Gazze için elden başka ne gelir?

Gazze için elden başka ne gelir?

İslam dünyası ve Türkiye şu an itibariyle maalesef İsrail’i durdurabilecek maddi imkanlardan yoksun. O nedenle bu zulüm rutinini kısa vadede sona erdirecek makul bir reçete önermek pek kolay değil.

Gazze için elden başka ne gelir? / M. Akif Kayapınar*

2008 yılının son günleriydi. İsrail, Gazze’yi vurdu. Yirmi iki günlük yoğun bir askeri operasyonun sonunda ortaya çıkan tablo korkunçtu. Çoğunluğunu sivillerin oluşturduğu 1417 savunmasız Filistinli acımasızca katledildi. Her ne kadar bu operasyon kayıtlara “Gazze Savaşı” olarak geçtiyse de teknik anlamda bu bir savaş olamazdı. Bir fanus akvaryumda balık tutmak ne kadar avlanmaksa, “Gazze Savaşı” da ancak o kadar savaştı. Zira, dünyanın en güçlü istihbarat teşkilatına ve sayılı ordularından birine sahip, kişi başı gelirin 37 bin doları bulduğu, dünyanın süper devletlerini ve devlet-dışı siyasi aktörlerini kendi arzusu istikametinde tavır almaya zorlayacak kadar güçlü ve karmaşık bir ilişkiler ağına sahip nükleer bir İsrail devleti, en iyi ihtimalle büyük bir köy olarak nitelendirilebilecek, 1.7 milyon insanın 360 km2’de, asgari standartların dahi altındaki şartlarda hayatta kalmaya çalıştığı, karadan ve denizden giriş ve çıkışın ya tamamen kapalı ya da son derece kısıtlı olduğu, büyük ölçüde İsrail’in kontrolü altındaki bir açık-hava hapishanesine en gelişmiş silahlarla bomba ve ölüm yağdırıyordu.

İsrail’in bu vahşi eylemi bütün dünya toplumlarında doğal olarak büyük bir infiale neden oldu. En güçlü tepkiyi ise siyasetiyle ve toplumuyla Türkiye verdi. Geniş katılımlı protesto eylemleri yapıldı. Göz yaşları döküldü, içli dualar edildi. Gıyabi cenaze namazları kılındı. İmzalar toplandı. İsrail’e lanetler okundu. İsrail’e destek verdiği söylenen markalara boykot çağrıları yapıldı. Neredeyse hiçbir hususta bir araya gelemeyen Meclis’teki siyasal partiler ortak bir kınama metni yayınladı. Dışişleri Bakanlığı büyük bir diplomatik seferberlik başlattı. Nihayet, BM Güvenlik Konseyi, İsrail’i eylemlerine hemen son vermeye ve geri çekilmeye çağıran 1860 sayılı kararını yayınladı. Tabii ki, ABD karara katılmamıştı. İsrail ise, uluslararası hukuku ve yükümlülüklerini göz ardı ederek, bu kararı ve dünya genelindeki insani tepkileri hiçe saydı. Operasyonu planladığı gibi sürdürdü ve kendince hedeflerine ulaştığını düşündüğü bir noktada yine tamamen kendi iradesiyle sona erdirdi.

Ne var ki, bu, İsrail’in savunmasız Gazze halkına yönelik ilk insanlık-dışı eylemi değildi. 2004’te (iki kere), 2006’da (iki kere), 2008’in başında ve 2012’de aynı şekilde Gazze’ye saldırdı. Her defasında yüzlerce masum ve savunmasız sivil Filistinli hayatını kaybetti. Yine her defasında dünya kamuoyu ayağa kalktı. Protesto eylemleri ve yürüyüşler düzenlendi. Birleşmiş Milletler, ABD’nin ya katılmadığı ya da veto ettiği, pek çok karar aldı.

Ve yine İsrail hiçbir tepkiye kulak asmadı. Bildiğini okudu. Her defasında operasyonunu planladığı gibi sürdürdü ve kendi istediği bir zamanda sonlandırdı. Dünya kamuoyu İsrail’in Gazze halkına yönelik gaddarlıklarına bir türlü alışamamış olsa da, İsrail kendisine yönelik tepkilere çoktan alışmıştı. Zira, İsrail için olan biten basit bir rutinden ibaretti. Nasıl olsa, fiziksel güç kullanarak İsrail’in operasyonlarını durdurabilecek ya da yaptıklarından dolayı onu cezalandırabilecek bir babayiğit yoktu. Protesto eylemleri, yürüyüşler, imza kampanyaları, televizyon programları, boykotlar ya da kınama metinleri ise saman alevi gibi bir kaç hafta içinde sönümlenecek, zaten yeterince yoğun olan gündemin de etkisiyle, her şey ve herkes neredeyse hiçbir şey olmamış gibi eski haline dönecekti.Gazze’de sürüp giden zulüm ise bir sonraki saldırganlığa kadar unutulup gidecekti. Tabii ki, bu ara dönemde İsrail, profesyonelce planlanmış reklam ve algı-yönetimi teknikleriyle zedelenen imajını tamir edebilecek, derecesi düşürülen diplomatik temsilciliklerini eski durumuna yükseltecek, özellikle Batılı ülkelerin kamuoyları nezdinde “normal” bir ülke ve devletmiş gibi var olmaya devam edecekti. Müslüman toplumlar nezdinde İsrail’in bu ölçüde normalleşmesi pek mümkün olmasa da, İsrail kendisine sempati duymayan ama fiilen de kendisine karşı bir etkili bir şey yapamayan, bir kamuoyu ile pekala yaşayabilirdi.

Şimdi ise geleceğe dönüşü yaşadığımız günlerden geçiyoruz. İsrail 2014’ün Ramazanında Gazze’yi yine vuruyor. Değişen hiçbir şey yok. Bombalar altında katledilen masum çocukların ölü bedenleri ve ana-babaların feryatları yürekleri dağlıyor. Vicdanı olan herkes infial halinde. Protestolar, yürüyüşler, sloganlar, boykot çağrıları, kınamalar, diplomatik çabalar, muhtemelen yeni bir BM kararı ve tabii ki yeni bir ABD vetosu... Sonuçta, işini bitirene kadar hiçbir tepkiye ve çağrıya kulak asmayacak olan mağrur ve küstah bir İsrail. Sonrası malum. Bomba sesleri susunca yüreklerde yanan bu alev de yavaş yavaş sönecek. İnsanlar işlerine geri dönecek. Dünya ve bölge kamuoyunu yeni gündemler meşgul etmeye devam edecek. Gazze halkı ise ölülerini gömüp, yaralarını sarıp, yoksunluk ve yoksulluk içinde sessizce İsrail’in bir sonraki saldırganlığını bekleyecek.

Peki ne yapılabilir?

İslam dünyası ve Türkiye şu an itibariyle maalesef İsrail’i durdurabilecek maddi imkanlardan yoksun. O nedenle bu zulüm rutinini kısa vadede sona erdirecek makul bir reçete önermek pek kolay değil. Ama atılabilecek bazı akıllı adımlar orta vadede şu anda fark edemediğimiz yeni imkanlara kapı açabilir ya da en azından yaptığı insanlık-dışı eylemlerin maliyetini İsrail için artırabilir. Öfkelenmek, üzülmek, bağırmak, kınamak... Bunlar insan olmanın asgari tezahürleri. Ama artık biraz daha fazlasını düşünebilmeliyiz.

Bu minvalde ilk olarak yapılması gereken şey, nasıl bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu hakkıyla anlamaktır. Bu da sorunun bilgisinin bütün veçheleriyle ortaya konmasıyla mümkün olur. Mesela, İsrail’in kumsalda oynayan masum çocukları bilinçli bir şekilde katletmesini öfkeyle kınamak bir şeydir, nasıl bir ben-idrakinin bu patolojik eylemi siyasal stratejisinin bir parçası görebildiğini anlamak ve daha ileri düzeyde neler yapabileceğini kestirebilmek başka bir şey. Aynı şekilde, ABD’nin ve Avrupa’nın İsrail’in yanında yer almasını eleştirmek bir şeydir, bu kritik işbirliğinin arkaplanını detaylı ve sistematik bir şekilde ortaya koyabilmek ve bu ilişkiler ağını adım adım izlemek başka bir şey. Ya da Sisi’ye sinirlenip, küfretmek bir şeydir, onun ve Mısır derin devletinin İsrail ile ilişkisinin tabiatını ve nedenlerini ortaya koymak başka bir şey. Kısacası, sonuca tepki vermek bir şeydir, sebepleri incelemek, anlamak ve ona göre bir siyaset geliştirmek başka bir şey.

İslam dünyası ve Türkiye olarak artık ikinci merhaleye geçilmesinin zamanı geldi. Şunu mutlak bir şekilde idrak etmeliyiz ki, sorunu “bilmek,” çözümün ilk ve en önemli aşamasıdır. Ve unutmamalıyız ki, on dokuzuncu yüzyılda neredeyse bütün İslam dünyasını sömürgeleştiren Avrupa’nın bunu yaparken en büyük yardımcısı İslam dünyasına, medeniyetine ve Müslüman toplumlara dair yeni kurulan “şarkiyatçılık” disiplini altında elde ettiği devasa ve derin bilgiydi. Son asırda Yahudi ilim adamlarının İslam ve Müslüman toplumlar üzerine yaptığı çalışmaların hacmi ve kalitesinin etkileyiciliğini ve sahadaki belirleyiciliğini işin erbabı takdir edecektir. Tek bir örnek vermek gerekirse, Modern Türkiye’nin oluşumuna ya da Türk “modernleşmesine” dair ilk ciddi ve öncü akademik çalışmayı, aynı zamanda bu günlerde Türkiye’de çokça konuşulan Haşhaşiler hakkında da ilk ilmi çalışmalardan birinin altında imzası bulunan ve ABD’deki İsrail lobisinin fikri kanadının büyük ve bilge ağabeyi olan Bernard Lewis’in yapmış olması ne kadar manidar ve aydınlatıcıdır. Bu açıdan bakıldığında bilgi, gücün de en önemli unsuru haline gelmektedir. Türkiye için nükleer güç olmak ya da ekonomisini bir yaptırım aracı olarak kullanabilmek öngörülebilir bir gelecekte pek mümkün görünmüyor; ancak belki o ölçüde etkili başka bir silah olan stratejik “bilgi” sahibi olmasının önünde hiçbir harici engel yok.

Dolayısıyla, İsrail’in saldırganlığı karşısında yeni bir şey yapmalı, kalıcı bir adım atmalı, Gazze’de çekilen acıları vesile ederek, ivedilikle bir “stratejik bilgi” politikası geliştirmeli ve mesela “İsrail ve Yahudilik” araştırmaları üzerine uzmanlaşan düşünce merkezleri ve enstitüler kurmalıyız. İsrail’in devletini, toplumunu, sosyo-ekonomik yapısını, akademisini, medyasını, sanayi, bilim ve teknoloji politikalarını, bölgesel ve uluslararası bağlantılarını, Batılı ülkelerdeki İsrail lobilerini, kısaca İsrail ile ilgili her şeyi incelemek, anlamak, takip etmek en azından orta ve uzun vadede geliştirilecek siyaset ve stratejinin ihtiyaç duyacağı bilgi zeminini sunacaktır. Belki o zaman, ağlamanın ve bağırıp çağırmanın ötesinde etkili ve kalıcı bir adım atabiliriz.

Önceliğin İsrail’e dair stratejik bilgi geliştirme politikasına verilmesi gerektiği fikri, kısa vadede diğer bazı taktik adımların atılmasının önünde engel değildir, ki bu yönde halihazırda yürütülen bazı çalışmaların mevcudiyeti memnuniyet verici. Yukarıda da değinildiği gibi, İsrail’in insanlık-dışı eylemlerine karşı gösterilen tepkilerin etkisiz kalmasının en önemli nedeni, bunların gelip-geçici olması ya da en azından İsrail’in böyle düşünmesidir. Dolayısıyla, bu noktada yapılması gereken şey, “nasıl olsa bu infial yatışacak, insanlar olan biteni unutacaktır” inancıyla insanlığa karşı işlediği suçların yanına kar kaldığını zannetmemesi için, İsrail zulmüne karşı toplumsal farkındalığı artırmak, daha da önemlisi bu farkındalığı kalıcı kılmaktır. Zira, gücün önemli bir bileşeni bilgiyse eğer, diğer bir bileşeni de imaj ya da algıdır.

Nitekim İsrail’in kendisi, kısa tarihi boyunca bu algı unsurunu en ustalıkla kullanan devlet olageldi. Başından itibaren İsrail ve Siyonistler, Hitler Almanyasının Yahudilere, Çingenelere ve Polonyalılara karşı uyguladığı insanlık-dışı soykırımın Yahudilere dair kısmını kapsamlı bir “endüstri”ye ve algı inşasına dönüştürmeyi başardı. Mesela, bugün Batı’nın bütün büyük kentlerinde var olan Holokost Müzelerini, Yahudi toplumunun kendi iç dayanışmasını tahkim etmenin ve yeni gelen nesillerin kimliğini dokumanın yanı sıra, İsrail devletinin “normalleştirilmesi” istikametinde kullanılan imaj ve algı operasyonunun bir parçası olarak görmek gerekir.

İsrail’in Gazze halkına karşı işlediği insanlık suçları da, benzer şekilde ve benzer araçlarla diri tutulmalı, bunların unutulmasına izin verilmemelidir. Bu minvalde, mesela, büyük kentlerimizde “İnsanlık Suçları Müzesi” kurulabilir ve Hitlerin Yahudilere karşı işlediği suçlarla, İsrail’in Filistinlilere karşı uyguladığı suçlar yanyana sergilenerek aynı sertlikle tel’in edilebilir. Böylelikle Gazze’nin ıstırabı yeni yetişen nesillere de aktarılmış olur.

Benzer şekilde, Gazze’de ölen her bir sivilin bir ağaçla temsil edileceği hatıra ormanları, şehir parklarına dikilen Gazze anıtları ya da yaratıcı zihinlerin geliştireceği çok daha ilginç başka bazı etkinlikler “Gazze 2014” markasının (tıpkı Rabia gibi) gelişmesine ve bu yönde, İsrail’in hiç arzu etmediği bir farkındalığın kalıcı olarak oluşmasına yardımcı olacaktır. Hiç şüphesiz, başarılı örnekler diğer ülke ve toplumlar tarafından da taklit edilmeye başladığında bu farkındalık İsrail için gerçek bir maliyete dönüşecektir. Tekrar etmek gerekirse burada maksat bir şeyler yapma ihtiyacımızı tatmin etmek değil, İsrail’e, attığı her bir insanlık-dışı adımın kalıcı bir maliyetinin olduğunu ve bu maliyetin giderek arttığını hissettirmektir. Tüm bunlar belki kısa vadede İsrail’i durduramayacaktır. Ama bir yerlerden başlamak gerekir.

*Şehir Üniversitesi- İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi