Halk İçin Devlet

Halk İçin Devlet

Halktan ayrı, halkın üstünde devlet” anlayışı adaletsizliğin ve zorbalığın kaynağıdır. Devlet halkın emrindeyse devlettir, halk üzerinde baskı unsuruysa ve birileri yerken diğerleri bakıyorsa, devlet denilen şey üç beş kodamana hizmet eden bir suç şebekes

Halk İçin Devlet

Devlet arızîdir, sonradan ihtiyaç/zorunluluk gereği ortaya çıkmıştır, böyle olmakla beraber insanlığın ilk aşamasına (ilkel topluma) dönmemiz söz konusu değil; şehir-medeniyet, devletsizlik fikrini kaldırmaz, bu nedenle biz devlet fikrini kabul ederek onun hangi temelde, nasıl ve ne şekilde teşekkül etmesi gerektiğini tartışıyoruz.

Modern anlamda devlet, halka rağmen devlettir, ondan ayrıdır, adaleti sağlamaktan ziyade küçük bir zümrenin elindeki özel mülkiyeti korumak ve -her ne kadar birtakım sosyal hakları garanti altına alarak belli başlı özgürlük alanları açsa da- aslında “sürü” olarak gördüğü halkı kontrol altında tutmak, deyim yerindeyse onu gütmek için vardır. Bu nedenle devlet, halk için belli bir kalıp öngörmekte ve zihinlere şu veya bu şekilde “Devlet namustur, devlet özgürlüktür, eğitimdir, sağlıktır, devlet hayatın ta kendisidir”, kısacası “Devlet her şeydir” anlayışını yerleştirmek veya zihinlere yerleşmiş olan bu anlayışı diri tutmak istemektedir.

Şüphesiz bu haliyle devlet bir tahakküm aracıdır; kendi normları dışında kalan herkesi kendi varlığına karşı potansiyel tehlike olarak görmekte, bireyleri sürekli olarak denetim altında tutmakta, onların sadece eylemlerini değil, aynı zamanda duygu ve düşüncelerini de kontrol etmeye, yönlendirmeye çalışmaktadır. Bu bakış açısı, gerektiğinde devletin bekası için bütün halkı feda edebilir. Bunu kısaca “halktan ayrı, halkın üstünde devlet” olarak tanımlayabiliriz. Buna göre, bir halk ve ondan ayrı bir de devlet vardır, devlet, ülkeyi ve halkı yönetmektedir.

Buna karşın bizim iki temel itiraz noktamız olmalıdır: Birincisi, devletin varlık nedeni adaletin sağlanmasıdır, nitekim devlet, adaletin sağlanması için halk tarafından yapılan organizasyondur; adalet yoksa devlet işimize yaramıyor demektir. Celaleddin Rumî’nin ifadesiyle, “Allah bize devlet ve hükümeti halk göklere el açıp ağlamasın diye verdi. Keza mülk ve hükümet verilmesi, halkın âh-ı dumanı semaya yükselip de felek ve suha yıldızının muzdarip olmaması içindir. Keza öksüz iniltisinden arşın titrememesi ve bir kimsenin zulüm hastası olmaması içindir.” (Rumî, Mesnevî, Beyit: 12289-12291)

İkincisi, -birincisine bağlı olarak- devlet halkın emrindeyse devlettir, halk üzerinde baskı unsuruysa ve birileri yerken diğerleri bakıyorsa, devlet denilen şey üç beş kodamana hizmet eden bir suç şebekesidir. Şu halde kendi halkını sömüren devlet bize ait değildir, aksine o, halkın sırtından kazanç sağlayan bir avuç asalağın devletidir.

“Halktan ayrı, halkın üstünde devlet” anlayışı adaletsizliğin ve zorbalığın kaynağıdır. Söz konusu anlayış, hayatî önem arz eden belli başlı konularda resmî kalıplara ihtiyaç duyar. Bu noktada resmî eğitim kurumları ve resmî dinî yapılanma öne çıkan iki önemli kalıba sokma aracıdır.

Kısmen restorasyona tabi tutulan ve konjonktür itibariyle Müslüman kimliğe büründürülen modern ulus-devlet, hayatın hemen her alanında baskısını hissettirmektedir. İktidarın, yıllardır tartışılan zorunlu din dersi meselesine yaklaşımı bu konudaki en iyi örneklerden birini teşkil etmektedir. Buna göre, zorunlu din dersi olmazsa IŞİD mantığı güçlenecektir. Sorun şu ki, zorunlu din dersi olduğunda bu sefer hâl-i hazırdaki zihniyet güçlenmektedir. Dolayısıyla bu yaklaşımla bizden yiyicilerle kıyıcılar arasında bir tercih yapmamız istenmektedir; ölüm mü, sıtma mı, hangisi?!

Resmî din anlayışı da aynı şekilde baskıcıdır ve bunun yanı sıra bölücüdür. Kimin Mü’min kimin kâfir olduğuna devlet karar veremez. Devlet, Müslüman olduğunu beyan eden herhangi bir kimseyi dinî anlayışından ötürü belli bir kategoriye sokamaz, onu ötekileştiremez ve baskı altına alamaz. Aynı şekilde kendilerini Müslüman olarak tanımlamayan -veya sair dinî yahut ideolojik kimliklerle ifade eden- kimselere de “vebalı” muamelesi yapılamaz ve sözü edilen kimseler dinî tercihlerinden veya sahip oldukları dünya görüşlerinden ötürü baskı altına alınamazlar.

Günümüzde modern ulus-devlet eliyle camiler dahi “resmî” hale getirilmiş bulunmaktadır. İmparatorluk dönemlerinde dahi devlet elini mabede bu denli sokmamıştı. Cami devlet tasallutu altındayken camideki adamın kalıpların dışına çıkması ve bağımsız bir dinî düşünceye sahip olması beklenemez.

İslam’da ne resmî din anlayışı, ne resmî din eğitimi, ne resmî din adamı sınıfı, ne de resmî ibadethane vardır. Herkese açık, yoruma elverişli ve halkın tümüne ait olanı dar çerçeveye sıkıştırmak İslam’ın ruhuna aykırıdır, bu tür yaklaşımlar hem İslam’ı olmadık bir mahiyete büründürmekte hem de halkın istikbalini karartmaktadır.

Özellikle belirtmek gerekir ki, Şeriat’ın bir bütün olarak topluma yönelik karşı bir saldırı olarak gördüğü ve hukuken suç olarak nitelendirdiği -ceza-i müeyyideyi gerektiren- tutum ve davranışlar dışında devletin müdahalesine açık herhangi bir alan yoktur. Hz. Peygamber, Medine’de polis devleti kurmamıştır; tecessüste bulunmamış, kimseyi gizlice dinlememiş, hiç kimsenin haberleşme ve seyahat özgürlüğünü kısıtlamamış, hiçbir zaman bir polis gibi, bir savcı gibi davranmamış, suçunu kendi ağzıyla itiraf edene dahi “Gel bakayım, demek sen suç işledin ha, alın götürün bunu” dememiştir. Aksine suçunu kendi ağzıyla itiraf eden kimseyi dinlemek dahi istememiş, ona arkasını dönmüştür.

Halkın organize ettiği devlet, öncelikle toplumu meydana getiren kişi ve grupların tamamen kendi rızalarıyla -sulh yoluyla- sosyal, siyasî ve iktisadî organizasyonlara katılımını sağlar. Bu katılımda içtimaî sözleşme gereği herkes toplumun tümünü ilgilendiren meselelerde üst-hukuka riayet edecektir. Bu hukuk Müslüman bir ülkede İslamî esaslar doğrultusunda -Şeriat’ın maksatlarına uygun biçimde- teşekkül eder. Öte yandan tüm etnik ve dinî gruplar -Medine örneğindeki gibi- aralarında kendi hukuklarını uygulamakta, kendi eğitim müfredatlarını belirlemekte, kendi sosyal kurumlarını ihdas etmekte, kısacası toplumsal örgütlenmelerini istedikleri gibi gerçekleştirmekte serbesttirler. Farklı gruplara mensup insanlar arasında meydana gelen anlaşmazlıklarda ise üst-hukuk devreye girecektir.

Bunlardan başka İslam nokta-i nazarından son tahlilde hiç kimse hiçbir şeyin sahibi değildir, Mülk Allah’ındır; insanlar, mevcut rızık kaynakları, servet ve mallar üzerinde yalnızca intifa (yararlanma) hakkına sahiptirler. Dolayısıyla fakirlik ve açlık tehlikesiyle karşı karşıya olan herkes, bir başkasının ihtiyaç fazlası malı üzerinde hak sahibidir ve bu hak, devlet eliyle garanti altına alınır.

Gerçekte zenginin fakire, işverenin işçiye karşı hiçbir üstünlüğü yoktur. Hiç kimse bir diğerinin kölesi değildir. “Üsttekiler-alttakiler” ayrımı suni bir ayrımdır, hakikatte böyle bir ayrım söz konusu değildir; bütün insanlar Allah katında eşittirler, tek üstünlük ölçüsü takvadır. Bu bakımdan İslam, Hz. Peygamber’in Medine’de ortaya koymuş olduğu örneklikten de anlaşılacağı üzere, hem kanun önünde hem de temel yaşam standardı ve toplumun malî kaynaklarından adil miktarda pay almak bakımından bütün insanların eşit olduğu bir toplumsal yapı meydana getirmiştir. Bu kaynaktan beslenen Endülüs ve Osmanlı modelleri, farklı etnik ve dinî grupların birbirlerinin üzerinde baskı kurmaksızın, ortak değerler etrafında bir arada yaşayabileceklerini açıkça ortaya koymuştur.

Medine örneği doğrultusunda eğer bir devlet olacaksa, halka rağmen, halktan ayrı, halkın üstünde devlet değil, halk için devlet olacaktır. Servetin de, iktidarın da kaynağı halktır; insan hiç kimsenin olmadığı bir yere -örneğin çölün ortasına- gitse, orada ne servet yığabilir ne de iktidar elde edebilir, çünkü yapayalnız, bir başınadır.

Ne var ki, mevcut devlet anlayışı, kapitalist pazarın ve yeni zengin sınıfın varlığının teminatıdır. Günümüzde pazar dinî ölçü çerçevesinde şekillenmemekte, din pazara uygun biçimde yorumlanmaktadır; merkezde din -dolayısıyla evrensel değerler- değil, pazar ve yeni zengin sınıf yer almaktadır. Birilerinin köpeğine mama almak için verdiği parayı ailesine götüremeyenlerin bulunduğu bir ülke için kıyametin kopması an meselesidir. Bu bakımdan kısmen restorasyona tabi tutulan modern ulus-devleti “Cihan Devleti” olarak kabul etmemizi isteyen zihniyeti ‘büyük ruh hastası’ olarak nitelendirmemiz yanlış olmayacaktır.

İslamcılar, Samiri’nin buzağısı gibi gönüllerine yerleşen devlet putunu parlatmakla meşguller. İslamcı cenahta Allah’a davetin, yerini iktidara davete bıraktığı günleri yaşıyoruz. İslamcı paradigma bir zamanlar “Hak verilmez alınır” yaklaşımı üzerine kuruluydu, günümüzde ise devlet birtakım “haklar vermek” suretiyle bir zamanların radikallerini yeni statükonun gönüllü hizmetkârları haline getirdi.

“Makul şüphe” ile birlikte devlet resmen polis devletine dönüşüyor, bundan önce adı konulmamış biçimde polis devletiydi, şimdi resmileşiyor. Sonuç itibariyle devlet-iktidar elimize ayağımıza zincir vuruyor, sermaye elini cebimize sokuyor, düzenin dini de “Boş ver” diyor, “Aldırma, nasıl olsa ahiret senin”. Hac’da taşlananlar işte bunlar; küçük, ortanca ve büyük şeytan.

Neyse ki, sahte tanrılar daima iflas eder ve istisnasız her iktidar yok olucudur!

Atilla Fikri Ergun – akilvefikir.org