Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

‘Entellektüel hurafe: Aydınlanma’ konusunda aydınlanmak..

Prof. Fehmi Baykan’ın (Kaknüs Yayınları’ndan çıkan) ‘Aydınlanma üzerine bir derkenar’ isimli kitabını okuyorum..
Prof. Baykan, ’Türk fikir hayatında Batı düşüncesini temsil eden üç grup var; liberaller, atatürkçüler, solcular.. Bu zümreler bazı konularda aralarında ihtilafa düşüyorlar ama, hepsinin ittifak ettiği görüşler de var. Müttefik oldukları noktaların başında ‘Aydınlanma’ geliyor. Bunların hepsi de, kendi fikriyâtını ‘aydınlanma’nın mirâsı görüp, övünürler. Böylece de açık ya da dolaylı olarak bizlere (millete) ‘Aydınlanmacı’ olmayı telkın ederler..’
‘Aydınlanma’ meselesi Türkiye’nin iki asırdır duçar olduğu ‘kimlik bunalımı’ veya ‘kimlik arayışı’ ile yakından alâkalıdır.’ diyor ve devam ediyor: ’Malûmdur ki, Osmanlı’da hâkim resmî dünya görüşü müslümanlıktı. (Batı’da nasıl hristiyanlık idiyse..) Onsekizinci asırdan itibaren Türkiye’ye garbkarî müesseseler ve fikirler nakledilmeye başlandı. Bu durum, 19. asırda güçlendi ve kurumlaştı. Böylece İmparatorluk bünyesinde dinî fikir ve kurumların, gelenekleşmiş yaşama tarzının yanısıra ’garplılık’ gelişip yayılmaya başladı. Neticede, türk tefekkür ve içtimaî hayatı, tabir caiz ise, ’çift tanrılı’ oldu. Bu dualizm Cumhuriyetin kurulmasına kadar devam etti. Gâzi, malûmunuz, saltanat ve hılafeti yıkarken, tüm Osmanlı müesseselerini ve dinî dünya görüşünü de külliyyen red ve terk etdi. ’Garp tanrısı’nın tekliğinde tevhid sağlandı. (…) Cumhuriyet’le ihdas olunan yeni siyaset ve toplum nizâmının dünya görüşü ne olacaktı? Yeni dünya görüşünü ile ne ikame edilecekti?
Buna ‘ilim ‘ dendi.. (‘En hakikî, mürşid’), ’akıl’ dendi..
Batı felsefesine âşina olanlar ise ‘Aydınlanma ‘ dediler, diyorlar.. Nitekim, M. Gökberk, bu fikri şöyle ifade ediyor: ‘(…) Bugün bir aydınlanma çağında yaşıyoruz: Hayat bilmecesine din ve geleneklerin bulduğu cevaplar gönüllerimizi artık kandıramıyor..’
Tevfik Fikret de aynı fikri 90 sene önce şöyle terennüm etmiş: ‘Tenevvür… Asrımızın işte rûh-i âmâli..’ (Aydınlanma.. İşte çağımızın emellerinin ruhu..)
Ama, bu mezheblere mensub olanlar (atatürkçüler, solcular ve liberaller) bu istikamette ihdas edilmiş olan ‘bilim’, ’akıl’, ’çağdaşlık’, ’laiklik’, ’laisizm’ vb. sloganları bilir bilmez kullanıp, millete lâf ile nizâmat vermeye kalkarlar. (…) Öyle görülüyor ki, ‘Aydınlanma’, dinî dünya görüşüne (husûsiyle müslümanlığa) karşı bir alternatif olarak ileri sürülmektedir.. (…)
Halbuki böyle bir ‘felsefe’ yoktur!’
Evet, bu cümleler, Hacettepe Üni. Felsefe Bölümü’nden Prof. Baykan’ın.. (Hâlâ da orada mı, bilmiyorum.)
*
Prof. Baykan’ın, ’Aydınlanma’ felsefesinin gerçeği üzerine görüşleri, daha da ilginç.. Çünkü,
‘aydınlanma’ diye bir şey olduğunu reddediyor ve ‘Aydınlanma bir entellektüel hurafesidir..’ diyor, birilerinin ezberlerini bozabilecek delil ve mantıkî muhakemelerle.. Ve,
Rönesans (renaissance / yeniden doğuş) felsefesini de sorguluyor ve onu, ‘felsefe tarihi adına masal yazanların hayal hanesinde ürettikleri şeyler’ olarak niteliyor; ‘Yeniden doğuş yok gerçekte..’ diyor. Baykan, Prof. M. Gökberk’in ‘Renaissance’ın ilk adımı , ilk başarısı, benliğini bulmuş, kişiliğini duymuş insanı ortaya koymasıdır.’ sözünü de irdeliyor ve ‘Bırakınız 15. asırda, şimdi bile böylesine yüce bir mertebeye ulaşmış insan var mı?’ diye sorup, ‘Ben onu ve benzerlerini bu herzelerden dolayı mesul tutmmuyorum. Sadece, ecnebilerin saçmalıklarını hiç düşünmeden nakledip, gençlerin kafasını yanlışlarla doldurdukları için mesul buluyorum..’ diyor. ‘Renaissance uydurma.. Hiç kimse ‘yeniden doğmadı..’ Böyle bir dönem de yok.. Hal böyle olunca, neden aydınlanmayı hassaten hedef aldım? Bizim ilerici taifesi, aydınlanmayı putlaştırdı da onun için..’

Baykan daha da ileri gidiyor ve ‘filozoflor da, felsefeciler de, entellüktüeller de putperesttir. Bunlar da devamlı put yaratırlar ve onlara taparlar.. ‘Felsefe tarihi’ dedikleri de putlarla doludur.. Filozoflar genelde, ‘muhakeme’ (akıl yürütme) ile ‘muhayyile’ (hayal kurma) arasındaki farkı tefrik edememişler; ‘düşünüyorum’ diye hayal kurmuşlardır. (…) Felsefeciler, sosyologlar ‘zamanımız insanı’ hakkında ‘modern insan’ ‘postmodern insan’ gibi nitelikller izafe ediyorlar ve bunlarla alâkalı parlak (?) nazariyeler kuruyorlar.. Bu lakırdların kâffesi, sofistike saçmalıklardır, entellektüel hurafelerdir.’ diyor ve ‘Ben ancak çok fâhiş, umumî bazı problemlere işaret ederek, ‘HATA Âbidesi’ni yıkmaya çalışıyorum. Fakir, herşeyi kendim yapamam, siz de uğraşın..‘ diye, okuyucuya da sahaya çağırıyor.
*
Bu sözlerle, Av. Kâzım Berzeg’in bir tv. proğramında çok önceleri dile getirdiği sözlerinden aldığım notları hatırladım..
Berzeg’in, özellikle de, ’Ben çerkezim. (Rusya’nın Karadeniz kıyısındaki şehirlerinden) Suçi’ye gittim.. Çerkezlerle ilgili güzel bir müze vardı.. Her şey vardı, güya.. Ama, Rusya oralara hâkim olmadan, 1870’lerden önce, çerkezler orada sanki hiç yaşamamışlar gibiydi.. Çerkezlerin hayatına dair her ne varsa, o zamandan başlıyordu.. Cumhuriyet de kendinden önceki herşeyi yok saydı. Sanki, her şey, sıfırdan, yeni başlıyormuş gibi gösterildi.. Cumhuriyet’in yenilik diye yaptığı pek az şey vardır ki, Osmanlı’da başlanılmamış olsun!’ şeklindeki sözleri ilginçti.. Berzeg ilginç deliller de getiriyordu görüşlerine, (özetle): ’Çok sesli müzik, Cumhuriyet’le başladı, sanılır. Halbuki, (Osmanlı Ordusu’nda paşalık rütbesiyle taltif edilen italyan) Donizetti Paşa’nın çok sesli müziğe dayalı Mızıka’y-ı Hûmâyûn’u kurması 1828’lerdir. Sultan Abdulhamîd’in kızı Ayşe Osmanoğlu’nun ’Babam Abdulhamîd’ ismiyle yayınlanan hatırâtında da, ’Saray’da Senfoni Orkestrası’ kurulduğu anlatılır. Ki, bu, bugünkü adıyla, ’Riyaset-i Cumhur Flarmoni Orkestrası’dır, gerçekte.. Sultan Vahdeddin de, ’Dâmâd Ferîd Paşa’ya kızgınlığını, ’Piyano çalmaktan iş yapmaya zaman ayıramıyor..’ dile getirir.’
Berzeg, daha sonra, ’laiklik- batılılaşma- aydınlanma’ ideolojisinin tutarsızlığına değinerek, Beethoven’in ünlü ’9. Senfoni’sinin gerçekte, Yûnus’un ’Şol Cennet’in ırmakları, akar Allah deyu deyu..’ muhtevasında, ilahî formatında, ölümden sonra Cennet’e gidişin manevî hazzını, ruhî sevincini yansıtan bir dinî müzik olmasına rağmen; ’Türkiye’de laikliğin ve aydınlanmanın sembolü’ olarak görülmesindeki komikliğe de işaret ediyor ve sık sık telefon bağlantısı kurduğu ’Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin telefonlarının da ’9. Senfoni’yle açıldığını belirtiyordu.. Hani, Demirel’in, C. Başkanı iken, dinleyip, ’İşte, çağdaş Türkiye!.’ diye sevinç nârâsı attığı ’9. Senfoni’yle..

İyi ’aydınlanma’lar, efendim..

*

dirilişpostası

Bu yazı toplam 1010 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar