Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Hacc mekanlarındaki bu facialar son bulmayacak mı?

Hacc mekânlarında bir yeni facia daha yaşadık..

Kabe etrafında , genişletme çalışmaları yapan onlarca vinçten birisi, çıkan fırtına esnasında devrilmiş ve Kabe’yi tavaf etmekte olan hacıların üzerine düşerek, ilk belirlemelere göre 120 kadar insanın hayatına mal olmuştur.

Mekke gibi kara ve çöl ikliminin en sert özelliklerine sahib bir diyarda, şiddetli kasırgaların, binaların çatısını bile uçurduğu bilinirken; o yüksek vinçlerin bir gün, orada büyük bir problem oluşturacağının Suûdilerce düşünülmesini beklemek, biraz da yersizdir. Çünkü onlar, korkunç bir isyanla ve korkunç kan denizleri oluşturarak o mekanlara sahib olmuş bir ’güruh’un mirascısı durumundadırlar. Baştan bozuk olanın, zamanla düzelmesi beklenmemelidir..

O vinçlerden bu zamana kadar, Suudî sarayları üzerine düştüğüne veya Suudî Ailesi’ hanedanının başına bir takım benzer kazaların geldiğine dair bir bilgiye pek  rasatlanmaz.

*

Ne sonu gelmez bir facia kervanıyla karşı karşıyayız..

Â’raf Sûresinin 155’nci âyetinde, ’mü’min’lerin yakarışlarının aktarılışı ne kadar çarpıcıdır:  ’İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk eder misin, Allah’ım?’

Evet, bu başımıza gelenlerin hemen herbirisi, içimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden değil mi?’ 

Sadece şu son 40 yıla yakın zaman diliminde Kabe ve çevresinde yaşananları hatırlayalım.. 

1979 yılında, Kabe İşgali yaşanmıştı.. Bir grup Suûdî rejimi vatandaşı, Cuheymebilmem kim denilen birisinin liderliğinde örgütlenmiş;  namazlarının kılınması için(Kabe’yi çevreleyen) Mescid-ul’Haraam’a cenaze getirmek kılıfıyla,  tabutlar içinde getirilen silahlar, Mescid-ul’Haraam çevresindeki medrese hücrelerine aylar boyunca doldurulmuş ve o grubun militanları bir gün de, liderlerinin Mehdî olarak zuhûr ettiği inancıyla, Kabe’yi işgal edivermişlerdi.

Dünya müslümanları şoke olmuştu..

Bu işgale, Kabe’ye zarar vermeden nasıl son verileceği konusu aylarca müzakere edildi ve aylarca süren silahlı çatışmalara rağmen, netice alınamayınca, fransız komandoları aracığıyla bir operasyon yapılarak, o gaileye son verilebildi..

O zamana kadar, Kabe’nin ve Mescid-ul’Haraamın içinde Suûdî güvenlik güçleri bulundurulamaz ve oraya sığınan bir kimseye dokunulamazken, ondan sornra, Suûdî rejimi, o mekana tamamıyle musallat olmuş ve elkoymuştu. O durum, hâlâ da sürüyor..’Harem-i emn-i ilahî (ilahî güvenlik haremi, dairesi)’ olarak nitelendirilen o mekanlar, artık, ’Harem-i emn-i Suûdî’ haline dönüşmüştür, yazık ki..

*

1987 yılında, İran- Irak Savaşı devam eder ve Suûdî rejimi de Saddam rejimini var gücüyle destekler iken.. İran Hacc kafilelerinin öncülüğünde, Amerika ve İsrail aleyhinde Mekke’de çeşitli ülkelerin hacılarının katılımıyla yaklaşık 200 bin kişilik dev bir protesto gösteri yapılır ve de o büyük kitle, Mekke Belediyesi’nin bulunduğuMuabede Meydanı’ndan Mescid-ul‘ Haraam’a doğru ilerlerken, Suûdî rejimi güvenlik güçlerinin ve de ’İranlılar Kabe’yi basacakmış..’ dedikodusuyla kandırılan sivil halk içinden tahrik edilmiş kalabalık genç kitlelerin saldırısı ile karşılaşılmış ve 430 kadar hacı hunharca katledilmişti.. (Bu satırların sahibini de saldırıya uğrayan büyük kitlenin içinde görenler, öldürüldüğünü sanmışlar ve uzuuun saatler ölüler arasında cesedini aramışlardı..)  

*

Bu kutsal mekanlar ne Osmanlıların malı idi, ne Suûdîlerin ve ne de şunun veya bunun.. Ama, o mekanlar, geçmiş asırlarda bir yanlış uygulama sonucu olarak, o bölgeler üzerinde  tahakküm eden, oralarda hâkimiyet kuran güçlerin düzenlemesine bırakılmıştı.. Sonunda da, Osmanlı, asırlarca süren saltanatının sona ermiyeceğini düşünürken, Suûdî / Vehhabî İsyanları sonunda 20. yüzyılın başında oraları tamamiyle terketmek zorunda kalmıştı.. Vehhabîlerin çıkışı, tamamiyle yersiz de değildi.. Çünkü, orada her köşe,  kutsal mekan adına, o mekanları geçim kaynağı , miskinlik ve tembellik yuvası haline getirmiş olan süflî bir anlayışın pençesindeydi.. Öyle olunca da, bu duruma karşı çıkanların,  özellikle 250 sene öncelerde,(Vehhabîlik cereyanının öncüsü sayılan) Muhammed bin Abdulvehhab’ın ortaya attığı görüş ve tezler, üzerinde düşünülmesini gerektirecek kadar güçlü idi..

Ama, bu kez de ’ifrattan tefrite..’ düşülmüş, sonunda Medine’deki Baqî’ Kabristanıve oradaki hemen bütün sahabe mezarları ve bu arada Kafkas Kartalı Şeyh Şâmil’in türbesi de yerle bir edilmiş ve hattâ, Hz. Peygamber (S)’in ’Ravza-i Muhattahare/ mutahhar, tertemiz cennet’  tesmiye olunan kabri de yerle bir edilmek üzereyken, son anda kurtarılabilmişti, 1902 İsyanı’nda..

Elbette Vehhabîlerdeki bu kabir düşmanlığı, oralarda yatanlara düşmanlık olarak algılanamaz.. Belki, onlar, bu kabirlerin kutsallaştırılıp, binlerce insanın o kabirlerin etrafında, Kur’an ve dualar okumak bahanesiyle, oraları geçim kapısı ve tembel yuvası haline getirmelerine beslenen hınçtan kaynaklanıyordu..

*

Hacc mekanlarının statüsünün dünya müslümanlarınca, sağlıklı şekilde düşünülemeyişi sebebiyle, henüz de halledilemediği görülmektedir. Ama, bugün,Allah’u Tealâ’nın davetine icabet edip, Beytullah’ı ziyaret etmek üzere Hicaz’a gidenler, orada, ilahî konuklar durumuna gelmekten ziyade, gerçekte, Suûd rejiminin emirlerine göre hareket eden, bir takım hareketleri robotvari yapıp dönen kitlelere dönüşmektedir.

Bu mekanların, gerçekte, bütün müslümanların itaatini sağlayacak bir cihanşumul İslam Devleti olmadığı müddetçe, nihaî çözüme kavuşturulması mümkün gözükmemektedir.  Ana, en azından, bugünkü durumdan daha ileri bir noktaya taşınabilir, bu mekanların statüsü.. Mesela, en azından, eline silahı veya siyasî entrikaların gücünü geçiren  herhangi bir zorba güç tarafından lyönetilmesine müsaade etmeyip, bu hacc mekanların, bir ’Dünya Müslümanları Ortak Şûrâsı’tarafından yönetilmesi ve bütün müslüman toplumların ve onların başındaki rejimlerin de işbu ’Şûrâ’nın yetkisini kabul etmesi ve her renk, ırk, dil, cins ve coğrafyadan bir ’ortak İslamî güvenlik gücü’ nün kurulması sağlanmalıdır. Tam da, Hacc’da İslam Milleti’nin bütün ferdlerinin bir araya gelişi gibi..

Bu sağlanlamadıkça, bu kutsal mekanlar, liyakatsiz  ve sorumsuz yöneticiler eliyle daha çoook badirelerle karşılaşacaktır..

*

Hatırlayalım, 1992’lerde yine o Hacc mekanlarında, Mekke çevresindeki tünellerden birinde  havalandırma  motorlarının çalışmaması yüzünden, tüneldeki binlerce insan oksijensiz kalınca, 3500’den fazla insan can vermiş ve yaşanan o Tünel Faciasıdönemin Suûd Kralı Fahd tarafından, ’Takdir-i ilahî..’ diye geçiştirilmişti..

Daha sonra, Mina’daki çadırlarda çıkan bir yangın esnasında, 600’den fazla hacı, alevler içinde kalarak kavrulmuştu.. Ve o da ’takdir-i ilahî’ olarak görülmüş ve bir de’tedbir-i insanî’ olabileceği akledilememişti.. (Şimdilerde, yetersiz de olsa, yanmayan amyantlı çadırların kurulmaya başlandığı biliniyor..)

1998 Baharı’ndaki Hacc sırasında Cemârat’ta ’Şeytan taşlama’  amelinin yapıldığı sırada, üçüncü kattan bir beton duvarın çökmesi ve alt katlardaki kalabalıkların üzerine düşmesi sonucu da yüzlerce insanın can verişine bu satırların sahibi de şahid olmuştu.

Ki, o şeytan taşlama amelinin yapıldığı mekanda, Suûd rejimi doğru dürüst bir düzenleme yapamadığından, her yıl onlarca insan eziliyor, can veriyor ve orasısavaş alanına dönüyordu.

Onu bile düzenleyemeyen bir yönetim.. Sonunda, orada nasıl bir düzenleme yapılabileceğini –utanılacak bir durum- bir alman mühendislik grubuna havale etmişler de, orası, şimdi epeyce düzenli hale gelmiş, denildiğine göre.. (Dahası, şeytan diye taşlanan sembolik sütunları taşlayamamak endişesiyle insanlar birbirlerini çiğniyordu.. Şimdi o sütunlar yerine oraya kocaman bir duvar çekilmiş ve böylece, taşlamanın noksan kalabileceği gibi endişeler de bertaraf edilebilmiş.. Bu kadar da basit iken, bu tedbirin onyıllar, yüzyıllar boyunca düşünülememiş olması, gerçekten de hayıflanılacak bir durumdur..)

*

Hacc mekanlarımız böylesine netâmeli bir konu.. Maalesef..

Bu mekanların, tez elden, Suûdîlerin tasallutundan kurtarılması ve başkalarının tasallutuna da düşmeyecek bir düzenlemeye kavuşturulmasının düşünülmeye başlanması gerekmektedir. Bunun için de, bu mekanların  ’Dünya Müslümanları Ortak Şûrâsı’ gibi bir yönetime kavuşturulması ve onun yetkilerinin de bütün müslüman toplumlarınca ve müslümanların başındaki rejimlerce resmen tanınması sağlanmalı ve güvenlik de yine o Şûrâ’nın ortak güvenlik güçlerinin eline verilmelidir.. Ve kimse, o kutsal bölgeye mekanlara giderken, artık, Suûdî rejmiinden veya bir benzerinden vize veya izin almak durumanda kalmamalı, o izni ve  vizeyi, o  ’Müslümanlar Ortak Yönetimi’ vermelidir.. Herhalde, hiç bir yönetim, Sûudî yönetiminden daha haksız ve bir o kadar da beceriksiz olamaz..

Var mıyız, çetin bir mücadeleyi gerektireceği böyle düzenlemeleri henüz yapmaya değil, hattâ düşünmeye bile..

*

dirilişpostası

Bu yazı toplam 759 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar