Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Hz. İbrahim’in Kırdığı Putların Yerine Yenilerini Koymamak..

Herhangi bir resim, heykel, şekil veya kavram put değildir. Put ancak, kendisinde hayatı varetmek, yoketmek, yaratmak, tanzim etmek gibi güçleri olduğuna inanılan / inandırılan, bunun için de dokunulmaz, kutsal sayılan, kutsallaştırılan ve ‘vehmolunan güçleri karşısında ubûdiyet edercesine kayıdsız-şartsız teslim olunan, başeğilen’ her türlü şekil, resim, heykel gibi cismanî-maddî varlıklar veya gayrî maddî mefhum / kavramlardır.

İnsan, fıtratı- yaradılışı itibariyle, yemeye, içmeye ne kadar muhtac ise, inanmaya da o kadar muhtacdır. Bu inancın inanma ihtiyacının çarpıtılmasının, saptırılmasının kaçınılmaz sonuçlarından birisi de putlaştırmadır. İnsan hiç bir şey bulamadığında, daha da olmazsa, kendi nefsine tapar, kendisini putlaştırır, Nemrud, Fir’avun ve benzerleri ve onların çağımızdaki nice örneklerinde olduğu gibi..

Bunun içindir ki, şair (Âsaf Halet Çelebi),

‘İbrahîm,/ İçimdeki putları devir,/ Elindeki baltayla!..’ dedikten hemen sonra, bir soruyu da gündeme getirmekten kendisini alamaz ve ‘Kırılan putların yerine, / Yenilerini koyan kim?’ der..

Evet, etrafımıza ve kendimize bir bakalım; putlara ve putçuluğa karşı olduğumuzu söylediğimiz halde, bilerek veya farkına olmaksızın âdetâ putlaştırdığımız bir takım kişiler ya da sevmekte sınır tanımaz derecede bağlandığımız evlâd-u iyâlimiz, eğilim ve ideolojilerimiz, makamlarımız, maddî zenginliklerimiz ve hattâ bizi diğer insanlardan daha üstün bir konuma yükselttiğini zannettiğimiz unvanlarımız var mı, yok mu?

*

Putçuluk eğilimi, ona mubtelâ olan kişiyi en hafifinden, şirk’e sürükler, müşrik durumuna düşürür. Bunun için, Peygamberlerin en aslî rol ve fonksiyonu, her şeyden önce insanlığa, tevhid inancını, Lailaheillallah / Allah’dan gayri ilah yoktur..’ mânasını tebliğ ve telkın etmektir. Çünkü, bu, bir bakıma, bir ‘kurtuluş ve özgürlük manifestosu’dur. Nitekim, bir hadis-i nebevî rivayetinde bildirildiği üzere, ‘Qûlû, lailaheillallah, tuflihû!..’ / ‘Allah’dan gayri ilah yoktur, deyiniz, kurtulunuz!..’ denilmektedir. Çünkü, insan, Allah’dan gayri bir ilah veya ilahlar edindiği takdirde, cismanî hayatını şu veya bu şekilde yine yaşayabilir, bir çok maddî imkanlar elde edebilir, ama, insanlığını, insanca yaşamak hak, vazife ve haysiyetini yitirir.. Bu bakımdan, her ilahî Peygamber, tabiî olarak, put karşıtıdır ve put kırıcıdır; ama, putları nasıl kırdığı vahy-i ilahîde mufassal olarak anlatıldığı için, Hz. İbrahîm, putkıranların pîri olarak nitelenen bir Peygamberdir.

Hatırlayalım, Hz. İbrahîm Khalîl-ur’Rahman, mâbeddeki putların -en büyüğü hariç-, herbirisini elindeki baltayıyla kırmış ve sonunda, baltasını da, dokunmadığı en büyük putun boynuna asmıştı. Bu putların kırılması karşısında, musîbetlere, felaketlere dûçâr olacaklarının korku ve dehşeti içinde olan putperestler bu sahne karşısında, bu eylemi kimin yaptığını belirlemeye çalışmışlar ve bunun üzerine, Hz. İbrahîm de onlara, ‘Balta boynunda olduğuna göre, bu işi o en büyük put yapmıştır..’ diyor; onu dinleyenler ise, ‘böyle bir şeyin olamıyacağını, çünkü onun şuûr ve idraki olmayan cansız bir nesne olduğunu’ söyleyerek, gerçekte taptıklarının ne kadar şuûrsuz, idraksiz bir nesne olduğunu kendilerinin de bildiklerini, ama, yine de ona tapındıklarını zımnen itiraf ederken, gerçekte, komik ve saçma bir konuma düştüklerini de ortaya koyuyorlardı..

Bu bakımdan, put ve putperestlik karşıtlığı hassasiyeti, özü itibariyle bütün ilahî dinlerde vardı. Ama, insanların putlaştırma eğilimleri de onların fıtratında bir tehlike olarak daima pusuda beklemekte ve ilahî dinlerin bazı bağlıları da, tarih boyunca, bu putperestlik eğiliminden kurtulmak için tetikte bulunmuşlar ve hattâ bazıları bu yüzden, aslında bir hâtırâ vesilesi olarak bulundurulan ve korunan cisimlere, resim veya heykellere bile, putperestliğe yol açabileceği ihtimaliyle karşı çıkmışlardır.

Nitekim, macar kavminden bir gayrimuslim iken, Osmanlı’nın devşirme ocaklarında yetiştirilmiş ve müslüman olmuş ve parlak zekâsıyla dikkatleri çektiğinden, sonunda, Sultan Suleyman’ın kızkardeşi Hadice Sultan’la evlendirilen ve dahası, sadrâzamlığına kadar da gelen ve bunun için Makbûl (daha sonra ise, öldürüldüğü için, maktul) diye anılan sadrâzam İbrahîm Paşa, kendi doğduğu topraklar olan Macar diyarına ordusuyla gelip, Budapeşte’deki bir takım heykelleri getirip, İstanbul’da (bugün Sultan Ahmed Camiinin bulunduğu) Atmeydanı’na diktirdiğinde, halk arasında bir hoşnudsuzluk belirmiş, bunun bir putçuluk eğilimi olduğu düşünülmüştü.

Bu gizli hoşnudsuzluk ve itirazları, bir şair,

‘Du İbrâhîm âmed, be deyr-i cihân,

Yeki bud-şiken şod, yeki bud-nişân..’

(Dünya mâbedine iki İbrahîm geldi,

Birisi putkıran oldu, diğeri putdiken..) şeklindeki bir beyitle dile getirip, Sadrâzam’ı oldukça ağır suçlayınca; o zamanın, âdetâ, en yaygın medya iletişim aracı olan ve bugün manyetik dalgalarındaki sür’ati andıran bir hızla toplumun hemen her kesiminin diline bu beyitle düşüp hışımlanan -tarihi dizilerindeki meşhur ismiyle- Pargalı İbrahîm Paşa, bu beytin gizli şairinin Ramazan Figanî Çelebî olduğunu belirleyince boynunu vurdurtmuştu.

*

Tekrarlamak gerekirse, Hacc ve Kurban da, Hz. İbrahîm’den kalan bir sünnetin, sonraki peygamberlerin ümmetlerince de tekrarlanmasını temel alan bir ibadet şeklidir. Ki, o Kurban emrinin ‘kuşkusuz, ap-açık ve geriden gelecek olanların zihninde kalacak bir imtihan..’ olduğu sarih olarak bildirilmiştir. (Saffât, 108)

*

Yine Kurban’ın farziyetinin hikmetiyle ilgili konulardan birisi de, şu.. Hz. İbrahîm’in yaşı çok ilerlemişti, ama, çocuğu yoktu.. Kendisine bir evlâd nasib etmesini niyaz ediyordu, Allah’u Tealâ’dan.. Onun bu arzusu tahakkuk etti ve umudunun kalmadığı bir zaman diliminde ona böyle bir nimet verildi.

Müslümanlar bu oğulun İsmail olduğuna ve Hâcer’den doğduğuna inanırlar..

Yahudiler ise, bu oğulun İsmail değil, İshaq olduğuna ve Hâcer’den değil, Sâre’den doğduğuna inanırlar.

Bunun ne önemi mi var?

Bu, insanların hayata bakışı için bir temel ölçü kazandırdığından son derece önemli..

Birisinde, insana ırkçı ölçüler telkin ediliyor; diğerinde, bütün insanlara yaradılıştan bir eşitlik fikri ve inancı..

Şöyle.. Yahudilikte, Hâcer bir köle kadın olarak itibarsız sayılıp, İsmail’in bu köle kadından dünyaya gelmiş olması dolayısiyle, yaratılış itibariyle o da düşük fıtratli kabul edilir ve Allah’u Tealâ’nın nimet olarak verdiği evladın, İsmail değil de, hür bir kadın olan Sâre’den doğan İshaq olduğuna inanılır.

İslam ise, Kâbetullah’da Hz. İbrahîm’e bir makam verdiği gibi, Kabe’nin bir köşesindeki hilâl / yarım daire şeklinde olan ve Kâbe’nin ayrılmaz bir parçası sayıldığından, tavaf edilirken içinden geçilmemesi gereken Hicr-i İsmail denilen bir bölümle de bir köle olan ana ile onun oğlu’na daha özel ve mümtaz, seçkin bir yer vermiştir.

*

Hz. İbrahîm, bu çocuğunu tabiatiyle çok seviyor.. Ancak, birçok müfessirler böylesine sınır tanımayan boyutlara uzanması muhtemel sevgi ve bağlılıklarda insanlara bir bir ölçü olması için, Allah’u Tealâ’nın, Hz. İbrahîm’e oğlunu kurban etmesini emrettiği yorumunu yapmışlardır. Çünkü, insanlar, bütün duygu ve düşüncelerinde, nefret veya sevgilerinde, dostluk ve düşmanlıklarında, aşk ve tutkularında bir sınır koyamadığı zaman, tabiî fıtratının sınırlarının dışına düşecektir. Nitekim, insanlara bir örnek olmak üzere seçilen Hz. İbrahîm’e, rüyasında, oğlunu kurban / qurban etmesini emredilir, Allah’u Tealâ tarafından..

Hz. İbrahîm, bu rüyasını oğluna açıkladığı zaman, Peygamberlerin rüyalarının bir rüya-y-ı sâdıq olacağı inancı açısından, oğul da babasına, ‘kendisine emredileni yerine getirmesi için hazır ve teslim olduğunu’ bildirir.

Hz. İbrahîm, Allah’u Tealâ’nın emrine uymak, onun rızasına göre davranmak için emredileni yerine getirmeye; İsmail de, babasına verilen emrin gereğinin yerine getirilmesi için, hayatını vermeye hazırdır.

İmtihan kazanılmıştır. Ve o kurban’a bedel olmak üzere, bir koç gönderilir.

Kurban’daki en temel mesajlardan birisi bu olsa gerek..

Kurban / (‘qurb’ kökünden) Qurban, yakınlık, yakın olmak hali mânâsına geliyordu. Esasen, kurbanlar, vahy-i ilahî’yle oluşturulmuş sistemlerde, ‘qurbe-t-en’lillah/ Allah’a yakın olmak.. gibi bir niyet ve hedef için yapılır.

Müslüman’lar kurban keserken, gerçekte, Hz. İbrahîm ve İsmail’deki o dikkati, hayatlarını o temel ölçüye göre ayarlamak dikkatini yeniden kazanmak için kurban keserler.

Her müslüman da, hayatının temel ölçülerini bu büyük imtihanla verilmek istenen mesaja göre ayarlayıp ayarlamadığını kendisine sormalıdır.

Bizim hayatımızı sevgisiyle dolduran İsmail’imiz nedir?

Malımız, mülkümüz veya gücümüz mü? Evlâd’u iyâlimiz mi? Makamlarımız, unvanlarımız mı? Vatan, bayrak, ırk, soy-sop, kan ve sosyal sınıf bağlılığı, meslekî ve hattâ sportif dayanışma duygularımız mı? (Modern insanın, hattâ sırf tuttuğu spor takımının zaferi için bile, hayatından geçmek gibi korkunç ve komik mücadelelere girdiği ve ‘filan takım olmazsa , hayatımın mânâsı yaşayamam..’ diye hayatından bile geçebildiği ve başkalarını öldürecek şekilde ve hattâ öldürebildiği nice çılgın mücadelelere girdiğini görmüyor muyuz?)

Kendimize veya etrafımıza baktığımız zaman, kendi hayatlarını devam ettirmek için başkalarını öldürmek, yok etmez, ezmek, teslim almak gibi duygularla hareket eden yığınla örneklerle karşılaşmıyor muyuz?

O halde, Kurban bize, hayatımızı hangi temel ölçülere göre şekillendirebileceğimizi, sınırlandırabileceğimizi öğreten, böylesine büyük bir imtihan fırsatı vermektedir, vermelidir. Bu temel idraki kazanamadığımız takdirde, kurbanlarımızla başka mânâlara yaklaşmak gibi bir eğilim ortaya koymuş oluruz.. Herbirimiz etrafımızda, sırf varlıklı olduğunu göstermek için kurban kesen veya kesemediği zaman da başkalarından geri kaldığı gibi bir mesaj verdiğinin ızdırabını çeken yığınla örneklere sahibizdir.

Halk dilinde asırlardan beri yerleşmiş bulunan ‘Hakk için kurban, küp için kavurma..’ şeklindeki sözler, bize, bu idrak konusunda hangi noktalarda bulunduğumuza dair bir takım hatırlatmalar yapabilir.

Bunun içindir ki, Kur’an’da, ‘Allah’a ulaşacak olanın, kestiğiniz kurbanların kanı veya eti, değil, taqvâlarımız olacağı’ hatırlatılmaktadır.

Hayatında, mükevvenatı yaratan Allah’u Tealâ’nın murad ve hikmetini gözeten insandır ki, yanlış ve sapmalardan kurtulup, imtihanı kazanır.

Kurban etrafında asırlar içinde her topluma göre değişik şekiller alarak gelişmiş-yığışmış bulunan diğer örf ve gelenekler eğer bu İbrahîmî imtihanın esasını unutturmuşsa, kendimizi bir daha hesaba çekmek zorundayızdır, herhalde..

*

Yerleşik doğrulardan sıyrılıp, mutlak hakikat ölçülerine ulaşmak yolunda..

Kurban gibi Hacc da, gerçekte, Hz. İbrahîm’den kalma bir ibadettir ve müslümanlar, Hacc’da, bütün insanların, Allah tarafından eşit olarak yaratıldıklarına olan inançlarını pratik olarak tekrar hatırlayıp, yaşama egzersizi yapmış olurlar.

Bu vesileyle hemen ve tekrar hatırlayalım ki, Amerika’da eski bir gangster olarak hapiste iken, yarım bilgi ile, İslam’dan biraz haberdar olan (merhûm) Malkolm X /(Mâlik eş’Şâbâz), daha sonra Hacc’a gitmek isteyince, ‘beyaz insan’ı şeytan bilen ve İslam’ın da siyah insanlara mahsus bir olduğunu sanan üstadı / lideri olan Elijah Mahomed’in izin vermemesiyle karşılaşmış; bunun üzerine, onu dinlemeyip Hacca’a gitmiş ve orada, her ırk, renk, cins, yaş, sosyal makam ve ekonomik katmandan insanların birbirlerinden hiç bir ayrılığı olmaksızın, ibadet ederken, gerçekte, bir yaradılış ve mahşer örneği sergilediklerini görmüş ve bunun kendisine Amerika’da daha önce İslam diye öğretilenden çok farklı olduğunu ve yüce bir mânâ taşıdığını idrak etmiş ve Hacc’dan, yepyeni bir Malkolm X olarak dönmüş, her ırk, renk, cins, sınıf veya etnisiteden bütün insanları yaradılışta eşit bilen bir dinin gerçek kurtarıcı yol olduğunu anlatmak için, büyük kitleleri derinden etkileyen ateşli konuşmalarıyla hele de Amerika’daki zenci kitlesini uyandırmaya başlaması korku meydana getirdiğinden, bir konferans vermek üzere olduğu bir salonda, CIA, FBI gibi gizli Amerikan kuruluşları ile de işbirliği yaptığına inanılan bazı karanlık adamlar eliyle öldürülmüştü, 1965 Şubatı’nda.. (Bu vesileyle Malkolm’ u, bu yüksek idrak sahibi, yiğit müslümanı bir kez daha rahmetle analım.) (Hatırlayalım ki, henüz 1968’le kadar, siyah derili insanlar Amerika’da, beyaz derili insanların bindiği otobüslere binemez, beyazların gittiği restoranlara gidemezdi. Çünkü siyah insanlar insan bile sayılmazdı. Ve bugün bile, bir siyah derili tarafından öldürüleceği korkusuna kapılarak zenci birisini öldüren beyazlar, mahkemelerce mâzur görülüp cezasız kalabilmektedir. Malkolm X’in İslam hakkında ilk bilgileri kendisinden öğrendiği Elijah’ın öyle bir İslam algısına nasıl ulaştığını anlamaya çalışırken, bu hususların da gözönünde bulundurulması gerekir . Düşünelim ki, henüz 160 sene öncelerde, 1855 yılında, Amerikan Kongresi’nde, ‘Evet, insanlar dünyaya eşit olarak gelirler de, kadınlar ve zenciler insan sayılabilir mi?’ hararetli bir tartışma yapılıyordu..)

*

Birkaç yıl önce, Hacca gitmek isteyen ve mensub olduğu etnik kökeni diğerlerinden üstün gören bir tanıdığa, merhûm Malkolm X’in geçirdiği merhaleleri de hatırlatan bir yazı vermiş ve Hacc’a bu açıdan da bakmasını tavsiye etmiştim.

Bu zat, Hacc’dan dönüşünde, kendi kavminin insanlarının, hattâ kendi coğrafyasının toprağının nasıl daha bir kutsal olduğu gibi düşünceleri daha bir pekiştirerek dönmüştü, eski düşüncelerini terketmek yerine.. Elbette, bunda, müslümanlığın ruhuna yakışmayan, aykırı manzaraların da etkisi yok değildi.

Halbuki, Hacc bize, sadece doğduğumuz coğrafyayı vatan bilme duygusu da olmak üzere, bütün yerleşik doğrularımızı yeniden süzgeçten geçirme imkanı vermekte, vermeli..

Ama, ne yazık ki, bugün, inancımızın ölçülerine göre değil, bir takım resmî ideolojilere oluşturulmuş çeşitli duygu ve düşüncelere göre çarpıtılarak şekillenmiş ve başta vatan, bayrak, devlet, ulus - millet gibi mefhumlar olmak üzere yığınla kutsallar üretmiş olan nice toplumlar gibi, müslüman toplumlar da bu gibi yerleşik ve kabul ettirilmiş kavramlar için birbirleriyle boğuşup durmakta ve gerçek vatan ve millet idrakinden uzaklara düşmüş değiller mi?

Dünyanın çeşitli coğrafyalarından Mekke ve çevresinde, ‘Harem-i emn-i ilahî’ ve ‘belde-t-ut’tayyibe’ olarak sınırları belli Hacc mıntıkalarına gelen müslümanlar, orada, artık, hiç bir ülkenin veya beşerî yönetimin emrinde değil, yalnızca Allah’ın misafiri olmanın idrakinde olmak durumundadırlar. Bunun içindir ki, orada artık seferî durumda olmadıkların ve yabancı durumda sayılmadıklarından, namazlarını tam olarak kılarlar. Çünkü, orası, bütün müslümanların ortak vatanın merkezidir ve orada yabancı değildir. Evsahibinin misafiridirler. Evsahibi de şu veya bu beşerî güç ve otorite veya yönetim değil, Allah’u Tealâ’dır. Orada Allah adına sözsahibi söylemek durumunda olmak için de, meşrû’/ ilahî şeriate göre bir vazifelendirme olmalıdır.

Ama, zorba ve haksız güç sahiblerinin tahakkümünde olan bu kutlu mekanlar bugün geerçekten bu durumda mıdır, yoksa dünlerdekilere de rahmet okutturacak bir durumda mı? Ve biz Müslümanlar, yazık ki, bu ‘ilahî harem’ beldesini, bütün müslümanlar adına gerçekleştirilen bir ortak yönetime kavuşturamamışlardır. (Bu arada belirtmeliyim ki, 100 yıllık geçmişi de zorbalıklarla dolu olan ve o yöntemle Hacc bölgelerinde bir gasb yönetimi kuran Suûd rejiminin, Mısır’da müslümanların 100 yıllık mücadelelerine gem vuran bir askerî darbeyi hemen, milyarlarca dolar vererek desteklediğini ve böylece Arabistan halkının uyanmasının önüne de bir sed çekmeyi ve kendi saltanatını kurtarmayı umduğunu en iyi bilmek durumunda olan Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Suudî Kralı’nın davetiyle Hacc’a gitmesini istemezdim.)

Evet, Hacc ve Kurban, bize gerçekte, bütün sahte ilahlardan kurtulmayı, Allah’dan gayrisine teslim olmamayı öğreten bir kurtuluş ve özgürlük ibadeti mahiyetindedir.

Ama, biz müslümanlar, bu idrake ve bu kurtarıcı İbrahîmî sünnete ne kadar âşinayızdır? Ve Hz. İbrahîm’in kırdığı putların yerine yığınla yeni putları koyanların arasında müslümanlar da bulunmuyor mu, bugün?

haksöz

Bu yazı toplam 1358 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar