durumu kanıksamış gibi davranıyor, ama, bu zorbalık tekrarlıya-tekrarlıya, ya bir kutsamaya dönüşüyor, ya da bir gizli nefret veya itiraza...

*

‘Bu konular üzerinde durmayalım..’ demek, asırlarca süren saltanat kültürümüzün de etkisiyle, bugünlerimizi ve yarınlarımızı da esir alacak boyutlarda çıkmakta, karşımıza..

Düşünelim ki, Tayyîb Erdoğan gibi, dayatmacı teamüllere karşı isyan havası taşıyan bir isim bile, bu konuda ‘...dalaşmaktansa, çalıyı dolaşmayı..’ tercih eden bir yöntemi kabullenmiş gözüküyor.

Ki, halkımız, onu, yüzde 52 gibi açık bir ekseriyetle kendisinin başkanı olarak seçip, ona  ülkeyi yönetme yetkisini verirken, bu tercihini, onun da gidip malûm ilke ve devrimlere teslim olması için yapmamıştır.

Ama, o, Cumhurbaşkanlığı’na başlarken, kanûnen yapmak zorunda olduğu yemin metninde, o ilke ve devrimlere bağlı kalacağına dair söz vermeye mecbur edilmekten öte.. Anıt-Kabir ziyaretlerinde hiç bir mecburiyet yokken, bir takım teamüllere uymayı gerekli görmüş ve  o dayatmayı, bir cumhurbaşkanı olarak kıramamıştır. Halbuki, Cumhurbaşkanı seçilişi üzerine yaptığı, bir saate yakın süren balkon konuşmasında, ‘resmî ideoloji ikonu’ haline getirilen o isimden tek bir kelimeyle bile söz etmediği için,  mâlum resmî ideoloji tapıcıları medyasında ağlamaklı manşetler atılmıştı. Gönül isterdi ki, o, bu dikkatini bir ‘laik kutsal tekke’ haline getirilmiş Anıt-Kabir’de de sürdürsündü.. O ise, okuma-yazma bilmeyen bir ölüye, tıpkı selefleri gibi ve tuhaf bir mantıkla, “Türkiye Cumhuriyeti’nin, ...halkın oylarıyla seçilmiş ilk cumhurbaşkanı olarak görevi devralıyorum. Vefatınızı ardından cumhurbaşkanlığı makamı ile cumhur arasındaki bağlar zayıfladı. Bugün göreve başlarken bir kez daha cumhur ile başkanının, devlet ile milletin kucaklaşmasına vesile olduğunu düşünüyorum. (...)Bugün Türkiye’nin küllerinden doğduğu gündür. Her zamankinden daha fazla çalışacağıma söz veriyorum..’ gibi hesablar vermeyi tercih etti ve bu tavrını, iki gün sonra, 30 Ağustos törenleri için gittiğinde de tekrarladı; sanki, 1938 öncesinde halkla, resmî ideolojinin ilk şefi ve yönetimi arasında bir güçlü bağ ve kaynaşma varmışcasına..

Ve orada, her iki ziyarette de geçmişte olduğu gibi, oradaki deftere bir şeyler yazdı ve onları oradakilere ve medya aracılığıyla bütün halka yüksek sesle okudu. Ayıbın ötesinde,  utandırıcı bir ilkellik..

Halbuki, 20 sene öncelerde öyle bir âdet de yoktu, teamül de.. Bu komik saçmalığı A. Necdet Sezer başlatmıştı.. Kendisini ‘Atatürk’ün kızı’ olarak niteleyen Tansu Çiller bile öyle yapmamış ve o deftere gelişi güzel şeyler yazmıştı.. Hattâ, bir keresinde, oradaki yazısını bir mektub havasında, Görüşmek ümidiyle..’ diyerek bitirmişti de bu komiklikten çoğu kimsenin haberi olmamıştı. 

*

Beyinleri idlal eden, dalalete sürükleyen bu saçma teamüllerin değiştirilmesi; siyasî liderleri kutsamayan, kişi tapıcılığı görüntüsünden kurtulmak isteyenlerin ideali istikametinde yol alınsındı.. Evet, gönül bunu isterdi.. Ondan, inanmadığı her şeyi yapmamasını beklemesek de, inanmadığı şeyleri telaffuz etmemek dikkatini sürdürmesini beklemek hakkımızdır.

O Tayyîb Erdoğan ki, 1936-37’lerde Dersim’de ve daha önce de diğer yerlerde sergilenen nice korkunç tenkil - yoketme hadiselerinin dosyalarını, 75 sene sonralarda açmıştı.

Gerçi, Dersim yerle bir edildiğinde, Tayyîb Erdoğan, bu işlerin aslî faili olarak, asıl sorumlu olanın, C.Başkanı sıfatını taşıyan kişiyi değil, İsmet İnönü’yü göstermişti.. Halbuki, İsmet Paşa, o zaman sadece Başbakan idi. Ama, bu yine de anlaşılıyordu.. 

Nitekim, o ‘ilk şef’in kurucusu olduğu muhalefet partisinin önde gelen isimleri, Tayyib Erdoğan’a, ‘Sen aslında Atatürk’ü eleştirmek istiyorsun, ama, ona gücün yetmediği için, İsmet İnönü’yü suçluyorsun...’  diyorlar ve doğru da söylüyorlardı.

Bununla M. Kemal, bütünüyle reddedilsin denilmek istendiği sanılmasın.. Geçmişte yaşananlar iyisiyle- kötüsüyle, yanlışıyla-doğrusuyla bizim tarihimizdir. Onlardan ders almak için öğrenmemiz, tartışmamız gerekir, ama, hür olarak ve kutsamak için ise, asla..  

Tarihte kalanları, hakaretsiz  ve de hürr olarak değerlendirmek, bizim hakkımız olduğu gibi; tarihte kalanlara adam gibi anılmaları imkanı vermek de bir vazife sayılmalıdır.

*

‘İçkiyi, beyni uyuşturmak için, ilaç niyetine içmek..’ (?!)

Bu vesileyle, 30 Ağustos günü yapılan değerlendirmelerden birisine de dikkati çekmek gerekiyor. Genelkurmay eski Başkanı em. Org. İlker Başbuğ, Fox TV’de İsmail Küçükkaya’nın sunduğu bir proğrama katılmıştı.. (Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in son yaptığı ve askerdeki eski müdahale alışkanlıklarını hatırlatan açıklamaya ise, son derece ilginç ve üzerinde durulması gereken bir ayrı konu olduğu açısından şimdilik işaretle yetinelim.) 

M.Kemal’in kesinlikle bir diktatör olmadığını söylüyordu, Başbuğ.. Halbuki, o, bizzat, ‘Bugünkü manzaramız, bir diktatörlük manzarasıdır..’ diye yazıyordu, yakın arkadaşı Fethî (Okyar) Bey’e.. Kaldı ki, o dönemin uygulamaları, toplum mühendisliği dayatmaları, diktatörlük sayılmayacaksa, başka diktatörlüğün başka ne gibi alâmet-i farikaları vardır?  

Başbuğ, M. Kemal’in din konusundaki görüşlerini, resmî ideoloji tezlerine uygun bildik iddialarla tekrarladıktan sonra, Kücükkaya, sözü ‘Çankaya sofraları’na getiriyor ve o sofralarda memleket meselelerinin konuşulduğunu ve alkol alındığını hatırlatıyor ve M. Kemal’in ‘alkolle tanışıklığının taa askerî okul günlerinden geldiğini, bu konunun da onun  çok konuşulan özelliklerinden birisi olduğunu ve yer yer zaafı olarak da tanımlandığını’ söylüyor, Başbuğ’a bu husustaki görüşünü soruyordu.  Başbuğ, "Atatürk'ü tamamen anladığımız kanaatimizde değilim. Bunun birinci sebebi eğitim.. Eğitim sistemimiz ezber üzerine, bu doğru bir sistem değil. Olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkisi öğretilmeli. Atatürk’ün biz insani boyutunu yeterli derece anlamıyoruz. Atatürk’e insanüstü bir durum vermek son derece yanlış.." demek zorunda da kalıyor ve ama, alkol konusunda bir soruyla  karşılaşmaktan hiç memnun olmadığını yansıtan yüz hatlarıyla şunları söylüyordu:

‘- ...şimdi.. Atatürk .. Esasında şöyle söyleyelim..

Hasan Rıza Soyak ( o dönemin) Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterlerinden..

Soyak’ın ifadesine göre.. Günde çok kahve ve sigara içiyor.. Sigara günde 40-50..

İçkiye gelince..

Gündüzleri yok.. Hattâ mesai saatlerinde çok isyan ederdi.

Ama geceleyin.. Yemekle beraber, evet, içiyor..

Ama, Soyak’a göre, kesinlikle yemekle birlikte ve az içerdi.. (Halbuki, Soyak’ın hâtırâtında, bazı akşamları o sofrada yaptığı konuşmanın gazetede yayınlanmıyacak derecede olduğunu ve o konuşmayı sorduğunda, o konuşma metnini M. Kemal’e gösterdiğini ve onun da bu durumdan dolayı kendisine takdirlerini bildirdiğini de belirtir, yani az-maz bir içmek sözkonusu değildir..)

 Ama, içki olayı var, doğru..

(Başbuğ devam ediyor): ’Soyak’ın anlattığına göre.  Bir gün sabah kalktığında, ’Bugün başım ağrıyor çocuk..’ diyor.

Soyak da bunun üzerine, fırsatını bulmuşken içki konusuna değineyim diye düşünüyor ve ’Paşam diyor, bu içki olayını keşke şey yapsanız,, içmeseniz..’ diyor..

Cevabı çok ilginç..

Diyor ki.. Yaaa, haklısın diyor..

Bunları ben de bilmez değilim..

Fakat ne yapayım ki, içmeye mecburum..

Kafam, çok ama, beni muzdarib edecek kadar çok hızlı çalışıyor. Vakit vakit onu uyuşturup dinlendirmek ihtiyacı duyuyorum.. İçmeden uyuyamıyorum.

(Sonra, Başbuğ müthiş bir içki yorumu patlatıyor): Yani, Atatürk içkiyi, aslında bir ilaç olarak görüyor.. Zihnini dinlendiren..

Yani, Atatürk’ü doğru anlamak gerek..

Sonra da Soyak’a, doğru söylüyorsun çocuk, azaltmaya çalışacağım diyor..

*

Bütün bunlardan sonra.. Ortaya atılıp topluma ve bir asra yakındır nesillere dayatılan o ilkeler veya yapılan o devrimler, hangi ânın eseriydi; yoksa, kafanın iyice zonkladığı ânın mı; yoksa, beynin uyuşturulması için içkiye vurulduğu ânın mı?

haksöz

Bu yazı toplam 1106 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar