“Hadis İnkârcısı!” Diye İftira Atan Zavallılara

Kur’an’ı geri plana atıp geleneği kutsallaştıran, mezhebini din gibi gören, rivâyetleri âyetlerin önüne koyan bazıları, kendileri gibi düşünmeyip “Ebû Hanife’nin, Hz. Âişe ve nice sahabinin yaptığı gibi, hadisleri Kur’an’a arzetmeliyiz” diyenlere iftira ederek etiketi yapıştırıyorlar: “Hadis inkârcısı!” Bu, tekfirciliğin yansımasıdır; bu, selefi geçinenlerin hâricîleştiğinin bir örneğidir; birini idama mahkûm edip boynuna yafta asmaktır. Zan taşıyan bir konuda “inkâr” kavramının kullanılmayacağını bilmeyecek kadar câhilliktir.
Kur'an'a ve Kur'an'daki esaslara iman eden hiçbir mü'min, Peygamberimize, Onun söylediği kesin olan sözlere itiraz etmez, kabul etmiyorum demez. Bir mü’min, hem Kur’an’a iman edecek, hem Kur’an’da “itaat edin, hakem kabul edin, örnek alın” denilen Peygamberimizi Kur’an’daki esasları açıklayan sözlerini, hükümlerini kabul etmeyecek, bu düşünülebilir mi? Edip Yüksel ve çevresindekiler gibi çok azınlıktır Peygamberimizin sözlerini, hükümlerini, sünnetlerini kabul etmeyen kişiler. "Hadis inkârcısı" tabiri bunlar için kullanılıyorsa, mümkün, doğru olabilir. Çünkü onlar hadis olduğu kesin olan mütevatir hadisleri de kabul etmiyorlar, Peygamberimizin sadece postacı gibi Kur’an’ı getirmekle işinin bittiğini düşünüyorlar. "İnkâr" Arapçada "küfür" kelimesinin karşılığıdır ve "İman"ın zıddıdır. Yani, bir kimse ya iman eder, ya inkâr eder, yani küfreder. İnkâr, ancak imanî konularla ilgili söylenir. "Şu kimse Allah'ı inkâr ediyor, melekleri inkâr ediyor" denir. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamber olduğuna iman edilir veya inkâr edilir. Ona atfedilen, Onun o şekilde söylediği kesin olmayan bir söze, bu söz Onun sözü değildir; çünkü Kur’an’a uymuyor; Peygamberimiz Kur’an’a ters bir söz söylemez” diyen kimse, hangi inanılacak şeyi inkâr etmiştir ki “inkârcı, hadis inkârcısı” sözü iftira ve ilim dışı olmasın? Hadis rivayetleri iman esası değildir. Bir hadisi zayıf veya uydurma olduğu gerekçesiyle kabul etmeyen veya “âhad haberler Kur’an’a arzedilmeli, metin tenkidi yapılmalıdır” diyen bir kimseye "hadis inkârcısı" denilmesi, bu çirkin isnadı yapanların cehaletini sergileyen, âhirette de hesabı sorulacak bir ithamdır. “Senin haddine mi Kur’an’a arzetmek, bunu mezardakiler yapmış, hayatta olan kimselerin ilmi ne ki Kur’an’a arzetsin” demek de karşısındakinden önce Kur’an’a hakarettir. Kur’an anlaşılmaz bir kitap değildir. Kur’an, sadece müctehid seviyesindeki âlimlerin kitabı değildir. Kur’an furkandır, hakla bâtılı, doğru ile yanlışı ayırt eden kitaptır. Kur’an anlaşılsın diye, ölçü olsun diye indirildi. Her mü’min, kendi kapasitesi oranında Kur’an’ı anlar, anlamaya çalışmalıdır. Yanlış çıkarımlar olduğunda âlimler başta olmak üzere diğer mü’minler onun hatasını ilmî şekilde düzeltirler. Bir rivayeti Kur’an’ın sağlamasını yapmasından insanlar niye ürküp korkarlar, bunun izahını istemek hakkımız. Kur’an’a ters düşmüyorsa ilmî yönüyle izah edersiniz; ters düşüyorsa niye Kur’an’a arzediliyor, diye suçlama hakkını kim buluyor? Rivayetler Kur’an’a arzedilmeyecek de neye arzedilecek? Allah’ın kitabından daha doğru bir ölçü mü vardır? Davranışlarımızı, yaşayışımızı, sözlerimizi Kur’an’a arzetmek zorunda değil miyiz? Rabbimiz Kur’an’a uymayan görüş ve inançlardan bizi hesaba çekmeyecek mi? Kur’an’ı temel ölçü kabul edip “geleneği de, hadis rivayetlerini de Kur’an’a arzetmeliyiz. Peygamberimiz Kur’an’a ters bir söz söylemez” dediği için, bu sözünden dolayı kendisine “hadis inkârcısı!” diyenlere tepkisel cevap olarak; “siz de Kur’an inkârcısısınız! Kur’an’ın tasvip edip etmemesini önemsemiyor, Kur’an’ı hakem olarak kabul etmiyorsunuz!” demeleri nasıl doğru olmazsa, diğeri de aynı şekilde, hatta daha büyük oranda yanlış değil midir? Bir hadis âlimi, “şu hadis sahih değildir” deyince onur sözü ölçü kabul edilecek, kendisine hadis inkârcısı filan denilmeyecek; fakat, “Âlim yanılabilir, ama Kur’an yanılmaz; âlim mutlak bir ölçü değildir, ama Kur’an mutlak bir ölçüdür, bu rivayet Kur’an’a ters düştüğü için, Kur’an’a göre sahih değildir” diyen kimseye “vay ehl-i sünnet düşmanı, vay hadis inkârcısı” denilecek. Bu adalet midir, bu ilim midir? Bu iftira, âhirette önüne çıkmayacak, hesabı sorulmayacak mıdır? Ben, hak etmedikleri halde, bu itham yapılanların haklarını helal edeceklerini sanmıyorum.
Kimlere hadis inkârcısı diyorlar? Peygamberimizin bu kelimelerle bu sözü söylediği kesin olmayan, Peygamberimizin bu şekilde söylediği zannedilen sözlerin Peygamberimizin sözü olmadığı gerekçesiyle, Kur’an’a ters gördüğü için, uydurma rivayetlerden sakınmak gerekçesiyle ve ondan daha önemli ve eksiksiz, fazlasız, hatasız, yanlışsız ve lâ raybe fîh olan Kitab’ı öne çıkarıp onun ölçüleriyle rivayetleri tartalım diyenlere diyorlar. İlimden uzak söz söylüyorlar ve iftira atıyorlar. Âhad haberlerin akaidde delil kabul edilmeyeceğinitmediği, Kur’an’a ters düşen rivayetlerin sahih hadis olamayacağını söyleyenler, hangi sorumluluk bilinci, hangi ilmî kriterlerle hadis inkârcısı diye suçlanabilir, “kâfir” kelimesinin Türkçesi olan “inkârcı” sıfatı bir mü’mine nasıl verilebilir? O iman esaslarından hiçbirini inkâr etmediği halde, inkârcı diyenlere bu söz geri dönerse, âhirette gereği görülmek üzere onlara etiket olarak yapışırsa? Hiç mi kendilerini düşünmez bu iftiracı tekfirciler?
Hadis rivayetleri, sahih kabul edilen âhad hadisler itikadî açıdan kat'ilik taşımaz, zan kabul edilir. Ve zan dinde ölçü kabul edilmez. Ehl-i Sünnet ulemâsına göre akaidi belirlemez. (Israrla “Ehl-i Sünnet ulemasına göre” diyorum; “Kur’an’a göre” demem nice insanda etki yapmıyor; ama mezhep ismi söyleyince ciddiye alıyorlar. Onlar önemsesin diye bu vurguyu yapma ihtiyacı hissettim.)
Bu konuları bir kitaptan aktarayım, daha uygun olur. Şamil İslam Ansiklopedisi’nden konuyla ilgili alıntı yapayım: İnkâr etmek, bilmemek, hoş görmemek, nehy etmek. Kur'an-ı Kerîme ait bir terim olarak, imanın zıddı olan küfür ve tekzib, inkârla eş anlamlıdır. Küfr veya kefr, bir şeyi örtmek demektir. Kalbindeki inancını örten kişiye "kafir" dendiği gibi "münkir" de denir. Tevbe ve ibadet niteliği taşıyan bazı oruç ve maddî tasadduk gibi cezalar da, günahları örttüğü için "keffaret" diye adlandırılmıştır (el-Bağdâdî, Usûlü'd-Dîn, İstanbul 1346/1928, s. 248; ez-Zühaylî, e/Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, III, 388 vd.).
Eş'arî ve Mâturîdî kelâmcılarının çoğunluğuna göre, zarûrât-ı diniyyeden olduğu kesinlikle bilinen şeylerin tamamını veya bir bölümünü kalben tasdik etmeyen kimseye "kâfir" veya "münkir" denir. Eş'arî kelâmcısı el-Âmidî (ö. 631/1233), müminle münkir arasında dünyevî hükümlerdeki farklılığı dikkate alarak şöyle tarif etmiştir: "Kişiyi, hâkimlik, devlet başkanlığı, şahitlik, ganîmetlerden yararlanma, cenaze namazının kılınması, müslüman mezarlığına gömülmesi gibi, müslümanlara mahsus hallerden mahrum bırakan bir hükümdür" (el-Âmidî, Ebkâru'l-Efkâr, vr. 265a; el-Taftâzânî, Şerhu'l-Makâsıd, İstanbul t.y., II, 267; el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, İstanbul 1311 H. III, 253; el-Gazzâlî, el-İktisâd, Mısır t.y., s. 112; Ahmed Saim Kılavuz, İman-Küfür Sınırı, İstanbul 1982, s. 56).
İnkâr edildiği zaman sahibini dinden çıkaran veya dine girişini engelleyen "zarûrât-ı diniyye"; Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği, tevâtür yoluyla sabit olan, derin bir düşünce ve muhâkemeye ihtiyaç duymaksızın halkta kesin bir bilgi sonucu meydana gelen ve yine müslüman toplumun zarûrî ilim diye bilinen bir bilgi ile benimseyip kabul ettiği, tevhit dininin ana inanç konularıdır.
Kalbiyle tasdik ederek, kelime-i şehadet adı verilen; "Allâh'tan başka ilâh olmadığına, Hz. Muhammed'in onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim" sözünü söyleyen kimse "mümin" sıfatını kazanır. Buna "icmali iman" denilir. Bundan sonra, "âmentü" de ifadesini buları iman esasları gelir. Altı iman esası şunlardır: Allâh'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna iman etmek (Buhârî, İman, 37).
Ehl-i sünnet bilginlerine göre, bir şeyin iman esası olabilmesi için Kur'an-ı Kerîm veya mütevâtir hadise dayanması gerekir. Meşhur veya âhad haberler, kesin bilgi vermedikleri için inanç konusunda delil kabul edilmezler. Ancak İslâm hukukçularının çoğunluğu, meşhur hadîsi inkârın, kişiyi sapıklık (dalâlet) içine düşüreceği görüşündedir. Bu arada, meşhur hadisi inkârın mütevâtir hadisi inkâr gibi sonuç doğuracağını söyleyenler de olmuştur (Alî el-Kârî, Şerhu'l Fıkhı'l-Ekber, Mısır 1323 H., s. 149; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, Bulak 1310 H., II, 265).
Küfür, meydana geliş şekli, sebebi ve yeri bakımından dört kısma ayrılır. Bunlardan biri küfr-i inkârîdir. Küfr-i inkârî: Allâh'ı, Hz. Peygamber'i ve onun getirdiği esasları inkâr etmek gibi."Ey Muhammed! Şüphesiz, inkârcıları uyarsan da uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler" (el-Bakara, 2/6) ayetinde sözü edilen zümre bu gruba girer (Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 3, s. 157-159).
Özellikle gaybla, gelecek zamanla ilgili birçok konuda yığınlarca rivâyet, hadis diye nakledilir. Birçoğunun aslı araştırıldığında bunların İsrâiliyyattan olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak kimi râvîler mârifetiyle bu rivâyetler Rasûlullah'ın ağzından çıkmış gibi nakledilmektedir. Bu gibi rivâyetlerin asıl kaynağı olan Kâ'bu'l-Ahbar, Vehb bin Münebbih gibi kimselerden bazı sahâbîler dahi rivâyet etmişlerdir. Bir sahâbînin kendisinden sonraki nesle mensup birinden rivâyetine usûlde "tedlîs" denir.
Rasûlullah (s.a.s.), katıksız iman sahiplerini, mevzû hadis uyduranlara karşı uyarmış, bu konuda hassas davranmaya dâvet etmiştir. Hayat nizamı İslâm'ın korunması, ana kaynakları olan Kitab, yani Kur'ân-ı Kerim ve Rasûlullah (s.a.s.)'ın Sünnetinin korunmasıyla gerçekleşir. Bu iki ana kaynak düşman saldırılarından çok iyi muhâfaza ve müdâfaa edilmelidir. Kur'an'ı, yanlış anlama ve anlatmadan korumak gibi, Rasûlullah (s.a.s.)'a nisbet edilerek uydurulan hadisleri ayıklamak ve bu hareketi durdurmak gerekir. Mevzû hadisler, ümmete çok zarar vermiştir, hâlâ zarar vermeye devam etmektedir.
Mevzû, lügatta vaz'dan ism-i mef'ûldür. Vaz'; iskat etmek, terk etmek, iftirâ ve ihtilâk etmek mânâlarına gelir. Hadis ıstılahında ise, kelimenin bu son mânâsına uygun olarak, Hz. Peygamber'in söylemediği bir sözü, yalan ve iftirâ ile O'na nisbet etmektir ki, bu mânâda mevzû', yalan ve iftirâ ile Hz. Peygamber'e nisbet edilmiş söz demektir. "Başta İslâm Dini'ne kastedenler olmak üzere, mensup oldukları siyasî fırka ve hizipleri, fıkhî mezhepleri, kabilelerini, cinsiyetlerini, dillerini, peşinden gittikleri imam ve yöneticileri methetmek, halife ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler kazanmak, câmi ve mescidlerde vaaz ettikleri cemaatin teveccühüne nâil olmak, halkın dinî emir ve nehiylere karşı rağbetini arttırmak maksadıyla din düşmanlarının, yalancıların ve câhillerin uydurdukları, sonra da bu uydurulan şeylere, derecelerini yükseltmek için tanınmış hadis râvîlerinden düzdükleri isnadlar ekleyerek hadismiş gibi Hz. Peygamber'i iftirâ ile isnad ettikleri sözlere mevzû/uydurma hadis adı verilmiştir (Talât Koçyiğit, Hadis Usûlü, Ank. 97, s. 276, 97).
Bu sözleri, beyan edilen sebeplerden dolayı uydurup Rasûlullah (s.a.s.)’a nisbet edenlerin hükmü için Ahmed Naim, “Sahih-i Buhârî” şerhinde şunları kaydeder: “Kizbden (yalandan) murad, kizb ale’r-Rasûl’dür. Nebî Efendimizden buyurmadıkları bir sözü, müteammiden rivâyet etmekle itham olmak metâinin en şiddetlisidir. Hatta böyle bir sözü, Peygamber hadisi diye uyduran müfterînin küfrüne kail olanlar vardır. Böyle olan hadise, mevzû veya mübtelak derler. Mevzû haber (hadis) ile amel, mutlaka haram olduğu gibi, kısasa, ahkâma, terğîb ve terhîbe, hâsılı her neye dâir olursa olsun mevzû olduğunu bile bile ve beyan etmeksizin onu rivâyet etmek de haramdır.” (S. Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, DİB Y. 1980, c. 1, s. 282)
Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim şerhinde bu konuda şunları beyan etmektedir: “Rasûlullah’ın üzerinden yalan uydurmak ve O’nun söylemediği bir sözü O’na isnad etmek büyük bir günah ve en çirkin bir iftiradır. Yalnız bu yalanın helâl olduğuna inansa, dinden de çıkar. Ulemâca meşhur olan mezhep budur. Ebû Muhammed el-Cuveynî, Peygamber (s.a.s.)’in üzerinden kasten yalan uyduran kimsenin küfrüne hükmeder, boynunun vurulmasına fetvâ verirdi. Fakat oğlu İmamü’l-Harameyn, bu kavli zayıf bulmuştur.” (A. Dâvudoğlu, S. Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Y. 1977, c. 1, sz. 20)
Ebû Katâde’den: “Rasûlullah (s.a.s.) minber üzerinde şöyle buyurdu: “Benden çok hadis rivâyet etmekten kaçının. Her kim benim üzerimde (benim ağzımdan) bir şey söylemek isterse, hak veya doğru söylesin. Kim, benim söylemediğim bir sözü, kasden uydurup bana isnad ederse, cehennemdeki yerine yerleşsin.” (İbn Mâce, Mukaddime 35; Dârimî, Mukaddime 243)
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)’den: “Rasûlullah (s.a.s.): “Benden hadis rivâyet edin, zararı yok. Ama her kim benim üzerime kasden yalan söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Müslim, Zühd 72)
Muğîre bin Şu’be (r.a.)’den: Rasûlullah (s.a.s.) şöyler buyurur: “Kim yalan olduğu zannedilen bir sözü benden (bana nisbet ederek) rivâyet ederse, kendisi de yalancılardan biridir.” (Müslim, Mukaddime 1; İbn Mâce, Mukaddime 38-41; Tirmizî, İlm 9, hadis no: 2799)
Sahih hadis, hadis âlimlerinin kendi ictihadlarına göre sahih kabul ettikleri hadislerdir. Bir hadisin sahih olup olmadığı hadisçiler arasında tartışmalı olabilir. Bir âlimin sahih kabul ettiği bir âhad haberi, diğer âlim sahih kabul etmeyebilir. Hiçbir kimse de kalkıp bu âlime “hadis inkârcısı!” dememiştir. Bunun sebebi, sahih hadiste bulunması gereken şartların farklı olarak değerlendirilmesidir. Buhâri’nin sahih kabul ettiği hadis, Müslim’e göre; Müslim’in sahih kabul ettiği hadis Buhârî’ye göre sahih kabul edilmeyebilir. Buhârî’nin sika (güvenilir) kabul ettiği 420 râvîyi talebesi Müslim güvenilmez demiş, sika kabul etmemiştir. Yine, Müslim’in sika kabul ettiği 600 küsür râvîyi de Buhari güvenilir bulmamıştır. Buhârî’ye Müslim’in nice hadislerini sahih kabul etmediği için kitabına almadığı için hadis inkârcısı mı denilecektir? Ya da Buhârî gibi bir zâtın güvendiği ve hadisini aldığı kimseleri sika kabul etmeyip kitabına almadığı için Müslim’e Buhari hadislerini kabul etmediği için “hadis inkârcısı” tabirini kim uygun görebilir?
Hadislerin sıhhati, hadis râvîlerinin güvenilirliği yönüyle hadislerin râvîlerine, senetlerine bakılarak değerlendirme yapılarak tespit edilmiştir. “Buhârî de Müslim de beşerdir, masum değildir, her insan gibi hata yapabilirler” demek, sapıklık ve zındıklık mıdır? Kendilerinden önce yaşayan, kendilerinden çok uzak şehirlerde yaşayan, hiç tanımadıkları, yüz yüze görüşmedikleri kişilerin yüzde yüzde güvenilir olduğuna garanti vermek konusunda insanın hata yapma ihtimali yüzde sıfır olabilir mi? Bazen insan, senelerce beraber olduğu bir kişiyi “yeterince tanıyamamışım, ya da doğru tanıyamamışım” dediği olur. Sonra; diyelim ki, sahabeye kadar bir hadisi rivayet edenler yüzde yüz güvenilir kişiler. Tâbiinden olan kişi bir sahabiden hadis rivayet etmiş. Sahabenin tümü adûl kabul edilir; cerh ve ta’dile tâbi tutulmaz. Peki, o sahabi zannedilen kişinin, aslında sahabi olmadığı, mü’min gözüken bir münafık olmadığını nereden bileceğiz ve nasıl emin olacağız? Ve sahabi zannedilen bir münafık, Peygamberimizin hiç söylemediği bir sözü ona isnat ederek hadis uydurmaz mı? Ondan sonraki râvîler tümüyle sika olsa ne olur, olmasa ne olur?
Buhârî’ye toz kondurmayan kardeşlerin çoğu şii düşmanı ve şiileri Müslüman kabul etmeyen kimselerdir. Bu bir çelişkidir aslında. Hem Buhâri’yi hata yapmaz kabul edeceksin, hem de şiileri mü’min kabul etmeyeceksin; bu muazzam bir çelişkidir. Şöyle ki;
Aşağıdaki listede, Buhari’nin Sahih’inde sika kabul ederek hadisini aldığı Şiî âlimlerin birkaç tanesinin isimleri sıralanmıştır. Buhârî ve Müslim’in sika râvî olarak kabul edip rivayetlerine güvendiği şiiler bu örnek olarak verdiğimiz beş kişiyle sınırlı değildir. Kütüb-i Sitte müelliflerinin sika kabul ettiklerini eklesek, şiî râvîlerin sayıları çok daha yüksek olacaktır. Ve bu râvîlerin bazen çok sayıda hadisi Kütüb-i Sitte’de rivayet edilmiştir. Bu şahıslar, rical kitaplarında ve hadis şerhlerinde “Râfızî” diye tanıtılır. Rafızî kelimesi Sünnî âlimler tarafından, Hz. Ali’den (r.a.) önceki halifelerin meşrûluğunu açıkça tenkit eden ya da kabul etmeyen Şiîler için kullanılıyordu.
1- Ubeydullah b. Musa el-Absî (öl. h. 213) Sahih-i Buhari (Kitab el-İman); Sahih-i Müslim (Kitab el-İman)
2- Abbad b. Yakub el-Revacanî (öl. h. 250) Sahih-i Buhari (Kitab et-Tevhid)
3- Abdulmalik b. Ayan el-Kufî Sahih-i Buhari (kitab et-Tevhid); Sahih-i Müslim (kitab el-İman)
4- Avf b. Ebi Cemile el-Arabî (öl. h. 146) Sahih-i Buhari (kitab el-İman); Sahih-i Müslim (kitab el-Mesacid ve Mevadi' es-Salât)
5- Ubeydullah b. Musa el-Absî (öl. h. 213) Sahih-i Buhari (Kitab el-İman); Sahih-i Müslim (Kitab el-İman).
Ama, aynı Buhârî ve Müslim, tâbiinden olan ve Müsned adıyla çok sonraları toplanmış bir kitap dolusu hadis rivayet etmiş olan Ebu Hanife’nin bir tek hadisini bile kitaplarına almamışlar, Ebû Hanife’yi sika kabul etmemişlerdi.
Şiilerden bir alıntı yapan veya onları Buhari gibi sika kabul etmese bile biraz önemseyen kimselere “şii bozuntusu, ehl-i sünnet düşmanı!” diyen selefi geçinen Buhari’cilerin kulakları çınlasın!
Bu gibi daha onlarca problemin çözümü; hadislerin tümünü yok saymak, hadisleri hiçbir konuda delil kabul etmemek olmamalıdır. Bu konuda ifrat ve tefritten uzaklaşmaktır. İfrat; hadis rivayeti olarak sahih kabul edilen tüm hadisleri akaidde bile delil kabul etmek, üzerine din bina etmek ve Kur’an’a uymayan şu hadis sahih değildir” diyenleri “hadis inkârcısı” ilan etmektir. Tefrit de, hadislerin tümüne şüphe ile bakmak, “sadece Kur’an yeterlidir” demektir. İtidalli yol ise; mütevatir olmayan, âhad haber olarak rivayet edilen sahih hadisleri Kur’an’a arzedip Kur’an’a uyan hadisleri amelde delil kabul etmektir. Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunluğu zaten mütevatir olmayan hadisleri, yani sahih hadis kabul edilen âhad haberleri akaidde delil kabul etmemişlerdir. Ve mütevatir hadislerin sayısı çok azdır. Mütevatir olduğunda ittifak edilen de bir tane hadis vardır. Mütevatir olduğu kesin olan bir hadis dışındaki sahih hadisleri ehl-i sünnetin genel kabulü doğrultusunda akaidde delil kabul etmeyen kişileri, kim hangi hakla suçlayabilir ve hele “hadis inkârcısı!” diye itham edebilir? Bunu yapanların ilimden ve haktan ne kadar nasibi olabilir?
Ben söylediğim için delil kabul etmeyip önyargı ile karşı çıkma ihtimali olanlara, kabul etmeleri gereken şekilde, Ehl-i Sünnet âlimlerinin görüşlerini içeren bazı alıntılar yapayım:
Mütevâtir hadisler, akaid konularında bile tek başına delil sayılırlar. Bu yüzden mütevâtir olan haber-i Rasûlü inkâr eden küfre girer. Çünkü böyle bir haberi inkâr etmek, Peygamberi (s.a.s.) inkâr demektir. O da şüphesiz küfürdür, (Ahmed Naim, Tecrid-i Sarîh Tercemesi, Ankara 1976, Mukaddime, s. 102).
Mütevâtir haber, İslâm hukukunda da kesin bir delil olarak kabul edilmiştir.
Haber-i vâhidin kesin bilgi ifade edip-etmediği ve buna bağlı olarak da onunla amel edilip-edilemeyeceği konusundaki görüşlere gelince, şöyle özetlenebilir:
İslâm âlimlerinin bir kısmı, râvîleri âdil (güvenilir) ve senedi Hz. Peygamber’e (s.a.s.) kadar muttasıl (kesiksiz) olan âhâd haberin ilim, yani kesin bilgi ifade ettiğini ve ameli gerektirdiğini kabul etmişlerdir. Bazıları ise "zan ifade eder" demişlerdir. Zan ifade etmesi, râvîlerinde yanılma ihtimalinin bulunması dolayısıyladır. (Talât Koçyiğit, Hadis Târihi, 183-189)
Âhâd haberler kesin bilgi vermezler. Gerekli bilgilerin bulunması halinde bile, sadece zan ve galip zan ifade ederler. Âhâd haberler, küfür ve iman konusunda delil olamazlar. Zira akîdeyi ilgilendiren bir konudaki deliller, zan ifade etmemelidirler. Akâid'te zan geçerli değildir. Âhâd haberler, fıkhî ve ahlâkî konularda amel edilen haberlerdir.
Âhâd haberlerin delil olamayacağını savunan âlimler, genellikle şu ayetleri delil göstermişlerdir:
“Bilmediğin şeyin peşine düşme.” (17/İsrâ, 36)
“Zan, haktan hiçbir şey ifade etmez.” (53/Necm, 28)
Ayrıca bu görüşü savunanlar ashâbın tek kişi tarafından rivâyet edilen bir haber için genellikle şahid istediklerini ve bazı sahâbelerin tek yoldan gelen haberle amel etmeyişlerini de ileri sürerler. Ama genellikle âhâd yolla gelen haberler kabul edilmiş ve akîde dışındaki konularda amelde delil sayılmışlardır.
Aralarında Ahmed b. Hanbel'in (241/855) de bulunduğu bir grup, haber-i vâhidin kat'iyyet ifade ettiği görüşündedirler. (Âmid, el-İhkâm, I, 108) İbn Hazm der ki: "Resulullah'a (s.a.s.) varıncaya kadar hep adil kimselerin rivayet ettiği haber-i vâhid hem ilim hem de amel ifade eder." (İbn Hazm, el-İhkâm, I, 119).
İslâm âlimlerinin çoğuna göre âhâd haberler zan ifade ettiğinden, itikadî meselelerde tek başına huccet sayılmazlar. Zira itikatta zannî olmayan kesin delîle itibar edilir. Mâmafih bu görüşte olmayan ve akaid meselelerinde de, sahîh olmak şartıyla mütevâtir-âhâd farkı gözetmeksizin bütün hadîsleri delîl olarak kabul eden âlimler de mevcuttur. Ahmed b. Hanbel, İbn Teymiyye, İbn Kayyim (Ali Osman Koçkuzu, İslâm Dininde Haber-i Vâhidin İtikâdî ve Teşriî Yönlerden Yeri ve Değeri, 63) ve İmâm Eş'arî (Ebû Zehrâ, Târîhu'l-Mezâhibi'l İslâmiyye, I, 185) bu kanaattedirler.
Amelî konulara gelince; İslâm âlimlerinin genel kanaati, bu çeşit haberlerin amelî ve ahlâkî konularda delil olması şeklindedir. Ancak burada en önemli şart, haberin Hz. Peygamber (asv)'den sudûr etmiş olduğunun ve doğru nakledildiğinin tespitidir. Bunun için de, râvîsi gereken şartlara hâiz olmalı, hadîs her türlü illet ve kusurdan uzak ve hadîs tenkidinin gerektirdiği şartları kendinde toplamış bulunmalıdır. (Koçkuzu, a.g.e., 132)
İmâm Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere, fakihlerin çoğunluğu haber-i vâhidin sıhhati hakkında, Hz. Peygamber (s.a.s.)'den itibaren güvenilir (sika) râvîler tarafından rivayet edilmesinden başka bir şart aramamışlardır. (Ebû Zehv, el-Hadîs ve'l-Muhaddisûn, 282) İmam Mâlik ayrıca, Cumhûr'un ve Medînelilerin büyük ekseriyetinin haber-i vâhid hilâfına hareket etmemiş olmalarını şart koşar. (Ebu Zehv, a.g.e., 281)
İmâm Ebû Hanîfe, herhangi bir sahih hadisi de amel konularında dahi delil kabul etmez. Haber-i vâhid denilen sahih hadislerle amel edilebilmesi için bazı şartlar koşar. Ebû Hanife’nin haber-i vâhidleri kabulü için ileri sürdüğü şartların en mühimleri şunlardır:
1. Mütevâtir ve meşhûr sünnete aykırı olmaması,
2. Kur'an-ı Kerim'in genel hükümlerine ve manası açık ayetlere aykırı olmaması,
3. Herkesin bilmesi ve nakletmesi gereken konularda olmaması,
4. Güvenilir râvîlere muhalefet edilmemiş olması. (Ebû Zehv, a.g.e., 281-282)
Ebû Hanîfe zamanında hadis uydurma hareketi korkunç bir şekilde yayıldığı için o, haber-i vâhidlerle amel etme konusunda ağır şartlar ileri sürmüş, pek titiz davranmış, haber-i vâhidlerin çoğunu reddetmiş, kıyası birtakım hadîslere tercih etmiştir. O bunda mâzûrdur. (Subhi es-Sâlih, Hadîs İlimleri ve Hadîs Istılahları, 266; Sorularlaislamiyet.com)
Hadis âlimleri sahih hadisin tarifinde söz konusu olan özellikleri sıhhat şartları olarak nitelemişlerdir. Özel tabiriyle şurûtu's-sıhha denilen sıhhat şartları beş tanedir. (Bk. Şurütu's-Sıhha). Bu beş şartı birlikte taşıyan hadisin sahih olduğuna hükmedilmiştir. Böyle iken bir hadisin sahih olduğu konusunda görüş ayrılığı varsa sıhhat şartlarını tamamıyla taşıyıp taşımadığı konusundaki ihtilaftan kaynaklanmış demektir. Bununla birlikte bazı hadis âlimlerinin adalet ve zabt sahibi saydıkları râvîlerden biri veya birkaçı diğer bazı muhaddislere göre bu vasıflara sahip olmayabilir. Öyle olunca muhaddis, adalet ve zabt sahibi olarak görmediği râvînin rivayet ettiği hadise diğer şartları taşısa bile sahih gözüyle bakmayabilir.
Öte yandan bazı âlimler bir hadisin sahih addedilebilmesi için onda sıhhat şartlarının bulunmasıyla birlikte her tabakadan en az iki râvî tarafından rivayet edilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
Râvîlerin adalet ve zabt durumları değişiktir. Bir kısmı, diğer kısmına göre gerek adaleti sağlayan hususlar, gerekse hafıza gücü ve ezberleme kabiliyeti yönlerinden daha üstündür. Râvîler böyle derece derece olunca rivayet ettikleri sahih hadislerin de sıhhat bakımından birbirlerinden farklı olmayacağı tabiidir. Nitekim İbnu's-Salâh, sahih hadislerin muttefekun aleyh ve muteleftin fihi olarak iki kısımdan meydana geldiğini söylemiştir. Ona göre muttefekun aleyh, sahih olduğu konusunda hadis âlimleri arasında birlik olan hadistir. Buna karşılık muhtelefun fîhi, sahih olduğunda ihtilaf edilenlerdir.
İsnad yönünden sahih, meşhur ve garîb kısımlarına ayrılmıştır. İbn Hacer, sahihi makbul haberlerin başında zikretmiş ve sahih li-zâtihî, sahih li- ğayrihi olarak iki kısımda mütalaa etmiştir. Ona göre sıhhat şartlarını en üstün derecede ihtiva eden sahih hadis, sahih li-zâtihidir. Eğer sahih hadis bazı kusurlar yüzünden sıhhat şartlarını en üst düzeyde taşımamakla birlikte bu kusurunu giderecek şekilde birkaç isnadla rivayet edilip kuvvet kazanırsa o zaman sahih li-ğayrihî olur. 1039
Sahih hadisler Buhari ve Müslim'in rivayetleri esas alınarak sınıflandırılmıştır. Bu tasnifte sahih, yedi derecedir. (Bk. Merâtibu's-Sahîh).
Bazen bir hadisin sahih olup olmadığı hadisçiler arasında tartışmalı olabilir. Bunun sebebi, sahih hadiste bulunması gereken şartların farklı olarak değerlendirilmesidir.
Sahih hadisin hükmü: Âlimler, ibadet, muamelat gibi bütün dini hükümlerde sahih hadisin delil olduğunu ve onunla amel etmenin gerekli olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. İnanç esaslarında ancak mütevatir hadis delil olur.
Sahih Hadis Ne Demektir? 'Şaz' ve 'illet'li olmamakla beraber, 'sened'i kesintisiz ve râvîleri 'âdil' ve 'zâbıt' olan hadislerdir... Tarif dikkatlice incelenirse bir hadisin sahih olabilmesi için beş şey aranır.
1. Râvîleri âdil olacak. (Râvî, hadis rivayet eden kimseye denir)
2. Râvîleri zâbıt olacak. (Zabıt, hadisleri iyice belleyip ezberleyen demektir)
3. Senedi kesintisiz olacak. (Hadisin ilk kaynağına kadar rivayet edenler arasında kesinti olmaması demektir.
4. Şaz olmayacak. (Şaz, hadisi rivayet edenin muhalefetinden doğan bir zayıf hadis çeşidine denir)
5. İlletli olmayacak. (Hadisin sıhhatine engel teşkil eden herhangi bir kusur demektir)
Haber-i Vâhid Neye Denir? Mütevâtir derecesine ulaşmayan haber, hadis demektir. Hadis usulünde "haber-i vâhid" olarak da ifade edilen "âhad haber", ilk devirlerde, tek kişinin rivâyet ettiği hadis olarak kabul edilirken, sonraki devirlerde mütevâtir olmayan haberler için kullanılmıştır.
Âlimlerin çoğunluğuna göre hadisler, mütevâtir ve âhad olmak üzere iki ana bölüme; âhâd haberler de garib, aziz, meşhur diye üç bölüme ayrılır. Hanefîlere göre ise, mütevâtir, meşhur ve âhâd olmak üzere üçe ayrılır. Âhâd haber; sahih, hasen veya zayıf olabilir. Âhâd hadislerden sahih ve hasen hadis, inanç esasları dışındaki dinî hükümlerde delil teşkil eder.

Bu yazı toplam 4176 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar