GAP’tan TUR’a... Sezer’den Erdoğan’a Kazakistan izlenimleri

Dün de yazdığım gibi; “Kazakistan izlenimleri”ni yazmayı bugüne bıraktım...

Kazakistan, “çoğu çöl” olan 2 milyon 724 bin 900 kilometrekareyüzölçüme, “18 milyon civarında nüfus”a sahip bir ülke...

“Kazak” kelimesinin çeşitli anlamları var... “Bozkır Atlısı” anlamına da geliyor, “hür, bağımsız, mert, yiğit, cesur” anlamına da...

Ülkenin başkenti, daha önce “Almatı” imiş... “Elmanın Atası” anlamına gelen “Almatı”da, gerçekten “çok büyük elmalar” yetişirmiş... Ama, “çevre kirliliği” bu elmaların neslini kurutmuş!..

Almatı, “güvenlik” bulunmadığı için, “başkent” olarak “Astana” seçilmiş...

“Astana” adı da, “Asitane”den geliyor... Malûm, Osmanlı Devletidöneminde İstanbul, “başkent” idi ve İstanbul’a “Dersaadet” denilmesinin yanı sıra, “Asitane” de deniliyordu... Asitane; yani “Saltanat Merkezi” veya“Büyük Dergâh.”

Kazaklar da, “Asitane”den ilham alarak, yeni başkentlerinin adını “Astana”koymuşlar... 

NAZARBAYEV SEVİLİYOR

Kazakistan; “14 idari eyalet”, Astana ve Almatı gibi “2 özel bölge” olmak üzere “16 bölge”ye bölünmüş...

Ülke, “Başkanlık Sistemi” ile yönetiliyor. Mayıs 2007’de yapılan anayasal değişiklikle, başkanların “5 yılda bir ve en fazla 2 dönem” görev yapabilmeleri öngörülmüş, ancak Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayevhariç... Nazarbayev’e, “ömür boyu seçilebilme” hakkı tanınmış...

Kabul etmek gerekir ki;

Kazak halkı, Nazarbayev’i seviyor... Çünkü Nazarbayev, ülkedeki etnik ve dinî yapıları “birleştirici” bir misyona sahip...

Herkes, “daha uzun yaşaması” için dua ediyor... Çünkü, Nazarbayev’den sonrası “kaos” demek!..

Nazarbayev, “Yerli ve millî” bir kişiliğe sahip... Ülkesine yönelik“provokasyon”lara ve “muhtemel saldırılar”a karşı, “halkının yanında ve ülkesinin menfaatleri”ni ön plânda tutan bir Cumhurbaşkanı...

Zaten, bu yüzden seviliyor.

Kazakistan’da resmî dil “Kazakça” olsa da, resmi işlemlerde Rusça da, en az Kazakça kadar eşit statüye sahip... Çünkü, ülkenin yüzde 65’i“Kazak”lardan, yüzde 22’si “Rus”lardan, yüzde 3’ü “Özbek”lerden, gerisi de Ukraynalı, Uygur, Tatar ve Alman’lardan oluşuyor.

CAMİ CEMAATİ GENÇ

“Sünni ağırlıklı Müslüman”ların oranı yüzde 70.2 civarında... 

“Ortodoks ağırlıklı Hıristiyanlar”ın oranı da yüzde 26 civarında...

Astana’da “5 cami” 5 de “kilise” var... Camilerin en büyüğü de, Nursultan Nazarbayev tarafından yaptırılan ve onun adını taşıyan “Hazreti Sultan Camii” ki; mimarisi Selçuklu-Arap-Kazak karışımı... Ama içi, kısmenMedine’deki Mescid-i Nebevi’yi andırıyor...

Kapalı alanda 5 bin, açık alanda 5 bin olmak üzere, toplam 10 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği bu cami, özelikle “Cuma namazları”nda dolup-taşıyormuş...

Size de son derece ilginç gelecek bir “anekdot” aktarayım:

Malûm; Türkiye’de, insanlar, genellikle “40 yaşından sonra” başlarlar ibadete ve camilerde, genellikle “yaşlı” insanlar görülür... Kazakistan’da ise tam tersi... Camilere gidenlerin yaş ortalaması, “30’u” geçmiyormuş!.. Gerçekten de, Hazreti Sultan Camii’nde abdest alıp, namaz kılarken gördüğümüz insanların çoğu “20-25 yaşlarında” idi...

Hatta, bize “rehberlik” eden 40’lı yaşlardaki Büyükelçilik görevlimiz Galip Esmer dedi ki; “Camiye gittiğimde, neredeyse en yaşlı kişi ben oluyorum.”

“Genç nüfus”un ibadete yönelmesi elbette güzel... 

Çünkü ülkenin yaşlıları, yıllar yılı “Rus boyunduruğu” altında yaşamaktan ibadetlerini camide yapamamışlar!..

ÜCRETSİZ TÜRKÇE KURSLARI

Astana’da bulunduğumuz süre boyunca, rehberlerimiz Galip Esmer ve birKazak kızı olan Balcan Hanım’la birlikte, Kazakların “Beyterik” dedikleri, Türkçe karşılığı “Ömür Ağacı” demek olan ve yapılışı bir “efsane”ye dayanan “105 metre yüksekliğindeki kule”yi gezdik, oradan Astana’yı seyrettik...

Gayet temiz ve bakımlı olan “kapalı halk pazarı”na gittik, hatta alışveriş bile yaptık...

Astana’ya gidip de; 5 yıldır faaliyette olan Yunus Emre Enstitüsü’nü ziyaret etmemek olmazdı... Enstitü Müdürü İbrahim Yıldırım başta olmak üzere öğretmenler ve öğrencilerle sohbet ettik...

Baktık, öğrenciler şakır şakır “Türkçe” konuşuyor... Kazak gençleri,“Türkçe”ye büyük ilgi gösteriyormuş... “Türkçe” öğrenen genç gidiyor, yerine bir başkası geliyormuş...

Enstitü Müdürü İbrahim Yıldırım Bey’in verdiği bilgiye göre; her yıl 250-300 öğrenci “Türkçe kursu”ndan mezun oluyor ve “sertifika” alıyor.

Hem de ücretsiz!..

Yunus Emre Enstitüsü’nde sadece “Türkçe” öğretilmiyor; aynı zamanda“Türk kültürü ve Türkiye coğrafyası” hakkında bilgiler de veriliyormuş...

Peki, Kazakların “Türkçe merakı”nın sebebi ne?..

Birinci sırada hobi,

İkinci sırada iş,

Üçüncü sırada, Türk televizyonlarındaki dizi filmleri seyretmek...

“Türkçe kursu”na katılan öğrenciler arasında “Afganistanlı gençler” bile vardı ki, kendileriyle rahat rahat sohbet ettik...

“Rahat rahat” diyorum, çünkü “17-25 Aralık kirli operasyonu”ndan önce ziyaret ettiğimiz “Paralel Yapı okulları”ndaki öğrencilerle; “Nasılsın?.. İyiyim”den öte, Türkçe konuşamıyorduk!..

Sonradan öğrenmiştik, Paralel okullarında “Türkçe” öğretilmediğini!..

Şu anda, Kazakistan’da; Paralel Yapı’nın 32 okulu varmış... 15-20 bin öğrenci öğrenim görüyormuş bu okullarda!.. Ama, “tonla para almalarına”rağmen, doğru-dürüst “Türkçe” öğretilmiyor!..

Bence “geç kalınmış bir proje” olan Yunus Emre Enstitüleri’nde ise; hem de “ücretsiz” olarak, hem “Türkçe” öğretiliyor, hem de “Türkiye”tanıtılıyor...

Devletin, “Yunus Emre Enstitüleri”ni hem “büyütmesi”, hem de“yaygınlaştırması” gerekiyor!..

İbrahim Yıldırım Bey, Yunus Emre Enstitüsü’nde kurs gören öğrencilerden, her yıl 25’ini Türkiye’ye gönderdiklerini ve böylece “Türkiye-Kazakistan arasında bir köprü” olmaya çalıştıklarını söyledi ki; bu da takdir edilmesi gereken bir uygulama...

Dilerim, bu sayı daha da çoğaltılır.

NEREDEN, NEREYE?

İzlenimlerim, şimdilik bu kadar...

Ancak, Kazakistan’a gidip de; 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in ve Emekli Org. Çetin Doğan’ın kulaklarını çınlatmadan geçmek olmazdı...

Dün de yazdığım gibi;

“2006 yılı”nda Ahmet Yesevi Üniversitesi’nin Mütevelli Heyet Başkanlığı’nı, Emekli Org. Çetin Doğan, rektörlüğünü de Emekli Albay Uğur Oral yapıyordu... 

İşte o zamanlar, bu üniversitede resmen ve alenen “başörtüsü düşmanlığı” yapılıyordu... 

Anlayacağınız;

Başörtüsü yasağı “sınır ötesi”ne taşmıştı!..

Keser döndü, sap döndü...

İşte “hesap” da döndü!..

Çetin Doğan’ların değil, Tayyip Erdoğan’ın atadığı “Mütevelli Heyet Başkanı” döneminde; ne yasak kalmış, ne de dayatma!..

Ki, o üniversitede, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a “Fahrî Doktora”unvanı verildi, “cübbe” giydirildi...

GAP’TAN... TUR’A!

Bu gezide, Sezer’i de hatırladım...

Ama, nasıl?..

Yıl 20 Ekim 2000...

O günkü gazetelerde, “Sezer’in Kazakistan ziyareti” ile ilgili, şöyle haberler yer alıyordu:

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, beş gündür sürdürdüğü Orta Asya ziyaretine son noktayı Kazakistan’da koydu. Sezer’in bu ülkeye gidişi ise kolay olmadı. 

Kırgızistan’da temaslarını tamamlayan Cumhurbaşkanı, Gulfstream-4 tipi GAP uçağının havalandırma sistemindeki arıza giderilemeyince Kazakistan’ın başkenti Astana’ya ancak Kırgız lideri Asker Akayev’in özel uçağıyla gecikmeli ulaşabildi. 

Üstelik Akayev’in özel uçağı, Sezer’in beraberindeki heyetin tümünü almadığı için heyetin kalan bölümüne bir başka küçük uçak tahsis edildi. 

Sezer geçen ay da ABD’yi ziyaret ederken uçağın kabin basıncındaki arıza nedeniyle Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun uçağıyla gitmek zorunda kalmıştı.” 

Neredeeen, nereye?..

Sık sık “arıza” yapan ve Türkiye’nin onurunu zedeleyen “GAP uçağı”ndan, bugün “Okyanuslar aşan TUR uçağı”na!..

Türkiye, “2000’li yıllar”dan bu yana, gerçekten büyük mesafe katetti...

“Cumhurbaşkanlığı Sarayı” ve “TUR uçağı”na lâf söyleyenler, o yıllarda“Türkiye’nin nasıl küçük düşürüldüğünü” bir hatırlasınlar!..

O günlerde;

“Uçağımız küçük, itibarımız düşük”tü!..

Şimdi ise; hem “TUR” büyüdü,

Hem de “Türkiye.”

Ama, bir “zihniyet” var ki; hiç değişmiyor!.. Sürekli “karalama”, sürekli“kötüleme” ve sürekli “takoz” koyma!..

Artık uyansalar da;

“Yeni TUR-kiye”yi bir görseler!..

DOLAR, KENDİ PARAMIZ MI?

Sezer’le ilgili son bir anekdot... Yıl 2000... Sezer, Kazakistan’dadır...

“Ahmet Yesevi Türbesi”nin açılışında, “gelenek”lere uygun olarak “Aş Kazanı”na para atması gerekmektedir...

Çünkü, Ahmet Yesevi Hazretleri’nin “mürid”lerine yemek yapmak için bir“aş kazanı” varmış...

Türbeye de, “temsili bir aş kazanı” monte edilmiş...

2000 yılındaki açılışta, Sezer de, Nazarbayev’le birlikte, bu “aş kazanı”na para atarlar!..

Ama, nasıl?!?..

Aş kazanının başına gelince, Nazarbayev, cebinden Kazak parası çıkarıp Cumhurbaşkanı Sezer’e verir... Sezer,  tam o parayı atmak üzereyken, devreye eşi Semra Hanım girerek; kendi paramızı atmasını teklif eder... Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Sezer, aş kazanına “100 Dolar” atar!.. 

Peki;

100 Dolar, bizim “kendi paramız” mıdır, yoksa “Amerikan parası” mı?!?..

Semra Hanım; 

“Kendi paramızı at!” demiş... 

Sezer de, “Amerikan Doları”nı atmış!..

Ne kadar “kendi paramız” ise!..

NEFRET VE FETRET!

Bu anekdotla “Kazakistan izlenimleri”ne son veriyorum... Yalnız, şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Ben Kazakistan’ı, özellikle de “Kazak halkının sıcaklığı ve samimiyeti”ni çok sevdim...

Ve şunu düşündüm:

Bütün “Türk Cumhuriyetleri”, bütün “Halkı Müslüman ülke”ler birleşse, yürekleri bir atsa, acaba “Dünya 5’ten büyük” olmaz mıydı?..

“Dini ve milliyeti bir” olan ülkeler, eğer aralarındaki “nefret” dilini bıraksa; yaşadıkları “fetret devri”nden kurtulamaz mı?..

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, buna “öncülük” ettiği, “Dünya 5’ten büyüktür” dediği için “hedefte” değil midir?..

Bunu, niye anlayamıyoruz?!?..

Mülteci gemileri kaza ile mi batıyor, torpille mi batırılıyor?

Bugünki 1. sayfamızda da okuyacağınız gibi; “Libya-İtalya arasındaki güzergâh”ta, bir “facia” daha yaşanmış!..

“Mülteci”leri taşıyan gemi batmış, “700 civarında insan” hayatını kaybetmiş!..

Bir değil, iki değil;

“Bu üçüncü facia!”

Daha önceki faciaların ilkinde 203, ikincisinde 400 mültecinin hayatını kaybetmesi, akla şu soruyu getiriyor: “Bir deniz kazası mı, yoksa İtalyan sabotajı mı?”

Öyle ya; Türkiye, bütün zor şartlara rağmen, bünyesinde “2 milyon civarında mülteci”yi barındırıyor, onlara “her öğün sıcak yemek” dağıtıyor.

Avrupa ülkeleri ise, Türkiye’ye yardım yapmadığı gibi; kendi ülkelerine gelecek mültecileri engellemek için, her yola başvuruyor... Hadi, haklarını yemeyelim... “Mülteciler” arasından, “karpuz seçer gibi adam seçiyorlar”ve sadece “doktor, mühendis, mimar” olanları kabul ediyorlar ülkelerine!..

Anlayacağınız, “mülteci”lere kapılarını kapatmış vaziyetteler!.. “Avrupa’ya gitmek” isteyenler ise; her ne hikmetse, “deniz kazaları”(!)nda ölüyorlar!..

“Acaba” diyorum; bu gemiler “kaza” ile değil de, gönderdikleri“torpil”lerle mi batırılıyor?..

Papa Françis’e sormak lâzım;

Bu da bir “soykırım” değil mi?!?..

yeniakit

Bu yazı toplam 429 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar