Nureddin Şirin

Nureddin Şirin

Hani Nerede Kerbela ve Aşura'larımız, Nerede Hüseyn ve Abbas'larımız?

Hz. Seyyidüşşüheda İmam Hüseyn, bir avuç dosta ile birlikte Kerbela"ya doğru yürürken, nasıl bir yolculuğa çıktığının farkındaydı. İki şık vardı önünde; eğer Kufeliler sözünde durur ve kendisiyle birlikte gayri meşru gasıp Yezid düzenine başkaldırırsa, yeni baştan adil bir İslami hükümetin kurulmasının yolu açılacak; ya da, Muhammedi İslam"a yapılan alçakça ihanetin kökünün kurutulması için damarlardaki kan Kerbela"nın kızıl çölüne savrulacaktı.

Her iki yol da bir zaferdi İmam Hüseyn için. Zira, İslam"a fatiha okunmaktansa, parçalanmış bedeninin üzerinde eza tutulması, İslam"ın Muhammedi çehresine kara çalınmaktansa, bedenlerin kızıla boyanmasını daha evlaydı onun için.

İmam Hüseyn"in misyonunun amacı, geleneksel ve bağnaz bir takım sınırlamaların ötesinde, tüm çağlara ve nesillere tevhid, özgürlük, adalet mücadelesinin sönmeyen bir meşalesini tutuşturmaktı. Yeryüzünün her neresinde bir zulüm, her neresinde bir haksızlık, her neresinde bir zorbalık varsa, orada hak ve adalet adına verilecek bir mücadelenin yol işaretlerini çizmişti o.

Bizler sadece tarihin karanlıklarında kaybolup gitmiş zalim ve gasıp diktatörlerin adını anıp onları lanetleme durumunda değiliz.

Yezid, yani; zulüm, ihanet, gasp, zorbalık, cinayet ve katliamların simgesi. En mukaddes değerleri bile çıkar ve saltanatları uğruna çiğneyebilecek aşağılık bir karakter. Batıl ve gayri meşru iktidarını korumak için İslam ümmetine tarihin en ağır darbesini indiren bir lider.

Peki, bizler tarihin bu aşağılık karakterinin adını lanetlemekle mi Hüseyin"in yanında, onun mücadelesini kendimize bayrak edinmiş oluyoruz. "Her yer Kerbela, Her Gün Aşura" şiarını yükselten bizler, günlerimizi nasıl "Aşura" yapıyoruz?

Yaşadığımız dünyanın nasıl zulüm ve zorbalıkla dolup taşıdığını gören bizler, acaba zamanın bu kan içici, sömürücü, işgalci, soykırımcı zorbalarının karşısında, İslam"ın ahkam ve mukaddesatına karşı sürdürülen kesintisiz hakaret ve saldırılar karşısında, dünyanın dört bir yanında Müslümanların çiğnenen namus ve ırzları, gasp edilen hak ve hürriyetleri, aşağılanan onur ve haysiyetleri karşısında nasıl bir kavgayı kuşanıyor, hangi fedakarlıklarda bulunuyor, nelerimizden vaz geçebiliyor ve neleri göze alabiliyoruz?

Hz. İmam Hüseyin "Ben makam ve mevki için değil, ceddim Muhammed"in ve babam Ali bin Ebu Talib"in yolunu sürdürmek, marufu emr ve münkerden nehyetmek için kıyam ettim" diyor.

Ne diyordu İmam Hüseyin"in ceddi Hz. Resulüllah:

"Müslümanların dertleriyle ilgilenmeden sabahlayan; yardım edin ey Müslümanlar diye feryad eden kardeşinin çağrısına koşmayan benden değildir."

Acaba kulaklarımız, zulüm, işgal, katliam, ambargo, yıkım ve ihanetin dayanılmaz acıları altında "Ya lel müslimin" "yardım edin ey Müslümanlar!" diye feryad eden kardeşlerimizin çığlıklarını duymuyor mu?

Acaba gözlerimiz kan denizi dönen İslam beldelerini, viran edilen kutsallarımızı, ölüm, barut ve duman kokan şehirlerimizi görmüyor mu?

Üstad Şehid Mutahhari "Hüseyni Hamaset" adıyla kitaplaşan Muharrem konuşmalarında "eğer gerçekten Hüseyn"e değer veriyor ve onun yolunu izlemek istiyorsanız, o bu zamanda yaşasaydı ne yapardı, onu düşünün ve ona göre hareket edin. Eğer Hüseyn bugün yaşasaydı, onun şiarı Filistin olurdu" diyor.

Onun içindir ki Seyyid Hasan Nasrullah "günümüzün Kerbelası Filistin"dir" diyor.

İmam Hüseyn"in emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker"inin günümüzdeki karşılığı nedir? Bunu düşünüp, buna göre hareket etmemiz gerekmez mi? Bizlerin de günlerimizi "Aşura" yapmanın, Hüseyn"e gerçek anlamda dost ve yoldaş olmanın yolu sadece budur.

Eğer günümüz zorbalığının başı büyük şeytan Amerika ve onun müttefikleri, gasıp Siyonist İsrail ve bu kanser mikrobunun destekçileri, tüm yeryüzünde İslam ve Müslümanlara karşı amansız bir saldırı içindeyse, "Hüseyn" "hüseyn" diyenlerin yeri haçlı Amerikan emperyalizmi ve Siyonist rejime karşı direniş cephelerinde buluşmak değil midir? Düşman İslam"a karşı "küresel bir savaş" sürdürdüğünü her defasında söyleyip dururken, bizlerin bu düşman karşısındaki direnişimizin, mücadelemizin, kavgamızın, adanmışlığımızın, fedakarlığımızın, azim ve kararlılığımızın karşılığı nedir? Sözlerimiz, amellerimiz, çabalarımız, anlımızdan akan terler, ayaklarımıza gelen yorgunluk neyin karşılığıdır?

İstanbul"da bir grup muhlis ve gayretli bacılarımızın öncülüğünde faaliyet sürdüren Ayışığı Derneği, İmam Hüseyin"i anma dolayısıyla bir program düzenliyor. Programın afişi, İmam Hüseyn"in misyonunu, onun pak ve kızıl kanlarını en güzel bir şekilde yansıtıyor. Afişteki tasvirde, Kerbela Şehidlerinin kanları, Mavi Marmara şehidleri"ne dönüşüyor.

İşte Kerbela, işte Aşura ve işte Hüseyn budur.

Çünkü onlar, Hz. İmam Hüseyn"in kanlarıyla dirilttiği Muhammedi Risaletin "yardım edin ey Müslümanlar" diye feryad eden kardeşinin yardımına koşmayan benden değildir" fermanına "Lebbeyk ya Gazze" diyerek yola çıkmışlar, Akdeniz"in sularını kendilerine Kerbela bilip 31 Mayıs"ı Aşuralaştırarak pak kanlarını Allah"a kurban sunmuşlardı.

Hermele"nin okları ve Şimr"in hançeri bugün Bush"ların, Obama"ların, Olmert, Netenyahu ve Barak"ların elinde, peki Hüseyn"in yaranı, onun yoldaşları nerede?

14 asır öncesinin Kerbela"sında dökülen kanlar bugün Filistin"de, Afganistan"da, Pakistan"da, Keşmir"de, Kafkasya"da dökülürken, "heyhat minnezzilleh" diye haykıran Hüseyn dostları nerede?

İmam Hüseyn 73 kişiyle Kerbela"ya vardığında, dostlarının sadakatine, ihlas ve samimiyetine şehadette bulunduktan sonra, kendilerinden razı olarak onlardan geri dönmelerine izin vermiş, ama onlar İmam Hüseyn"e "Ey Hüseyn! Bu hayat ebedi olsa, bizler de bu hayatta ebedi yaşayacak olsak, seninle bir dakika bulunmayı o ebedi hayata tercih ederiz" "Bin kere öldürülsek ve yeniden doğsak ve yeniden bin defa öldürülsek seni asla terketmeyeceğiz" şeklinde karşılık vermişlerdi.

Onlar İmam"larına olan sadakatlerini ölüm kusan kılıçların altında tekbir sesleriyle, yiğitlik ve mertlikleriyle, parçalanan ve kızıla boyanan bedenleriyle ispat etmişlerdi.

İki oğlunu alıp Kerbela"ya gelen Hz. Zeyneb oğullarının kanlı naşı önüne geldiğinde sükünetini koruyor, ama Hz. Hüseyin"in oğlu Ekber"in kanlı bedenini görünce kendini kaybedercesine ağlıyordu. Acaba bu ananın oğullarının acısı sinesini yakmamış, ciğerlerini dağlamamış mıydı? Mihrab şehidi Destigayb Hz. Zeyneb"in bu tavrını "Zeyneb"in zühdü" şeklinde tanımlıyor. Yani Hz. Zeyneb "iki oğlum şehid oldu" diye minnetten kaçınıyor; oğullarını feda etmiş olmanın Allah katında bir minneti olabilir miydi?

Bizim "minnet" etmeyeceğimiz neyimiz var; verdiğimiz hangi kurbanlar, çektiğimiz hangi acılar, katlandığımız hangi zorluklar? Göğsümüze saplanan kurşunlar, sırtımızda şakırdayan kırbaçlar, açlıktan büzülmüş mideler, uykusuz kalmış gözler, kelepçelenmiş bilekler, tekme ve dipçiklerle morartılmış sineler mi?

Hz. Hüseyn altı aylık yavrusu Ali Asgar"ın boğazından süzülen kanları göğe doğru savurup "Ya Rabbi, bu kurbanımı da kabul et; Asgar"ın kanı arşına ziynet olsun!" diyordu.

Ya bizim sunduğumuz kurbanlar? Dünyalık üç kuruşa bile tamah edebilirken, hakkın müdafaası için en küçük zorlukları bile göze alamayıp sürekli mücadele sahnesinin dışına kaçarken, neyimizle Allah"ın arşını tezyin edeceğiz? Evlerimiz, arabalarımız, koltuklarımız, makamlarımız, ünvanlarımız, para dolu kasalarımız, lüks ve konfora olan tamahlarımızla mı?

Susuzluktan dilleri kavrulan Hz. Rukeyye şehid yetimlerini yanına alıp amcası Hz. Abbas"ın yanına gelerek "Kendim için değil, bu yetim çocuklar için senden su istiyorum" dediğinde, Hz. Abbas gayretinden ölecek gibi oluyordu; onun için hayatının en mutlu anı, Hz. İmam Hüseyin"in kendisine izin vererek cepheye gitmesiydi. Artık bu yetim çocuklara hemen yanı başlarında şarıl şarıl akmakta olan Fırat nehrinden biraz olsun su getirme fırsatı vardı.

O atını Fırat"a doğru sürdüğünde önüne çıkan düşman askerlerini kolaylıkla savuşturmuş, nehrin kenarına geldiğinde susuzluğunu gidermek için avucuna doldurduğu suyu, boğazına götürmeden bırakmıştı; gözlerinin önünde canlanan susuz yetimlere su götürmeden kendisi su içmeyecekti.

Su tulumunu doldurup hızlıca geri dönmeye çalışırken etrafı onlarca düşman askeri tarafından sarılmıştı, Hz Abbas sağ eliyle tuttuğu kılıcıyla her taraftan gelen kılıç darbelerini savuşturmaya ve bir an önce suyu yetimlere yetiştirmeye çalışıyordu. Diğer elinde de su tulumu vardı. Bir kılıç darbesi sağ kolunu kopardığında, su tulumunu boynuna alarak diğer eliyle savaşmayı sürdürmüş, ancak o kolunu da kaybetmişti.

Hz. Abbas iki kolunu kaybetmesine karşın saldırılara teslim olmuyor, direniyordu. Tek arzusu vardı, o, misyonunu başarıyla tamamlamak istiyordu. Kesilen kollarının acısını duymayan Hz. Abbas, su tulumunun oklanıp boşalmaya başladığını gördüğünde dünyanın en ağır acısını hissetmişti tüm benliğinde. Artık önüne gelip de "su" "su" diye inleyen yavruların içi boş taslarına su dolduramayacaktı"

Bugün İslam Ümmeti"nin yetimleri, garipleri, açları, susuzları, ambargo altında kavrulanları, acaba "bu ümmetin Abbas"ları nerede, bize bir tas su, bir somun ekmek getirecek yiğitleri nerede?" diye sorup dururlarken, ümmetin hangi yetimlerinin iniltileri karşısında bütün benliğimizle yakıp kavrulduk? Onların imdadına koşmak için hangi Fırat"ın kenarına atımızı sürdük?

Mavi Marmara gemisiyle Akdeniz"e seyir alanlar, karşılarına Siyonist rejimin kan ve ölüm kusan savaş gemilerinin çıkacağını çok iyi biliyorlardı; acaba onların çektiği acı, alınlarına ve göğüslerine saplanan Siyonist kurşunların acısı mı, yoksa Gazze"nin sahillerinde Özgürlük filosunun yolunu gözleyen yetimlerin umutlarının sönmesi mi?

Biz bugün matem meclislerinde Hz. Abbas"ı anıp gözyaşı dökeceğiz de, insanlık dışı kuşatmayı kırmak için yüzünü Gazze"ye çevirip Siyonist katillerin namlularına göğüslerini açan Abbas"larımızı unutacak mıyız?

Kerbela"da Hz. Abbas"ın kollarını koparıp zehirli oklarını sinesine yağdıran düşmanların kemikleri toprak oldu; ama Akdeniz Kerbela"sında kardeşlerimizin alın ve göğüslerine kurşun yağdıran Siyonist katiller hayattalar ve hatta yaptıklarından dolayı övünüyor ve ödül alıyorlar.

Peki, yerden bir taş alıp bu katillerin üzerine atacak yiğitlik, dürüstlük ve cesaret var mı bizde? Eğer içimizden birileri onların örümcek yuvalarının camlarından birini kıracak olursa, o kişiden kaçıp durmayacak mıyız? O kişilerin adını "terörist"e çıkardıklarında biz de arkamızı dönüp gitmeyecek miyiz?

Aylarımız ne kadar "Muharrem", günlerimiz ne kadar "Aşura"?

Bizlerin bu muharrem ayında tam bir içtenlikle bunun muhasebesini yapmamızdan, görev ve sorumluluklarımızı güçlü bir azim ve irade ile kuşanıp Hüseyince ayağa kalkmamızdan, saldırıya uğrayan İslam ve Müslümanların yardımına koşmak için cihad ve direniş meydanlarına atılmamızdan başka bir yolumuz ve seçeneğimiz yoktur.

Ya günlerimiz gerçekten Aşura olacak, ya da bir taraftan Kufeli kaçkınların libaslarına bürünürken, diğer taraftan da Hz. Hüseyn"e olan sevgimizi sözde dile getirmeye devam edeceğiz; Onlar Muharrem"de sınavdılar ve kazandılar; biz ise Muharrem"lerde kaybedip duruyoruz.

Ben bu ifadeleri birilerini suçlamak için değil, üzerimize çöken ağır utancın acısından dolayı yazıyorum; çünkü aynı oklar, aynı kılıçlar saplanıp dururken pak bedenlere, aynı ihanetler yapılıp dururken mukaddesatımıza, aynı acı ve çığlıklar sararken her bir yanı; bizler sadece izliyor ve çoğuna da gözlerimizi kapatıyoruz.

Mağrib"den Maşrik"e ümmetin yiğitlerine selam olsun

Amerika, İngiltere, İsrail şeytan eksenine karşı göğüslerini siper edinen mücahidlere selam olsun.

Cevdet"lerden, Furkan"larımıza, Hz. Abbas misali yetimlerin yardımına koşan şehidlerimize selam olsun.

Onların kanlarını alınlarına sürüp bu kanın hesabını sormak için yola düşenlere selam olsun.

Devam edecek

velfecr

Bu yazı toplam 3821 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar