Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

"İki dil"le konuşanlar da,"barış"tan,"savaş ilân eder gibi"sözederken 2

İslam tarihi, Kerbelâ Cinayeti gibi bir iç facia ve Moğol İstilâsı gibi bir büyük dış facia başta olmak üzere, nice büyük gailelerle karşılaştı..

Asırları dolduran, "zer ve zor" (altın ve kılıç), "servet ve kaba kuvvet" gücüne dayalı saltanat uygulamalarıyla; kapitalizm, komünizm, faşizm vs. birçok sosyal felaketlerle karşılaşmıştır; ama, bunların hiçbirisi İslam"ın aslî mesajını gölgeleyememiş, buğulandıramamış ve herbirisi gelip geçmiştir; yenilerinin âkıbeti de öyle olacaktır..

Ama, aynı şeyi, kavmiyetçilik / nasyonalizm / şovenizm veya  ırkçılık gibi, insanlar arasında kan, dil, soy veya renk beraberliği gibi hususları esas alan cereyanlar hakkında aynı rahatlıkla söyleyemeyiz, herhalde.. Çünkü, İslam"ın daha ilk asrından itibaren, "arab olanların arab olmayanlara üstün olduğu"na dair çarpık görüşler İslam adına da dillendirilebilmiştir, ne yazık ki.. Hattâ o kadar ki, bazı fıqhî mezheblerde, cezaî uygulamalar için, "arab olan bir müslüman kadın, arab olmayan bir müslüman erkekten daha üstündür.." gibi acaib yorumlar bile yapılabilmiştir..

Halbuki, "İnne ekremekum indallahi etqakum.." (Sizin Allah ındinde en üstün ve hayırlı olanınız, en taqvâlı olanınızdır..) meâlindeki âyeti ve de hadis-i nebevî"deki‚ "arabın aceme (arab olmayana), arab olmayanın da arab"a üstünlüğü yoktur!" mâna ne kadar nettir..

Kavmiyetçilik fikri, hangi kavim için olursa olsun, daima büyük fitne ateşlerini içinde barındırır.. Onun içindir ki, bazılarının‚ "Hz. Peygamber arab olduğu için arablar yücedir  ve onları sevmeliyiz.." şeklindeki görüşleri, nice derin tefekkür sahibi müslümanlarca; "Sırf, Hz. Peygamber arab olduğu için arabların sevilmesi gerektiğini düşünenler İslam"ı anlayamamışlardır.."  diye reddedilmiştir..

Kaldı ki, ilahî vahy"in insanlığa sunulmasında vazifelendirilen Resul-i Ekrem (S)"in ilk muhatablarının arab olması hasebiyle ve onların anlaması için, Kur"an-ı Kerîm" in arabça olarak nâzil olunduğu (En"âm- 126"da) açıkça bildirilmektedir..

Şu veya bu kişi, toplum veya kavim için, -aile veya sosyal çevreden ve kültürel atmosferden daha sonra edinilen değerler ve davranışların etkisi ayrı olsa da- doğuştan bir üstünlük veya aşağılık sözkonusu edilemiyeceği gibi, aynı sülâleden, aynı aşiretten, aynı kabileden, aynı şehir veya ülkeden, aynı coğrafyadan olmak da bir üstünlük veya aşağılık sebebi sayılamaz.. Akrabalık veya hemşehrilik gibi bağlara atfedilen önem, ancak, ortak değerlere, alışkanlık veya hâtıralara sahib olunması yüzünden olabilir.. Bunun dışında, bu gibi yakınlıkların, hele de haksızlık ve zulümler işlemek için dayanışma sebebi olarak gösterilmek veya kullanılmak istenmesi selîm aklın kabul edeceği bir durum değildir.. 

Esasen,"İslam Ümmeti için, en büyük felaket, insanların birbirlerini, "Ey Yemâmeoğulları! Ey Kahtânoğulları!"  diye, (kavimlerine, soylarına göre) yardıma çağırmalarıdır"  meâlindeki bir "nebevî hadis" rivayeti de bu konuda daha bir düşündürücüdür.

İnsanlar arasındaki dil beraberliğini de aynı çerçevede değerlendirebiliriz..

Aynı dili konuşanlar, hakk ve adâlet ve insaf  gibi ölçüleri hatırlamaksızın, sırf dil, soy, ırk veya coğrafya birliğine bakarak, başkalarına yapılan zulme seyirci kalırlarsa, bu da en büyük beşerî musîbetlerdendir..

*

Allah"ın halkettiği fıtrî durumlar, nasıl görmezlikten gelinebilir?

Önce şu temel anlayışta buluşmak gerekiyor herhalde:

Bir dil, bir ülkenin vatandaşları arasında, değil milyonlar; hattâ birkaç yüz kişi tarafından konuşulsa bile, âdil ve mâkul olan bir yönetim, bu dil farklılığını görmezlikten gelemez ve onu zorla, zorbalıkla, zorbalığın sembolü halindeki kanun düzenlemeleriyle önlemeye çalışamaz.. Çalışırsa, bu korkunç bir zulümdür.. 

Çünkü, insanların kalabalık bir yığın ve bir sürü gibi olmaktan kurtulup düzenli bir topluluk halinde yaşaması için gerekli bir sosyal üst-yapı kurumu olan devlet mekanizması, ayakta kalabilmek uğrunda, vatandaşlarının sadece vergisini değil, gerektiğinde kan ve canını da ister.. Böyle olunca da, âdil ve mâkul devlet yönetimleri, her türlü külfetini yüklediği vatandaşının en tabiî haklarını tanımakta da aynı şekilde eli açık davranmak zorundadır..

İnsanoğlunun en tabiî haklarından birisi de, kendi anadiliyle konuşmak hakkıdır..

Ve, hangi dil olursa olsun, zorlama yollarla ortaya çıkmaz..

Dillerin ortaya çıkışı üzerine yapılan itiqadî temellere dayalı izahlar bir yana, insan aklı ile kavranılabilmesi için bir takım teoriler, yorumlar ileri sürülmüştür; ama, bunların filolojik açıdan kesin kaynakları ve kuralları belirlenememiştir..

Ve her bir dilin binlerce yıllık zaman tünelindeki macerasına bakılacak olursa, bu kadar karmaşık bir dil sistematiğinin nasıl oluştuğunu merak etmekten de insan kendisini alamaz.. Ve, diller, zorla var edilemiyeceği gibi; hayatiyet gücü olan dillerin yokedilebileceği de düşünülmemelidir.. Çünkü, su, kendi tabiî yatağını kendisi bulur..

(Dillerin yapısında çeşitli düşüncelerle bir takım zorlama düzenlemeler yapılmak istenmiştir, ama bunlar genelde tutmamıştır. Bunun en ünlü örneğini, zorlama yollarla oluşturulmaya çalışılan ve "esperanto dil"  diye anılan çaba oluşturur..  Ama, 1890"lardan itibaren sun"î olarak ve dünyanın çeşitli halkları arasındaki iletişimi kolaylaştıracağı umularak, yeni bir ortak dil meydana getirmek gayesiyle yapılan bu çabalar tutmamıştır..)

*

Elbette asıl mes"ele, ağız dili ile değil, kalb ve gönül diliyle anlaşabilmektir..

Nice âşinâlıklar vardır ki, kalb ve gönül diliyle anlaşılamadığı için, nisyana/ unutulmaya terkedilmiş veya düşmanlıklara dönüşmüştür..

Bir anekdot:

Azerbaycan Baku Üni"nin filoloji "muallim"lerinden birisi, (Prof. Şukrî Qarayev), "N"olur, o şirin İstanbul türkçesi ile danış (konuş) da, üreğim ışısın.." der; "dilden daha aziz, daha önemli hiçbir şey olamıyacağını" söylerdi.. Ona, ağız dilinden daha önemli olanın, kalb / gönül dili ile sağlanan birliktelik olduğunu söylediğimde itiraz ve ağız dili birliğinin herşeyin üstünde olduğu görüşünde ısrar eder ve ona bu görüşünün doğru olmadığını hemen isbatlayacağımı söylediğimde, "Buna beni asla inandıramazsın.." derdi.. 

Halbuki, bunu isbatlamak çok kolaydı.. Çünkü, o kişi, putlaştırılmış bir siyasî kişiye, özel bir muhabbet besliyordu..

Sohbetin devamında, o putlaştırılmış kişi hakkında, "O bir megaloman, / kendisini herkesten üstün zanneden anormal ve zamâne fir"avnu olan birisi  idi..." dediğimde, öylesine kızmıştı ki, neredeyse kavga edecektik..

Ona, "Ne kızıyor, tepiniyorsun?" demiştim.. "Bak, senin istediğin o şirin İstanbul türkçesi ile konuşuyorum.. Demek ki, ağız dili birlikteliği yetmiyormuş, muhtevanın da güzel olması, yani kalb - gönül dili de gerekiyormuş.."

*

Evet, biz bir inanç toplumu mânasında "bir millet"iz!

Siyasîler hangi maksadla söylerse söylesin, "farklı ana dillerle konuşsak bile, biz bir milletiz.." şeklindeki sözün özünü, şahsen, inancımın genel çerçevesi içine yerleştirdiğimde, hiç de yanlış bulmuyorum ve bunu 30 yılı aşkın bir zamandır hep belirtiyorum.. Bu mânada, evet, biz müslümanlar‚ "tek millet"iz; İslam Milleti..

Bugün siyasîler, "tek millet , tek vatan , tek bayrak" diyorsa, onların kalblerindeki niyetlerin ne olduğunu bilemeyiz, ama, bugünkü laik rejimin çerçevesi içinde konuşmak mecburiyetlerini de gözden ırak tutamayız.. Bu terimleri elbette kendi anladığımız mânada da kullanabiliriz.. Vatan"ı, inancımızın hayata hâkim olduğu yer, bayrağı da, "kelime-i tevhid" bayrağı olarak anlayabiliriz.. (Kaldı ki, bugün türk bayrağı olarak bilinen bayrak da, genel çizgileriyle, asırlarca, hele de Ortadoğu coğrafyasındaki müslümanların ortak sembolü olarak kullanılmıştı, taa Haçlı Seferleri"nden bu zamana kadar; yani, yaklaşık 900 yıllık bir zaman dilimi boyunca..)

Evet, siyaset erbabı bu terimleri, hangi mânada kullanırsa kullansın, ben bir müslüman olarak, hele de "millet" terimini başkalarının yorumlarına fedâ edemem.. 

Biz, aynı inanç potasında bir araya gelmiş farklı kavimlere, tevhîd gülistanında, farklı renklerde açan güller veya farklı seslerde şakıyan bülbüller misali bakmak durumundayız.. Allah"ın bize verdiği isim, "müslüman"dır ve hepimiz, "Benî Âdem"iz, Âdemoğlu"yuz.."

Allah"ın yaratış hikmeti gereğince, çeşitli dilleri konuşan ve farklı ırk ve renk ve cinste insanlar olarak farklı kavimlerde olabiliriz.. Ve hiç kimse, kendi ırkını, rengini, cinsiyetini, anne-babasını, doğduğu sosyal çevreyi, coğrafyayı veya zaman ve mekanı kendisi belirlemez.. Bu gibi farklılıklar üzerine bir birliktelik de sürekli olamaz.. Bütün bu farklı insan grupları, ancak bir inanç potasında eriyip bir bütün haline geldiklerinde bir millet olarak isimlendirilirler..

Bizi, bütün zaman ve mekanları, bütün insanları içine alabilecek bir cihanşumûllük çerçevesi içinde eritip şekillendiren inanç potasının adı, İslam"dır ve biz bu mânada, İslam milletiyiz.. Ve her kim de, "Ben müslüman değilim" derse; öz anne-babadan kardeşimiz bile olsa, bizim için bir hiçtir ve hattâ başkalarından daha uzak bir düşman konumuna bile geçebilir..

Bu temel anlayış içinde, günümüzün tartışmalarına yaklaştığımızda..

90 yıla yaklaşan‚"türkçü-kemalist-laik TC rejimi"nin tahakkümlerine, zulüm ve emellerine ortak olmak zorunda olmadığımız gibi; "kürdçü-apoist- laik PKK"nın zulüm ve emellerine  ortak olmak gibi bir yaklaşımımız da olamaz..

Unutmayalım ki, "kemalist-laik rejim" de aynı merhalelerden geçmişti.. Başta, "ezan"ın okunmasına müdahale etmeye kadar nice zorbalıklar olduğu gibi; türkçede aynı inanç atmosferinin özelliklerini taşıyan arabça ve farsça ne kadar kelime varsa, onlara karşı savaş açılmış ve o zaman kadar üzerinde durulmayan bir "türk ulusu"nun ortaya çıkarılabilmesi için, geçmiş kültürle ve inancımızın temelleriyle savaşılması gerekmiş ve bu arada da, en fazla dil birliği vurgusu yapılarak, moğolca köklere dayanan bir arı türkçecilik başlatılmış ve büyük şehirlerde, trenlerde, vapur ve otobüslerde, "Vatandaş türkçe konuş.." kampanyaları için özel baskı grupları oluşturulmuştu.. Hattâ, Amazon nehrinin "amma uzun"dan, Niagara Çağlayanı"nın "ne yaygara.."dan, Kanada"nın başkenti Ottawa adının‚ "ot ve tava"dan, Ankara"nın‚ "kara günde an"dan geldiğini ileri sürecek kadar acaib dilciler türemiş ve kemalist rejimin çılgınlık döneminde, bunlar resmî imkanlarla donatılıp baştâcı edilmişti..

Dahası, millet açlık-perişanlık içindeyken, bütün dillerin türkçeden türediğini iddia eden "güneş-dil teorisi"yle, diktatörümüzün emrine uygun yorumlar yapmak için nice -sözde-dil bilginleri şaklabanlık yarışına girmişlerdi..

Bu çarpık çabalar hedefine tamamen varamadı, ama, büyük tahribat yaptı, elbette..

Bugün de, PKK aynı merhaleleri takib ederek kendisine özgü bir kürdçü -laik dünya kurmanın peşinde..

Hattâ nice müslüman insanımız bile, şimdi de, dünyadaki nice kelimelerin kürdçeden gelmekte olduğu gibi, acaib ve 1930"lardaki türkçecilik zırvalamalarına paralel bir çabanın içinde gözükmüyorlar mı?

Ve amma, bunu da normal karşılamak gerekir..

Çünkü, 80 yıl-90 yıl boyunca, bir kavmi toptan yok sayar, dillerini aşağılarsanız, onlar da ifrat-tefrit  sarkacında sallanacaklar, gidip geleceklerdi..

Halbuki, bu ülkede  milyonlarca insan, kürdçe konuşuyordu ve de asırlardır..

Ve müslüman halkımızı, bir arada tutan temel harç, inanç birliği idi..

Laiklik anlayışıyla bu temel harç üzerine asit dökmeye kalkıştıktan sonra, genizleri yanan kitleler, hava almak için sağa-sola savruldular..

PKK ve siyasî platformdaki uzantıları da, bu durumu en yüksek faydaya dönüştürmek için kürd toplumunun karşısına her an yeni şekiller alan taleblerle çıktılar..

Türk kavmi adına hükmettiklerini iddia eden türkçü-kemalist- laiklerin, türk halkının günlük  hayatıyla da, tarih içindeki azimetiyle de herhangi bir ilgisi nasıl yok idiyse; onların da kürd halkının aslî mahiyetiyle de, ihtiyaçlarıyla da ilgileri yok idi..

Bu da tabiîdir..

Çünkü, hasta bir beden, rahatsızlığının ne olduğunu teşhisde genelde hatalara düşer; ağrıyan dişin yerine başka dişlerin çekilmesi örneklerinin daima oluşu gibi..

Ve sonunda gelindi, "iki dil" söylemine.. 

İki değil, çok dilli bir toplumda bir ortak dil olur, diğerlerine de sınırlama getirilemez..

Bir defa, bizim toplumumuz fiiliyatta, iki dilli değil, çok dillidir..

Türkçe, kürdçe, arabça, lazca, arnavutca, sırsça/ boşnakça, gürcüce, tatarca, pomakça, romanca, rumca, çerkezce, abazaca, kumukça, ermenice, ibranice, vs, yığınla diller vardır ülkemizde..

Ayrıca, bölgelere göre birbirine anlamakta zorlanacak kadar farklı şive ve lehçe farklılıkları bir yana, İstanbul şivesini esas alan resmî dilden çok farklı bir halk dili, şehirli dili ve köylü dili, belli meslek gruplarının dilleri, hattâ bazı semtlere göre gelişen argo dili gibi yığınla farklılaşmalar.. 

Böyle olunca da, sadece iki dili esas alıp, bu konuya, laik TC rejiminin veya laik PKK"nın emel, hedef ve planlarına göre yaklaşmak zorunda değiliz..

Tabiî olması gereken nedir?
Önce, her ülkede, bir ortak veya birkaç ortak resmî dil olur.. 

Birden fazla resmî dili olan ülkelere örnek olarak, Belçika"da resmî makamlarda da, valonların fransızca, flamanların flamanca-felemenkçe/ hollandaca konuşmasını; veya İsviçre"de, almanca, fransızca, italyanca, ingilizce gibi 4 ayrı dilin resmi ortak dil olduğunu gösterebiliriz.

Veya, Sovyetler"in dağılmasından sonra ortaya çıkan 16 devletten herbirinin insanlarının ve hattâ, özü itibariyle türkçe olan azerice, kırgızca, özbekçe, türkmence, kazakça ve tatarca konuşan insanların birbirleriyle derin lehçe farklılıkları dolayısiyle türkçe anlaşamadıkları için ancak rusça anlaşmak zorunda kalmaları yüzünden, rusçayı fiilen ortak dil olarak kabullenmeleri de bir ayrı örnektir..

O halde.. Ortak bir resmî dil, ülke çapında en çok hangi dil ortak kullanılıyorsa, ona göre belirlenir.. Bu türkçe ise türkçe olur; kürdçe ise kürdçe olur.. "Resmî dil, sadece türkçe olur ve asla değiştirilemez!" demek de bir dayatmadır..

Bu konuda da, zoraki dayatmalardan değil, sosyal vakıalardan beslenilmesi gerekir..

Sözgelimi, İran"da, fars, azerî, kürd, arab, türkmen, beluc, lor, gilek, tevaliş ve tat gibi birçok kavimlerder vardır ve bu insanların birbirleriyle anlaşabilmesi için bir ortak dile ihtiyaçları olacaktır ve bu kavimlerin mensublarının orada, fars kavminden kimse kalmasa bile, ortak dil olarak farsçayı kullanmaları gerekir..

Resmî metinlerde adı, resmen 1920"den Türkiye olarak geçen Anadolu coğrafyasında da, yığınlarla kavimler vardır.. Ama, sanırım bunların ortak dili, TC dönemindeki zorlamayla ilgisi olmaksızın, yine türkçe olurdu..

Yani, iki dillilik değil, çok dillilik zâten vardır, fiiliyatta.. İnsanlar, türkçeden ayrı olarak kürdçe, gürcüce, lazca, arnavutça, arabça, tatarca, çerkezce, pomakça vs. gibi dillerle  konuşuyorlarsa, buna kim nasıl karşı çıkabilir? Karşı çıkanlar kendilerini kandırırlar sadece.. Ve türkçü kavmiyetçilik, nasyonalizm ve şovenizm ateşi başka kavimlerde de mukabil bir dil şovenizminin ateşini tutuşturacaktı, tabiatiyle.. Halbuki, 80 yıl boyunca, türk diliyle konuşan halkın hangi temel mes"eleleri, sırf  "türkçe" konuşmakla daha iyi halledilebilmiştir? Bunun üzerinde sosyolojik bir araştırmaya dayalı veriler ileri sürülebilir mi?

Ama, bu "türkçü" türkçe dayatmaları, mukabilinde kürdçü kürdçe dayatmalarını da ortaya çıkaracaktı.. 

Bir ülkedeki sosyal hayatta, vatandaşlar kendi duygularını, düşüncelerini, tefekkür, edebiyat, san"at vs. bütün alanlarda en iyi şekilde nasıl ifade edebiliyorsa, o dili kullanabilmelidir..

Resmî alanda ise, normal olanı, ortak dilin esas alınmasıdır ve o dili bilmeyenleri ise, devlet, yeminli tercümanlarla anlamaya çalışmak ve onlara hizmet sunmak zorundadır.. Başka dillerde bir avuç sosyeteye, mesela, başka dillerdeki operalar için yüzmilyonlarını harcayan bir devlet yönetimi, kendi vatandaşlarının dilini ve talebini anlamak için bu kadarcık bir hizmet masrafından kaçınırsa, bu mâkul olur mu? 

Ama, ortak dili bildiği halde, illâ da filan dili konuşacağım demek ise, TC rejiminin, binlerce yıllık köy, kasaba ve şehir isimlerini değiştirmesindeki dar görüşlülükten farklı değildir ve Ayrılık için müsaid zemin oluşturmak isteğiyle iki dil talebleri ise, tamamiyle reddedilemez, herhalde.. Çünkü, henüz  iki üç yıl öncesine kadar çok mâsum ve haklı talebleri dile getirenler, bugün "ayrılmak istemiyoruz diye vallahi-billahi demekten yorulduk.." deseler bile, sokaktaki insan için, inandırıcılıklarını yitirdikleri de ortadadır..

Bu noktada, TC rejimi kendi varlığını korumak için tek dilde ısrar edeceğe benziyor.. Bu hususun, rejim için önemi olsa bile, halkımızın ve ülkemizin varlığını koruması açısından hiç bir önemi olmasa bile.. 

Biz ise, müslüman halkımızın bütün kesimlerinin haklı taleblerinin gerçekleşmesine, İslam milletinin daha bir bütünleşmesi için, yardımcı olmalıyız..

Ve bunu yaparken de elbette, müslüman halkların inanç ve duygularını kullanmak isteyenlerin entrikalarına âlet olmamaya olanca dikkatimizi göstermeliyiz..

Başka halklarla karşılaştığımızda onlardan kendi anadilimizde birkaç kelime duyunca gönlümüzde bir sıcaklık meydana geliyorsa veya Almanya ve diğer ülkelerdeki milyonlarca insanımızın kendi dillerinde eğitim görebilmeleri için çaba harcarken; veya Balkanlar"da veya arab diyarlarında anadili türkçe olan kitlelerin korunması için dikkat gösterirken veya İran Cumhurbaşkanı Ahmedînejad"ın İstanbul"da önceki gün bir toplantıda, türkçe konuşmaya başlayıvermesi karşısında sevinenlerimiz, kendi ülkelerinde, asırlarca birlikte ve aynı inanç potasından olan kardeşlerinin ana dilleriyle kendilerini anlatmak imkan ve lezzetinden mahrum bırakılmamaları gerektiğini de kabul etmelidirler, akl-ı selîmin gereği budur..

Emperyalist dünya, bizi parça parça etmek isterken, kendisi daha bir bütünleşmenin çırpınışları içinde.. Bu bile, kendi inanç toplumumuzu olabildiğince güçlendirmek için, meşrû" bütün imkan ve yollardan faydalanmak zorundayız..

Yoksa, bir iki dil tartışması üzerine, iki dilli değil, var olan bütün dillerle, çok dilli bir toplum olmanın arzusunu dile getirmek yerine; barıştan sözederken bile, diğerlerine savaş ilân eder gibi konuşanların yolunu tercih edersek, kendi kuyumuzu kazmak akılsızlığına düşmüş oluruz.. 

 

haksöz

Bu yazı toplam 2163 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar