Nureddin Şirin

Nureddin Şirin

Hz. Yusuf Örnekliği'nden Alacağımız Ders Bize Delil Olmaz mı?

Öncelikle, idrak ettiğimiz mübarek Ramazan bayramının, işgal altındaki tüm İslam topraklarının hususen Kudüs"ümüzün özgürleşmesinin bir müjdecisi olmasını, istikbar, tuğyan ve siyonizme karşı mücadele eden tüm dünya mücahidlerine zafer ve fethul mübinler bahşetmesini yerlerin ve göklerin Rabbi olan Allah'tan niyaz ederim.

12 Eylül"de yapılacak referanduma katılmanın meşruiyeti noktasında yapılan tartışmalar bağlamında ele aldığımız ve Hz. Yusuf (a.s) örnekliğinden hareketle, bir müslümanın gayri meşru bir sistem içerisinde, Müslümanların maslahat ve esenliğini gözetmeye yönelik hareket edebileceğine dair kanaatimizi arz etmemiz üzerine bazı kardeşlerimizden tepkiler geldi.

Bu tepkilerden seviyesiz ve ukalaca olanlarını geçmek istiyorum; zira bunlardan bazıları bizi "küfür ehli" olmakla itham edecek kadar ileri gidebildiler. Böylelerine diyecek bir sözümüz yok.

Bazı kardeşlerimiz ise, Hz. Yusuf örnekliğinin Müslümanlar açısından "delil" alınamayacağını, geçmiş peygamberlerin şeriatları ve uygulamalarının Müslümanlar açısından geçerli olmadığı görüşünü ileri sürmekteler.

Her şeyden önce, nübüvvetin anlam ve misyonu noktasında konuya yaklaştığımızda, bütün peygamberlerin müminler için "hüccet" olduğunu belirtmek gerekir. Zira her bir peygamber tevhid ve hidayet önderidir; onların misyonları noktasında birbirinden ayrı ve zıt bir nokta yoktur.

Allah Tebareke ve Teala Peygamberlerin gönderilişini beyan ederken "Andolsun ki, biz her kavme; 'Allah'a ibâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının' diye bir peygamber gönderdik."(Nahl 36) buyururken, bütün peygamberlerin temel misyonunun "hayatının her alanında tağuta kulluğun bertaraf edilerek Allah"a kulluğun ika edilmesi" esasının olduğunu belirtmektir. Hz. Adem"den Hz. Resul-i Ekrem"e kadar bütün peygamberler tevhid toplumu inşa etmekle görevli idiler.

Dolayısıyla, her hangi bir peygamberin uygulamasının "tevhid"e aykırılığını düşünmek muhaldir; onlar tevhid ve hidayet önderleridirler.

İkinci olarak, Allah Tebareke ve Teala, Hz. Yusuf"un örnekliğini beyan buyururken, bütün bunların ilahi takdir üzere gerçekleştiğini de açıklamaktadır; yani Hz. Yusuf"un, kardeşi Bünyemin"in yanında alıkoymak için başvurduğu yöntem ile Mısır Meliki"nin yönetimine katılmasının kendi takdiri üzere olduğunu bizlere öğretmektedir.

Hz. Yusuf "a.s) örnekliği üzerinde müfessirlerin ve fakihlerin beyanlarını göz önüne getirdiğimizde de, bu örneklikten Müslümanlar için hangi dersler çıkarıldığını ve Müslümanlara hangi noktalarda örneklik ve delil teşkil ettiğini öğrenmekteyiz.

Birkaç örnek verecek olursak:

Allame Mevdudi "Tefhim"ul Kur"an" adlı tefsirinde bu hususu şöyle açıklamaktadır:

"Mısır dönemin dünyaca tanınmış en kültürlü ve medeni ülkesiydi, bu yüzden böyle bir ülkenin işlerini yönetmek için apayrı bir tecrübe ve eğitimden geçmek gerekiyordu. Herşeye Kadir olan Allah bu eğitim için gerekli düzenlemeleri yaparak onu Mısır'ın yüksek kademelerinde görevli bir devlet adamının evine gönderdi ve bu devlet adamı (el-Aziz) gerek evi gerekse mülkü konusunda kendisine tam yetki verdi. Bu durum kendisine kaderini icra etmek için ihtiyaç duyduğu kabiliyetleri geliştirme imkanı verdi ve Mısır krallığının işlerini yıllar boyu güçlü bir şekilde idare edebilmesi için gerekli tecrübeyi kazandırdı.

20. "O'na hüküm ve ilim verdik" gibi sözlerle Kur'an ekseriya "Biz ona peygamberliği ihsan ettik" demek ister. Çünkü Arapçada "Hüküm" kelimesi hem "yargı" hem "otorite" anlamına; "ilim" kelimesi de Allah'ın peygamberlerine doğrudan indirdiği bilgi anlamına kullanılmıştır. Bu durumda metin şu anlama gelir: "Biz ona, halkın işlerinde adaletle hükmetsin diye kudret, iktidar ve bilgi verdik." (Yusuf 21-22 Tefsiri)

Meseleyle ilgili bir diğer soru da şu: Hz. Yusuf'un (a.s) ülkedeki tüm iktidarın kendisine teslimi için yaptığı teklifin hedefi neydi? Hizmetlerini kafir bir devletin kanunlarına güç katmak için mi gerçekleştirdi? Yoksa elinde bulundurduğu hükümetin güçleriyle İslam'ın kültürel, ahlaki ve siyasi sistemlerini mi tesis etmek niyetindeydi? Bu sorulara en iyi cevap Allame Zemahşeri'nin Keşşaf tefsirinde 55. ayete getirdiği yorumda verilmiştir. Şöyle diyor: "Yusuf Aleyhisselam ülkenin kaynaklarını benim tasarrufuma verin şeklindeki teklifinde bulunduğu zaman niyeti Allah'ın hükümlerini yürürlükte kılmak, hak ve adaleti tesis etmek ve tüm rasüller gibi görevini icra etmek üzere iktidar fırsatı kollamaktı. Yoksa tahta geçmeyi, saltanat sevdası için yahut dünyevi arzularını ve hırslarını tatmin için istememişti. Böylece bir talepte bulundu; çünkü bu işi icra edebilecek bir başkasının bulunmadığını gayet iyi biliyordu."

İşin açıkçası yukarıdaki soru en önemli ve temel meseleye götürmektedir: Yusuf Allah Rasulü müydü, değil miydi? Eğer öyle idiyse Kur'an nasıl oluyor da tağuti prensiplerle işleyen bir küfür düzenine hizmet edebilen (sözde Hz. Yusuf (a.s) böyle yapmıştır!) bir peygamber tipinden söz ediyor? Hatta daha da önemli bir soruya varıyoruz: O sadık bir kimse miydi, değil miydi? Eğer öyleyse, nasıl oluyor da hakimiyetin Allah'a değil de, krala ait olduğu teorisini (güya) pratikte uygulayabiliyor, oysa zindandayken "hükmün yalnızca Allah'a ait olduğunu" (ayet, 40) söylememiş miydi? Ve eğer kimilerinin sandığı gibi o başvurusunu krala hizmet için sunmuşsa, bu demektir ki hapisteyken şu söylediklerine ilkece aykırı bir iş yapmış demektir: "Hangisi daha hayırlı, çeşit çeşit tanrıları mı, yoksa tek bir kadir-i mutlak Allah mı?" Madem ki Mısır kralı halkın ittihaz ettiği "tanrılar"dan bir tanrıdır; o halde İslami bir hukukla yönetilen gayri islami bir düzenin yönetim işini üstlenmeyi, bu konuda hizmet vermeyi teklif etmesi Hz. Yusuf (a.s) için Rabbiyle kralı müsavi tutmak olmuyor muydu? Böyle bir durumda söz konusu yorumcuların Yusuf'a biçtiği yer ne olacaktır?

Doğrusu bu ayeti böyle yorumlayan müslümanların Hz. Yusuf'un (a.s) manevi şahsını olmayacak derekelere düşürmeleri tam bir saçmalıktır. Bu durumlarıyla kendileri, bozulma dönemlerinde Yahudilerin geliştirdikleri zihniyetin bir benzerine saplanmış olmaktadırlar. Ahlak ve maneviyatları çökmeye başladığında Yahudiler kendi düşük karakterlerini haklı göstermek ve daha da alçalmaya mazeret kotarmak için nebi ve velilerini düşük karakterli insanlar olarak resmetmeye başlamışlardı. Aynı şekilde gayri müslim hükumetlerin yönetimi altına giren kimi müslümanlar, bu yönetime hizmet etmek istemişler fakat, İslam'ın talimatı ve müslüman atalarının sergilediği örnekler önlerine dikilmiş ve utanmışlardı. Bu yüzden şuurlarını pasif hale getirmek suretiyle bu ayetin hakiki anlamından sarf-ı nazar ettiler ve peygamberin gayri İslami kanunlarla yönetilen bir ülkenin gayri müslim yöneticisine hizmet etmek azmiyle memuriyet peşine düştüğü şeklinde saptırdılar. Oysa peygamberin kendi kıssası bize öyle bir hisse vermede ki, tek bir müslümanın bile yalnız başına, İslami safvetiyle imanı, aklı ve hikmetiyle tüm bir ülkede İslami bir inkılab oluşturabileceğini; gerçek bir müminin, ahlaki seciyesini gerektiği gibi kullanarak, bütün bir ülkeyi ordusuz, cephanesiz ve donanmasız fethedebileceğini öğretmektedir." (Yusuf 55 tefsiri)

Mevdudi, Hz. Yusuf"un kardeşi Bünyamin"i kendi yanında tutabilmek baş vurduğu yöntem konusunu da şöyle açıklamaktadır:

"Hz. Yusuf (a.s) ülkenin en yüksek mevkiindeyken Mısır'da gayri İslami bir düzen yürürlükte bulunmaktadır. Dolayısıyla bu durum bizzat peygamberin Melik'in gayri İslami yasalarını uygulamak zorunda olduğunun bir delilidir. Şu halde Hz. Yusuf'un (a.s) kendi özel meselesinde Hz. İbrahim'in (a.s) , şeriatı yerine, uygulamak zorunda kaldığı Melik'in şer'i sistemine göre amel etse ne farkederdi? Kesinlikle farkederdi, zira mesele Hz. Yusuf'un bir peygamber oluşuyla ilgi içindedir. Çünkü o İslami hayat nizamını tesis etmeye çalışmaktaydı ve bu, tedrici olarak başarılabilecek bir işti. Dolayısıyla bu süre içinde Melik'in yasası kaçınılmaz olarak yürürlükte kalacaktı. Aynı şey Hz. Peygamber'in (s.a) Medine'de olduğu sırada Arabistan'da vuku bulmuştu. İslami sistemi bütünüyle ikame etmek dokuz yılı almış ve bu dönemde bir takım gayri İslami yasalar yürürlükte kalmıştı. Sözgelişi içki, faiz, gayri İslami miras ve evlilik geleneği, batıl ticaret şekilleri vs. bir süre daha yürürlükte kalmak durumundaydı. Aynı şekilde İslam'ın medeni ve ceza hukukunun bütün olarak yürürlüğe girmesi de belli bir süreyi gerektirmişti. Dolayısıyla Hz. Yusuf'un (a.s) hükümranlığının ilk dokuz yılında Melik dininin (yasal düzeninin) yürürlükte kalmasında hiçbir tuhaflık bulunmamaktadır. Şu var ki geçiş dönemi esnasında gayri İslami melik yasasının devam etmesi, Allah Rasulü'nün Allah'ın dinini ikame için değil, Melik'in dinini izlemek için gönderildiğine delil teşkil etmez. Melik'in yasasına kendi şahsi davası için başvurmasının Hz. Yusuf'a (a.s) yakışmayacağı meselesine en iyi karşılık yine Rasulullah'ın (s.a) uygulamasında bulunmaktadır. Geçiş dönemi esnasında yani cahili yasaların henüz İslami yasalarla yer değiştirmediği dönemde, kimi müslümanlar daha önce yaptıkları gibi şarap içmeye, faiz yemeye devam ediyorlardı. Ancak Rasulullah (s.a) bu gibi fiilleri asla işlemiyordu. Yine iki kız kardeşle birden evlenmek, muta gibi yasalar uygulanmaktaydı, fakat Rasulullah (s.a) asla böyle bir uygulamada bulunmadı. Böylece açıklığa kavuştu ki, İslami yasaların evrimi döneminde kimi gayri İslami yasaların yürürlükte bırakılmasıyla onların bizzat uygulanması arasında fark vardır. Eğer Hz. Yusuf (a.s) Melik'in yasasını kendi şahsi davası için uygulasaydı bu onun yaptırım gücünü bu yasaya hamlettiği, bu yasayı tasdik ettiği anlamına gelirdi. Oysa bütün cahili şeriatleri ortadan kaldırmak üzere gönderilmiş bir peygamberin, başkalarına ruhsat verilmiş olsa bile bu yasaları izleyemeyeceği açıktır." (Yusuf 59 tefsiri)

Bir de Şeyhulislam İbn-i Teymiye"nin "Mecmuu'l Fetava"sından konu ile ilgili açıklamalarını (Ali Rıza Akgün hocamızın çevrisi ile) aktaralım:

1- Merhum İbn-i Teymiye, Müslümanın ancak gücünün yettiğinden sorumlu olduğunu ispat sadedinde Şunları söyler: "Allah (c.c) Kur"an"da birçok yerde insanı ancak gücünün yettiği ile sorumlu tuttuğunu belirtmiştir. Bakara- 286, Bakara- 233, Talak-7 ve Teğabun-7. ayetlerde olduğu gibi. Bu ayetlerin tefsirinde Necaşi, Mu"minu Alu Fır"avn ve Hz. Yusuf"un malum durumlarını yapılması gereken her şeyi yapmaya güç yetirememeye ve ancak Allah"tan güç yettiği kadar sakınmanın gerekliliğine örnek gösterir." (Mecmuul Fetava Arapça baskı -Cilt 19- Sayfa 216-220 arası)

2- İbn-i Teymiye"ye; Zalimlerin, kâfirlerin sultasında Müslüman birinin görev alıp alamayacağı ile ilgili soruya değişik yerlerde şu cevabı verir: "Bu şartlarda görev alan kişi eğer gücü yettiği kadar adaleti ikame edip, zulmü Müslümanlardan hafifletiyorsa ve onun o görevde bulunması diğerlerine göre daha faydalı ise onun o görevde kalması caizdir. Gücün yettiği kadar adaletin ikamesi ve zulmün giderilmesi Müslümanlar üzerine farzı kifaye olduğu için bu işi ondan başka yapacak birisi yok ise bu görev onun için vacip olur. Elinden geldiği kadar zulmü gidermekle sorumludur. Her şey elinden gelemeyebilir. Onun mevcudiyetine rağmen Müslümanların başına sıkıntılar geliyorsa o gideremediği müddetçe sorumlu değildir. Hatta bazen büyük zulmü hafifletmek için bizzat kendisi küçük zulmü Müslümanlara istemeyerek uygulamışta olabilir. Bundan dolayı sorumlu tutulmaz. Bütün bunlar maslahatın mefsedete galip olduğu durumlardadır. Hz. Yusuf"un Mısır kralının hazinelerinin başına geçmesi bu kabildendir. Kral ve toplum kâfir idi. (Ğafir 34. Yusuf 39-40.) Şüphesiz kafir kralın adil olmayan uygulamaları vardı. Yusuf o uygulamaların hepsinin önüne geçemiyordu. Ancak o, imkânı ölçüsünde adaleti ve iyiliği ayakta tutmaya çalışıyordu. Bunların hepsi "Gücünüz yettiği kadar Allah"tan korkun " ayetinin mazmununa girer." (İbn-i Teymiye Mecmuul Fetava Cilt 20-Sayfa 55)

3- İzz İbn-i Abdusselam şöyle diyor: "Eğer kâfirler büyük bir bölgeyi işgal eder. Sonrada oraya Müslümanlara kısmide olsa fayda sağlayacak birisini atarlarsa o müslümanın o görevi alması caizdir. Çünkü orada maslahatın celbi, mefsedetin ise def-i vardır."

Şimdi de Elmalılı Hamdi Yazır"ın "Hak Dini Kur'an Dili" tefsirinden konu ile ilgili tefsirini aktaralım:

Bir de "Beni bütün hazinelerin başına getir" diyen Hz. Yusuf, aslında Melik'ten tam yetki talebinde bulunmuştur. Bu söze bakarak bazı müfessirlerin dediği gibi, Melik Hz. Yusuf'un emri altına girmiş ve onun reyine tabi olmuş demektir. Bu da, bütün konularda değil, yalnızca malî işlerde geçerlidir. Şu halde bu şekilde görev kabul etmenin sorumluluğu doğrudan doğruya ahkamı icra etmenin sorumluluğuna dönüşür. Talep meselesine gelince, onun da fıkhî hükmü şudur: Ehliyet ve liyakatları olmayanlara valilik ve yöneticilik vermek haramdır. Bunun talep eden açısından talebi de haram, görevlendiren açısından görev verilmesi de haramdır. Ehliyeti olanlara kabul caiz, talep mekruhtur. Meğer ki, taayyün etmiş olsun, yani o işe ondan başka ehil biri bulunmasın. İşte o vakit talep vacip bile olur. İşte bir peygamber olan Hz. Yusuf, Allah tarafından görevli olduğu hak ve adaletin ahkamını icraya bir yol bulmak, bir vesile bulmak için bu talebiyle o vecibenin ifasına çalışmıştır. (Yusuf 55 tefsiri)

"Ve işte bu suretle, böyle hıfız ve ilim ile onu temayüz ettirerek, gönülleri büyüleyen şanlı bir emniyet ve yetki ile hazinelerin başına geçirmek suretiyle Yusuf'u o ülkede temkin ettik. Mısır diyarında yüksek bir nüfuz ve iktidarla yerleştirdik."

Burada görülüyor ki, Yusuf'un teklifine Melik'in ne dediği açık seçik bildirilmemiş, sadece sonuç olarak "İşte böyle onu o ülkede yetkiyle donattık ve yerleştirdik" meâlinde bir durum bildirilmiştir. Sözün gelişi, zaten onun yaptığı teklifin reddedilmesi bahis mevzuu olamıyacağını anlatmakta ise de kabul edildiği de kesin olarak ifade edilmemiştir. Ancak fiilin doğrudan doğruya Allah'a isnad edilmesi şunu ifade eder ki, Yusuf'u bu şekilde iktidara getiren Melik değildir, Allahu Azimüşşan'dır. Allah bütün sebepleri hazırlamış, Melik'i de ona müsahhar kılmış, onu da Yusuf için aracı kılmış ve âlet etmişti. (Yusuf 56 tefsiri)

Bu aktardığımız açıklama ve fetvalardan sonra, Hz. Yusuf örnekliğinin Müslümanlar açısından nasıl bir örneklik teşkil ettiğini kardeşlerimizin takdirine bırakıyorum.

Sonuç olarak; biz bu yazımızla, şirke ve tuğyana karşı tevhidi mücadele yolunu terk edip "uzlaşmacı" bir yolu seçtiğimiz ve önerdiğimizi düşünen kardeşlerimize de şunu söylemek isterim:

Önceki yazımızda da değindiğimiz gibi, varlığı şirk ve tuğyan üzere kurulu tağuti Kemalist düzeni, kısmen de olsa meşru görmeyi, bu düzenle uzlaşmayı ve bu düzenin herhangi bir uygulamasını meşru görmeyi İslam"a ihanet olarak biliriz.

Müslümanların, Kur"an ve Sünnet-i Resulüllah"a dayanın İslami bir nizamdan başka bir tercihleri kesinlikle olamaz. Müslümanlar Allah, Resulü ve müminler ile velayet hattındadırlar; Allah"ın, Resulünün ve müminlerin dışında hiçbir kimsenin ve hiçbir gücün Müslümanlar üzerinde siyasi, hukuki, idari vs. velayeti olamaz, bu gayri meşrudur. Her kim Allah"ın, Resulünün ve müminlerin velayetinden başka birilerinin velayetini kabul edecek olursa, bunun adı "tağuta kulluk"tur.

Şirk, zulüm, tuğyan üzerine kurulu her sistem, her yapı, her ideoloji, her siyaset, her yasa gayri meşrudur, bunun diğer bir adı da "fitne"dir; Rabbimiz de biz müminlere "fitne yeryüzünden bütünüyle kalkıncaya kadar savaşın" emretmektedir.

Bizler, her ne surette olursa olsun, Müslümanlara yönelik zulümleri bertaraf etmek, yeryüzünde hak, özgürlük ve adaleti tesis etmekle yükümlüyüz. Zulmün her türlüsüne karşı mücadele etmek, mazlumların haklarını savunmak Müslümanlar için ibadi bir görevdir.

Sonuçta, 12 Eylül referandumuyla, Müslümanlara yönelik Kemalist zulüm ve baskılarda bir gerileme olabilecekse, oligarşik sistemin bazı mekanizmaları geriletebilecekse, bunu zulme ve tuğyana karşı mücadelenin bir parçası ve bir aracı olarak görmek niçin yanlış olsun?

Bunu yaparken, kardeşlerimizin Rabbani yoldan sapmak gibi bir kaygıya düşmemesi gerekir. Mevcut sistemin bir aracını, o sistemin çarklarından bazılarını kırmak için kullanmak bir "fırsat" ise bu fırsatı değerlendirelim; bunu yapmamız bu sistemin kurumlarını ve işleyişini meşru görmek anlamında değildir elbet.

Tevhid, cihad, emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker, bu şirk sisteminin bütünüyle tasfiyesini öngörmektedir; dolayısıyla, bu hedeften şaşmak veya bazı zulüm mekanizmaları restore edilmiş şirk düzenini kabullenmek asla mümkün değildir. Şirk sisteminin hiç bir renginin, hiç bir kokusunun, hiç bir kirinin üzerimize düşmesine fırsat vermeme durumundayız.

Şirke karşı tavır almak, şirkten arınmak ve kaçınmak kuşkusuz Allah'a kulluğumuzun esası ve temelidir. Araçsal ve taktiksel bazı yöntemler bizim bu hassasiyetimizden uzaklaştığımız anlamına gelmez. Nitekim biz bugün en genel anlamda küfr icadı olan, küfrün kontrol ve denetimi altında bulunan bazı araçları küfre karşı kullanmaktayız, internet de bunlardan biridir.

ABD eski Dışişleri Bakanı Condalizza Rice bir keresinde, seçimle iş başına gelen Hamas hareketi ile Lübnan'da siyasal yapı içerisinde önemli bir güç olan Lübnan Hizbullah hareketini eleştirirken "bölgedeki bazı hareketler demokrasiyi bize karşı savaşta bir araç olarak kullanıyorlar" demişti. Onlara göre, emperyalizme kulluk etmeyen hiç bir hareketin bir yasallığı yoktur.

Yine küfrün denetimi altında bulunan ve yasallığını şirk düzeninin kanunlarından alan bazı kurumları kendimiz işletmekteyiz; yayınladığımız gazete ve dergiler, işlettiğimiz radyo ve televizyonlar, dernek ve vakıflar, sürdürdüğümüz ticaret, hepsi yasallığını mevcut şirk sisteminin kanunlarından almaktadır.

(1985 yılında "İstiklal" adlı bir dergiyi çıkarmaya başladığımızda, bir kardeşimiz "tağuttan izin almak" noktasında bizi şiddetle eleştirmişti; daha sonra ise bu dergi tağut mahkemeleri tarafından kapatılmıştı.)

Egemen tağut düzeninin yasaları içinde bazı araçlardan yararlanmanın mantığı ve gerekçesi ile referandumda oy kullanmanın mantığı ve gerekçesi arasında ne fark olabilir?

Bütün bunlar tevhidden sapıp şirk ve küfrün velayetini kabul ettiğimiz anlamında değildir.

Tüm binlardan sonra, durduğumuz yerin, seçtiğimiz mücadele yönteminin, yüklendiğimiz misyonun adını tek kelimeyle ifade edecek olursak; bunun adı "İslami direniş"tir.

Yani; "küfür ve şirk var oldukça biz de var olacağız; biz var oldukça da mücadelemiz devam edecektir!"

Bizler, Rabbimizin, bütün yeryüzüne hakim olacağını buyurduğu Kur"an nizamından başka hiçbir nizam tanımıyoruz ve bu nizam er geç bütün dünyada egemen olacaktır"

Yolumuz, seferimiz ve menzilimizin bundan başka bir şey olması mümkün mü?

Kur"an"ın gölgesinde özgür dünyada buluşmak ümidiyle, Ramazan bayramınız tekrardan mübarek olsun.

Not: Bu konu sadece referandum ile sınırlı olmadığı için bu hususu ileri günlerde de ele almaya devam edeceğiz

 

velfecr

 

Bu yazı toplam 7034 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar