Bu iki kelime, gerek İslâm tarihinde ve gerekse dünya tarihinde nice başların gitmesine, nice insanların aziz olarak veya rezil olarak yaşamalarına sebep olmuştur. Bilinçli, şuurlu ve farkında olarak ağızdan çıkan bu karar ifadeleri, gazete sütunlarındaki yazı ve sözlerle noktalanamaz.
Dünyanın döndüğünü evetlemiş Galile, engizisyon mahkeme salonunda soluğu almıştır. İslâm tarihinin en azılı inkârcısı Ebu Cehile hayır diyen Hz.Yasir ise, hayır demenin bedelini başı ile ödemiştir.
Bayram namazlarına iştirak eden nice parti başkanları, devlet başkanları, Çankaya"nın sorumlu nice cumhurbaşkanları namazlarının son rekâtlarında evet ve hayrın bedelini bir bilinçle söylemezlerse, kıldıkları namazın, çöplüğe atılmış paçavra gibi suratlarına atılacağını haber veren de Peygamberimizdir. Ne demektedirler ilgili sorumlu başkanlar? İlah yoktur, batıl yoktur, şer yoktur; ancak Allah vardır, hayır vardır, hak vardır
Lailahe Hayır demenin, illallah demek de evet demenin neticesidir.
Zaten hayat da iki zıddın, iki farklı bakışın mücadelesi değil midir? Asırlar boyunca yapılan tüm savaşların altında bu iki karar kelimesi yatmıyor mu? 60-70 yıllık hayatının temelini hayır diyerek veya evet diyerek geçirenlerin dünyasını Kur"an, imtihan, olarak, sınav olarak açıklamıyor mu?
Evet merkezli bir hayat ile, Hayır merkezli bir hayatın mensupları, sözlerinin, kararlarının mücadelesini vermiyorlar mı? Bundan dolayı inanan insanlar yani müminler, hayatlarında, tevhit kelimesindeki hayır kararını, hayatlarının lokomotif kuvveti olarak görürler. Evetler, Hayırlarına nispetle çok fazladır. Sıradan bir mahalle bakkalımız bile, müşterisinin isteklerine Yok veya hayır sözü yerine, mevcudu kalmadı demeyi şiar edinir.
Sistem, bir asırdır, inanan insanları, cami dışındaki hayata layık görmedikleri için, Müslümanların olmaz-hayır kararlarını isyan olarak algılamış ve darağaçlarını ona göre biçimlendirmiştir. İstiklal Mahkemelerinin gerçek yüzü, bugünkü Ergenekon"dan daha beter desek, mübalağa yapmış olmayız.
Şimdi güncel bir konu ile karşı karşıyayız. Referanduma Evet diyenler ile Hayır diyenlerin basın-yayın savaşı hızla devam etmektedir. Hayır safında bulunanların mazisini göz önüne getirdiğimiz zaman, çok yavan, tatsız, tuzsuz bir çorba gibi, iştahları kaçırdığını görürüz. Mesela, onlardan biri, Edirne"deki mitinginde şöyle nara atıyordu: Bunlara Osmanlı tokatı atacaksınız, bir daha doğrulamayacaklar. Ne var ki seçim geldi, Osmanlı tokadı yiyecek olanların, üçüncü defa iktidara gelmemesi için mücadele ediyor aynı zihniyet.
Okuyucularımız, bizi, bu örnekle belli bir partiye lütfen angaje etmesin. Şu anda ülkenin içinde bulunduğu ortam, Ali Bulaçların, Abdurrahman Dilipakların, Şamil Tayyarların; Mehmet-Ahmet Altanlarla, Toktamış Ateşlerle, Gülay Göktürklerle müşterek bazı hizmetleri göğüslemesini gerekli kılan bir ortamdır.
Hatırlayınız şu örneği. Peygamberimiz 35 yaşlarında iken Mekke"de Hılful Füdul isimli bir dernek kurulur. Mazlumların hakkını almak için, zalimlere karşı gelmede anlaşmış faziletli insanların güç birliğidir. Peygamberimize peygamberlik geldiğinde Eğer bugün Hılful Füdul kurulsa, yine ona üye olurum, ortak olurum diye buyurmuştur. (Ahmed bin Hanbel, bu hadisi Müsned"inde nakleder)
Şu gerçeği biliyoruz ki, ülkesini ve milletini sevenlerin evet ve hayır demelerinin altında, maddi menfaat, rütbe, makam, şöhret olamaz. Ne var ki, bir asra yakındır devleti, sistemi kendi inisiyatifleri istikametinde evirip çevirenler, menfaatlerinin, istedikleri gibi yaşama devirlerinin bitmesini istemiyorlar. Hayır demelerinin altında, eğer ülke, millet, toplum, toplumsal barış, ortak değerlere sahip olmak, ezilen insanların ezilmesine dur demek olsaydı, tevhit kelimesinin başındaki Hayır kelimesi Müslümanlar için ne kadar önemli ise, bugünkü hayırların da kendine has bir önemi ve değeri olurdu. Heyhaaat.
Kaliteli insanlar, hangi devirde ve hangi şartlarda yaşarlarsa yaşasınlar, konuştukları konuların, yaptıkları hizmetlerin, geleceğe yönelik projelerinin ayrı bir değeri ve önemi vardır. Sıradan insanlar ise makamı, mevkisi ne olursa olsun, kuvvete dayanan varlığı, kuvvetten kopunca, tarihin çöp tenekesine atılmaya mahkûm olur.
12 Eylül 1980 askeri darbesiyle alakalı bir hatıramı anlatıyor ve haftalık mesajımı burada noktalıyorum: Biz o tarihte Konya"mızın Tutlukır isimli askeri cezaevinde idik. Korsanvari radyolarımızı gizli gizli dinlerdik. O zaman İmam Humeyni hayatta idi. İran İslâm Cumhuriyeti radyosuna soru sorulur ve cevaplar alınırdı. Türkiye"den İmam Humeyni"ye bir soru sorulmuş. Soru şöyle, Efendim, ülkemizde kestiğimiz kurbanlık hayvanların derilerini zorla elimizden alıyorlar. Bize ne yapmamızı tavsiye edersiniz? İmam cevap veriyor, spiker ise okuyor: Kestiği kurbanlık hayvanın postuna sahip olamayacak olanlara vereceğim bir cevap yoktur.
12 Eylül tarihinde evet veya hayır kararında, akıl, mantık, mazimiz, yarım asırlık baskı ve dayatma göz önüne getirilerek, şaklabanlara tenezzül ve tevessül etmeden, sorumluluk duygularımızı, halimizle yüzleştirerek verilecek cevap, en güzel cevap, en güzel karar olacaktır inşallah
Yeter ki, hiçbir kurum, zihniyet, biz Müslümanları, kafeste keklik olarak düşünmesin ve algılamasın. Çünkü müminler, menfaatlerini değil, haklarını düşünürler. Ülkenin geleceğini düşünürler. Yakın tarihte Türk ve Kürt dedelerimizin ortak kimliğini, canlı fotoğraf olarak günümüze taşımak isterler.
vakit