Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Hedef, değerlerimizin zemin kaybetmemesi olmalıdır, şahıslar değil..

Bu satırların sahibinin herhangi bir kimseye yön belirleme gücü yoktur, öyle bir iddiası da.. Aynı şekilde, başkasının da kendisine yön belirlemesine ihtiyacı yoktur, elhamdulillah..

Buyrun dediler, ’Yok gözümüz çokta..’ dedik..

’Zâten yerimiz, uzaktaa bir nokta..’ dedik..

’Şayed dediler, olursa bir hâcetiniz..’

‘Elhamdulilllah mertebemiz tokt..’  dedik..’ diyen azad ruhlu şair gibi olmayı hedeflemişdir..

‘Kimseye minnet etmeyen, kimseden de minnet beklemeyen kimsenin ne güzel dünyası vardır, zevkıyle yaşasın..’ diyen ârif kişi gibi gani gönüllü olmak da bir yaşama zevkı verir insana.. ‘Kimseden ummid-i feyz etmem, dilenmem per’u bal(kol-kanat) /, Kendi göklerimde kendim tairim.. /uçarım) ’ diyen şair misali, kendi hürr dünyasında yaşamaktan fire vermemekte direnenler kendi iç dünyalarında kendileriyle barışık bir huzur âlemi kurmak açısından daha bir bahtiyar değil midirler?

Hind şair-filozoflarından (70 yıl öncelerde ölmüş olan) Rabindranath Tagore’un güzel bir hikayesi vardır, orman kuşu ile kafes kuşunun konuşmalarına dair..

Kafes kuşu der ki orman kuşuna: ‘Bak, burada düşymanın tuzağına düşmek tehlikesi yok, yiyecek yokluğu sözkonusu değil.. Her şey ânında geliyor.. Sen de gelsene..’

Orman kuşu der ki: ‘Ben bu göklerde kendi kanadlarımın gücüyle uçarak, kendi yiyeceğimi temin etmeyi yeğlerim, tehlikelerdene kurtulmak için başkalarına sığınmaktansa, kendim kendi gücümle ayakta durmayı yeğlerim.. Haydi sen de gel, bu azad göklere..’

Ve kafes kuşu der ki: ’Güzel söylüyorsun.. Ben de gelmek isterim, ama, maalesef kanadlarım uçma gücünü yitirdi..’

*

Ve..

En sefil hayat, başkalarının istediği şekilde yaşanan hayattır.. Hayatımızı başkalarının koyduğu kurallar kuşatmış olsa bile, kendi iç dünyamızı, zâlimlerin, zorbaların ulaşamaıyacağı, bir gönül sarayı inşa etmiş örneklerimiz de vardır.

Biz, kendilerini müslüman olarak niteleyenler, sadece son asırlarda değil, asırlar boyu, maalesef kuvvetli kılıçların, silahların gölgesinde ve güçlü servet kaynaklarının yaptırımları ve aldatmaları ile karşı karşıya gelerek, ve bu yolda bir çok kayıplar ve de kurbanlar vererek bugünlere gelmiş insanlarız. Uğranılan bir çok musibetlere, felaketlere, baskılara rağmen, yine de, bulundukları mevzilerden sapmadan taşıdıkları değerleri nesilden nesle, geleceğe aktaranlardan olmak arzusunu terketmeyen bir geleneğe sahibizdir. Bu gelenek her ne kadar zamana zaman zayıflamış olsa bile..

*

Son hafta içinde, Adana ve civarındaydım, iki-üç gün.. Biraz özel bir gezi idi, ama, bir çok dostlarla buluşup konuşmak ve ülkenin belli bir kesiminden kesitleri de görmek mümkün oldu.. Elbette, yüreğim, görmeyi arzu ettiğim çok aziz bir dostun vefatıyla karşılaşmak gibi acılar da burkulsa bile, o, hepimiz için mukadder olan, kaderde olan bir kaçınılmaz son.. Zamanın sahibi, ’vakit tamam..’ deyince, ’Lebbeyk’ demekten başka çaremiz yok..

Hatırlanacağı üzere, C. Sıdkı Tarancı’nın mısralarında, ölüm, korkunç bir şeydir, iç karartırıcıdır. Ziyâ Osman Sabâ’nın şiirlerinde ise, ölüm bir cankurtaran simidi gibidir.. Sabâ’nın şiirleri ise, ’Rabbim, çok şükür öleceğiz.. ’ diye, ölüme bir güzelleme mahiyetindedir  ve ’Annem beni görünce.. Aaa, oğluuuumm.. Kocaman olmuş.. diyecek..’ diye ilginç tablolar halindedir.

*

Bu arada belirtmeliyim, 40 yıla yakın zamandır görmediğim Adana’da çok şeyler değişmiş elbette..  En güzeli de, Sabancı Camii diye bilinen eser.. Adana’ya renk katmış, bu şehrin bütün özelliklerinin üzerine çıkmış ve bir mühür vurmuş gibi âdeta.. Bu güzel eseri bırakan Sâkıb Ağa için de bir rahmet vesilesi olur inşaallah diye düşündüm..

Bir doktor dostum vardı yanımda.. ’Ağabey, biz bu gibi mescidler için, Mescid-i Zırar diyoruz.. Sen ise, hayranlığını dile getiriyorsun..’ demez mi.. Evet, Sâkıb Ağa’nın ve o ailenin diğer ferdlerinin de bir çok yanlışları olabilir, ama, o camii, topluma şirin görünmek ve servete dayanan iktidar ve menfaatlerini sürdürmek için yaptırdığını düşünmek bana çok fazla zorlamalı geldi..

’Dostum, geçenlerde bir tv. kanalında, o epeyce ilerlemiş hastalığına rağmen,’bütün câmiler mescid-i zırardır, hiçbirisinde namaz kılınması caiz değildir..’diyen YNÖztürk gibi, Allah huzuruna tek mümin bendim diye çıkmak istiyorsun, galiba..’ diye takıldım.. (YNÖ, aynen öyle demişti, Sultanahmed Camiini yaptıran Sultan’ın o câmiyle kimbilir hangi suçlarını örtbas etmeye çalıştığını filan anlatmaya çalışmış ve sonra da karşısındaki hanıma, ’Konuşturmayın beni.. Şimdilerde yapılmakta olan başka camiler de niçin yapılıyor..’ diyerek, hışımlı ve tuhaf bir genelleme yapmış, Çamlıca taraflarındaki başka câmilere ve Tayyib Bey’e laf atmaya kalkışmıştı.. Sanıyorum, o kişinin cenazesi için,  bu gidişle, kendi sözünün gereğince, cenaze namazının kılınacağı herhangi bir câmi bile bulunamıyacaktır..)

Daha sonra, Turgut Özal Caddesi üzerinde, Tahtalı Park yakınındaki Ramazanoğlu Camii diye isim verilen yeni ve güzel camie gittik.. Henüz tamamlanmamış olan olan bu güzel mâbedde de, bir vakit namazında, beklemediğim derecede, 200 civarında insan gördüm.. Ve yarıdan fazlası da 40 yaş veya altında idi.. Bu insanların da elbette yanlışları olabilirdi.. Ama, ibadet, yalnızca  kendilerinin olgunlaştığını sanan insanların yapabileceği bir eylem mi; yoksa, insanların noksanlıklarını gidermek için bir manevî/ ilahî makama iltica eylemi miydi? ’Bu insanlar, bu modern denilen çağın bunalımları içinde kendilerine bir sığınak, kendi aidiyetlerini belirlemekte bir yer arıyorlar olamaz mıydı.. Bu insanların hepsi de Mescid-i Zırar’da ibadet eden, aldanmış kimseler değil herhalde.. Eğğr öyleyse sen de Mescid-i Taqvâ’yı göster, nerede?’’ dediğimde, doktor dostum, kesin bir şey söyleyemiyordu..

IŞİD savaşçılarına fena halde karşı olduğunu söylediği halde, arkadaşımızın, dünyaya bakışı, onların bakışındaki katılıktan daha hafif değildi.. Ayrıldık..

Akşam üzeri, bir mimar grubunun çalışma bürosunda bir çok dostlar bir araya gelmişlerdi.. Orada da iki saat kadar bir sohbet oldu.. Konu, ülkenin içinde bulunduğu durum ve de yüzde 41’le ülkenin birinci siyasî gücü etrafında ve de kanûnen partisiz durumda olan en yukardaki Tayyîb Bey idi.  

Geçen hafta, İstanbul’da katıldığım bir düğün sonrasında, bir çay bahçesinde devam eden sohbette dile getirilen konular, aradaki bunca mesafeye rağmen, orada da konuşuluyordu.. Bazılarımız, müslüman kürd halkının nasıl olup da, ana gövdeden bu kadar kopmuş gibi bir görüntü verdiğini sorguluyordu; kimileri de birkaç ay öncesine kadar kürd halkı nazarında sevilen birisi olan Erdoğan’ın, nasıl olup da, kısa sürede ‘en büyük kürd düşmanı’  hâlinde tanıtılması noktasına gelindiğini anlamaya çalışıyordu..

Elbette Tayyib Bey’e, çevresi, danışmanları ve tek karar verici havasından dolayı eleştiriler de burada da vardı, duyumlara , rivayetlere dayanılarak.. Kimisi de, kendisine ulaşılamadığı ya da eleştirilemediği ya da eleştirileri dinlemediğine dair iddiaları tekrarlıyordu.  

Yapılan eleştiriler tamamen yanlış mıydı? En azından bir kısmının, gerçekleri yansıtmadığını biliyorum, rivayetlere dayalı.. 

Ama, yine de ilginç olan şu ki, hem problemler Erdoğan’da düğümleniyor, hem de çözüm  yine ondan bekleniyordu.

Ve ilginiç olan şu ki,  bu konuda yazılı medyada ve hele de İslamî eğilimli veya muhtevalı yayın organlarında dile getirilenler tartışmadan, gerçekmiş gibi alınıyordu âdetâ..

Halbuki, bu sütunlarda daha önce bir çok örnek zikredildi.. Herkes, kendi baktığı ve durduğu yere göre bakar.. Bizim camiamızda, ’Benim yıllardır yazdığım görüşlere itibar edilseydi, Suriye Buhranı bu noktaya gelinmezdi..’ diyenlerimiz ya da,’Ankara’dakilerin kafası basmıyor, vizyonları yok, Suriye de, Yemen de, Irak da hep o vizyonsuz kafalar yüzünden bu duruma geldi..’ diyenlerin varlığından da söz etmiştik..

Bu arada, Bülend Arınç’ın, HT ekranlarında söylediği ’Birçok tweet, mesaj aldım. Siz AK Parti’nin vicdanısınız, siz olmazsanız parti güç kaybeder mesajları geldi…’ gibi sözleriyle ne demek istediği üzerinde de duruldu, bazı sohbetlerde.. ’Yani, artık o ayrıldığına göre, vicdanı olmayan bir hareketle mi karşı karşıyayız?’ sorusu ortaya çıkıyordu..

Bu arada, Arınç’ın, ’Bu fitne günümüzde çok fazla kaynıyor. Trollerden bahsedebilirim. Hergün dedikodu üretenlerden bahsedebilirim. Bu fitne ve zararlar liderime zarar vermeye gelmişse, Erbakan’ın bize öğrettiği gibi kenara çekilmektir. Biz çok şükür kendisini feda edebilecek dünya adıma bir beklentisi olmayan bir insan olarak kalmak isteriz. Fitne bir gün biter, yanılmış olanlar yanılmış olarak kalır.’ gibi sözleri de ayrı bir ilginçlik ortaya çıkarıyordu.. Çünkü, rahmetli Erbakan’ın öğrettiği bu ise, ve Arınç da onun öğrettiği gibi davranacaksa, onun ve takibçilerinin yıllarca nasıl davrandığı ortada olduğuna göre, bundan sonra, kenara çekilme yine olmayacak ve yine amansız bir başka mücadele başlıyacak değil midir?’ gibi suallarin cevabını vermek de zordu.. Çünkü, onun bu sözlerinin başka bir mefhum-u muhalifi  var mıdır?’gibi sualler de karşılıksız ve izahsız kalıyordu..

*

Şahsen bu gibi konularda günlük siyasetin içindeki kişileri onları kuşatan iç ve dış şartları tam olarak bilmeden tartışmaktansa, halkımızın kazanımlarını geriletmemek için neler yapmamız üzerinde durmamız gerektiğiniz hatırlatmaya öncelik verilmesi gerektiğini düşünüyorum.

*

dirilişpostası

Bu yazı toplam 723 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar