Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

En büyük zulüm, adâlet ve hakk adına yapılandır!

Bazı sözler var ki, onları biz üstü kapalı olarak yazdığımız zaman bile, ya yayınlanamazdı, ya da bir takım çevreler veya kendimiz, "atılan taş ürkütülen kurbağaya değmeli.." gibi zâhiren mantıklı gibi gözüken sözlerle, söylenmesi gerekenleri söylemekten kaçınırdık..

Ve öyle bir güne geldik ki, bizim söylemek isteyip de söyleyemediklerimizi, bizim inanç sistemimize bağlı kalmak gibi bir hassasiyet taşımayanlar da yazmaya başlayıverdiler.. Ve sistem, çaresiz kaldı, onlar karşısında..

Halbuki bu yazıları, Taraf vs. değil de, İslamî eğilimleri olan bir yayın organı yazsaydı, başına sadece resmî cihetten değil, halk planında da ne belalar gelirdi? Ahmet Altan"ın 29.01.2010  günlü yazısındaki görüşlerini müslüman birisi de yazabilirdi, ama, henüz zihinlerdeki kelepçeler bile kırılamadığından, yazılamıyor..

A. Altan, "Hukukçu" başlıklı ve Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can"la, Yargıtay eski başsavcısı Sabih Kanadoğlu arasındaki tartışmayı değerlendirirken, Kanadoğlu"nun karşısındaki genç hukukçuyu "Atatürk"ü mü eleştiriyorsun yoksa" diye tehdid etmesini hatırlatarak şöyle diyordu:
"Gerçeği, hukukla ilgilenen herkes bilir bu ülkede.
Atatürk"ün zamanında hukukun h"si yoktu.
Tek parti rejimiyle ülkeyi yöneten birinin döneminde nasıl hukuk olacak? (") 2010 yılında hâlâ 1920"lerdeki bir diktatörlüğü mü yaşayacağız? (")"

Evet, bu söze itiraz edecek bir akl-ı selim sahibi kimse var mı?

*

Anıt-Kabir"deki laik âyinin komikliği ve ilkelliği..

Anıt-Kabir"deki bir defter var.. O defterde neler neler yazılmış, bugüne kadar.. Komedinin ötesinde, bir rezalet.. Oraya her gidişte, cuumhurbaşkanları, başbakanlar oradaki deftere bir şeyler yazarlar.. A. N. Sezer yazdıklarını bir de, etrafındakilere  yüksek sesle okumak gibi bir âdet geliştirmişti.. Yazık ki, Abdullah Gül de, Sezer"in icad ettiği o âdetin yersizliğini düşünmeden, aynen devam ettirmek gibi bir yanlış çizgiyi sürdürmekte.. Umarız ki, bu çirkin âdeti bir daha tekrarlamaz.. 

*

Anıtkabir"deki sözkonusu deftere, hem Norveç"in ve hem de Türkiye"nin vatandaşı (çifte vatandaş) olan ve 16-17 yaşındaki iki kafadar da bir şeyler yazmışlar.. "Mıstık, yaptıkların için teşekkürler ama seni hiç gözüm tutmuyor"  vs., diye..

Vayy, siz misiniz, M. Kemal"e, Mıstık diyen!

Ve yazdıkları ânında görülüp, henüz "Anıt-kabir"den çıkmadan yakalanıp mahkemeye verilmişler ve birkaç yıl süren yargılamalar sonunda, her iki sanığa da, ayrı ayrı 1 yıl, 10 ay, 15  gün hapis cezası verilmiş ve bu ceza, Yargıtay Ceza Daireleri Genel Kurulu"nca bile onanmış ve sadece sanıkların yaşları o tarihte küçük olduğu için, cezalar 11 ay, 7"şer gün"e indirilmiş..

Tamam, Mustafa ismini taşıyan  insanları "Mıstık" diye isimlendirmek, hele de arada bir yakın arkadaşlık sözkonusu değilse,  onu aşağılamak, tahkir etmek gibi bir kasd taşıyor olabilir..

Ama, diyelim ki, bu gençler de öyle yapmışlar, bu ceza ile onlar ıslah mı olacaklar? Bu çocuklar (K.K) ve (S.U), "Atama saygım sonsuz, yanlış anlaşıldım. Orada arkadaşımla birbirimize haylazlık yapmak istedik. Şaka amaçlı yaptık. Böyle bir yazı yüzünden dava açılacağını bilmiyorduk.. Çocukça bir şeydi, yaptık bir kere.. (") Sonra Atatürk"le ilgili sayısız kitap okuduk.. Atatürk"ün Türk halkı ve bizim için ne kadar değerli olduğunu anladık. Türk olmakla gurur duyuyoruz.."  diyorlardı, 29 Ocak günü medyaya yansıyan beyanlarında..
Yani, "Ne mutlu türküm diyene.." lafı, hükmünü yine icra eylemiş..

Ama, bu, hem o gençleri yaralı, kırılmış şahsiyetli hale getirmektir; hem de zâhiren, kanun zorlamasıyla söylenen o ıslah olmuşluk görüntüsü, o insanları daha bir yaralı hale getirecektir.. Tıpkı toplumumuzun 100 yıla yakın zamandır duçar olduğu şahısperestlik musîbetinde olduğu üzere..

Yani, o ceza ile, o gençler "kemalist"leştirilmişlerdir, öyle mi.. Mankafalılık işte budur!

*
Hukuk terimlerinin yorumu, güce göre şekillenir..

Ve kontrol edilemiyen güç, güç değildir!

Asker kişilerin (darbe teşebbüsü, gizli örgütlenme, silah veya uyuşturucu kaçakçılığı gibi) ağır cezalık suçlarla suçlanmaları durumunda yargılamalarının sivil mahkemelerde görülmesine dair kanun, CHP"nin müracaatı üzerine, (TSK"nın rahatsızlığını açıkça belirtmesi yüzünden) beklendiği üzere, Anayasa Mahkemesi"nce ibtal edilince..

Ortaya çıkacak olan hukukî durumun nasıl olacağı ciddî tartışmaları beraberinde getirmişti.. Özellikle de, "Poyrazköy Dosyası" diye bilinen ve daha çok Deniz Kuvvetleri"nden bir çok subayın karıştığı ileri sürülen ve İst.- Poyrazköy"deki bir askerî olmayan (Bedreddin Dalan"a bağlı bir vakıf kurumuna aid) bir mekanda toprağa gömülen silahların ortaya çıkarılmasıyla gelişen soruşturmanın âkıbeti ne olacaktı? Ki, sözkonusu mekanda bulunan silahlar konusunda Gen. Kur. Başk. Org. Başbuğ,  yaptığı bir açıklamada, iddiaların ciddî olmadığını, LAV silahı diye gösterilenlerin basit birer boru olduğunu iddia etmişti.. Ama, daha sonra Savcılık tarafından yapılan inceleme ve hazırlanan iddianameye göre, durumun hiç de öyle basit olmadığı anlaşılıyordu.

Anayasa Mahkemesi sözkonusu kanunu ibtal edince, ne olacaktı?

İst. 12. Ağır Ceza Mahkemesi, tam da Poyrakzöy İddianamesi"nin açıklanacağı gün gelen Anayasa Mahkemesi ibtalinyle karşılaşınca, iddianâmenin açıklanmasını birkaç gün durdurdu ve bir durum değerlendirmesi yaptı..

Ve nihayet, davâya bakabileceğine hükmetti!

Çünkü, sözkonusu mahkeme, işlendiği iddia olunan suçun askerî bir mekanda işlenmediği gibi, suçun da askerî bir suç olmayıp, bir terör suçu olduğunu ve bu durumda bu davâya bakmakta kendisini yetkili gördüğüne karar verdi..

Ki, görülmek üzere, mahkeme tarafından kabul olunan Poyrazköy İddianamesi"nde Başbakan Erdoğan'ı hedef alan suikasd planı da yer almış bulunmakta..

Ergenekon sanığı Yarb. Mustafa Dönmez'in, Başbakan'ı hedef aldığı ileri sürülen ölüm planı da, Poyrazköy İddianâmesi'nde yer almış bulunuyor..

İddianameye göre; plan, Yarbay Dönmez'in Ankara'da kaldığı askeri lojmandan çıktı. Dönmez'in ajandasını inceleyen ekipler, ajandada 2 ilginç fotoğraf buldu. Fotoğraflar, Başbakan'ın evini gösteriyordu. Hem de akıl almaz bir teknikle... Fotoğrafta, konutun çevresi kırmızı kalemle işaretlenmiş. Konuttan yine kırmızı kalemle bir ok işareti çıkarılmış ve üzerine 220 metre yazılmış..
Yarb. Dönmez'in elinin ürünü olduğu tesbit edilen planda, suikasdçilerin yürüyecekleri sokaklar bile yazılmış. Kesik çizgilerle gidiş-geliş güzergahları belirtilmiş.
Başbakan"a suikasd konusunda ise, İddianâmede iki ihtimal dile getiriliyor:  Birincisi, Başbakan'a evden çıkarken saldıracaklardı. İkinci iddiaya göre; işaretlenen parktan konuta ateş edeceklerdi. Hem de lav silahı ya da roketatarla...
İddialara göre silahların kaynağı, Zir Vadisi cephaneliğiydi. Dönmez'e ait olduğu ileri sürülen o cephanelikte, çok sayıda el bombası ve uzun namlulu silah ele geçirilmişti.
Yarb. Dönmez'in Ergenekon sanığı Emin Gürses ile yaptığı bir telefon görüşmesinde, "Başbakan'ın ipi çekildi" dediği teknik dinlemeyle belirlenmişti..

Poyrazköy İddianamesi sıradışı birçok bulguyu da gün yüzüne çıkarmış bulunuyor.. İddianâmeye göre, tutuklanan subayların ofis ve bilgisayarlarından çıkan bilgiler şok edici cinsten..
Savcıların ulaştıkları belge ve bilgilere göre:
"28 Şubat döneminde Deniz Kuv. Kom.lığı bünyesinde 'Batı Çalışma Grubu' adıyla faaliyet yürüten ve oluşumu herhangi yasal bir kaynağa dayanmayan illegal yapılanmanın, faaliyetlerine halen son vermediği ve günümüzde 'İrticayla Mücadele Eylem Planı', ardından da 'Kafes Eylem Planı' çerçevesi altında yasadışı eylem ve faaliyetlerine devam ettikleri ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Yasa dışı olan bu yapılanmanın illegal eylem ve faaliyetleri ancak bazı kamu görevlilerinin ihbarları ve yürütülen soruşturmalar ile açığa çıkarılıp deşifre edilmiştir."
Bilindiği üzere, son haftaların tartışılan konusu olan "Balyoz Darbe Planı"nın hazırlayıcısı olarak göözüken em. Org. Çetin Doğan, 28 Şubat döneminde, "Batı Çalışma Grubu" denilen çalışmanın başında olduğunu bizzat açıklamıştı.. 
*
"Poyrazköy İddianâmesi",  TSK içerisindeki Ergenekon uzantılı gizli örgütlenmelere de işaret ediliyor.. 
Savcıların tesbitine göre, "Ergenekon Örgütü'nün TSK içersine de sızma ve kadrolaşma faaliyetlerini hedeflediği, soruşturma dosyasındaki delillerden örgütün TSK içersinde yapılanma faaliyetlerini gerçekleştirdikleri, TSK içersindeki irtibatlarını örgütün amaç ve hedefleri doğrultusunda kullanmayı amaçladıkları görülmüştür."
İhbar mektubları ve sanıkların bilgisayarlarından çıkan belgeler de, bu iddiaları destekler nitelikte.
Bunların en önemlisinin de, "Karargâh Evleri" olduğu anlaşılıyor.. 
Bu yapılanmayı MİT'in de 2007'de tesbit ettiği, resmî rapordan anlaşılıyor.
Deniz Kuvvetleri'ndeki bu yapılanma ilgili olarak, (müteveffâ Prof. Türkan Saylan"ın) Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Kadıköy Şubesi'ndeki bilgisayar kayıtları da ilginç..
Buna göre, ÇYDD tarafından kurulmuş bulunan ve "Ataevleri" olarak bilinen yapıya genç teğmenleri kazandırmak için, burs verilen "seçilmiş kız öğrenciler"in "fedakârlığa zorlanması" ifade ediliyor.

Ayrıca, bu konularda, Ergenekon"un tutuklu sanıklarından İP Gen. Başk. Doğu Perinçek"in Deniz Kuvvetleri"nden albaylara emirler verdiği ne dair yazışma metinleri de ele geçmiş bulunuyor.. Ki, bunlar İddianâmede uzun uzun yer alıyor.. Poyrazköy İddianâmesi"ne konulan belgelere göre, sanık askerler, Doğu Perinçek'le irtibat halinde.. İrtibatı sağlayan kişi ise, bir süre önce ikinci kez tutuklanma kararı çıkartılınca intihar eden Kur. Yarb. Ali Tatar.

Bunlar kenarından geçilip gidilecek basit iddialar olamaz, herhalde..

Ve, TSK, elbette büyük bir güçtür.. Ama, kontrol edilemiyen güç, güç değil, bir felakettir..

*

Evet, Anayasa Mahkemesi bazı etkiler altında kalarak, yorumunu o kanunu ibtal edecek şekilde kullanmış olsa bile, kendisine engel çıkaracak bir siyasî iktidar gücü olmadığını gördüğü anda, bir mahkeme, kendilerine hesab vermemek için tafra satan malûm güç odaklarına karşı yargı gücünü kullanmakta kararlı olabileceğini gösterdi..

Evet, hukuk bir kurallar ve yorumlar yığınıdır.. Kelimeler, terimler yorumlara göre değişir.. Yorumlar da güce göre..

Hükûmet, ortaya arka arkaya çıkan yığınla darbe teşebbüsleri konusunda, kanunların kendisine verdiği yetkileri sonuna kadar kullanmak konusunda mecbur değil, mahkûmdur.. Ve bu yolda, kanunî yetkilerini kullanmaktan  kaçındığı takdirde bertaraf olacak ve bu kez, kanunları yorumlayacak olan başka güç odaklarının yemi durumuna düşecektir..

İşte böyle bir noktada, sivil mahkemelerin de, siyasî iktidarın kendilerine emir vermesi asla mümkün olmasa bile, sosyal hayattaki güç dengelerini gözönünde bulundurarak ve bundan etkilenerek karar verebilecekleri bu son örnekte de gözlenmiş ve "asker kişileri de, askerî olmayan ve hele terör suçlamalarında hiç tereddüt etmeksizin yargılayabileceğine" karar vermiştir..

Bu örnek, daha başka mahkemelere de emsal ve örnek teşkil edebilir..

Yeter ki, Hükûmet, kontrol edilmesi çetin olan bazı güç odaklarıyla girdiği "karşılıklı parmak ısırma" eyleminde, geri adım atmasın.. Üstelik, karşısındaki güçlerin eylemi, kanunî himayeye sahib değildir..

*

Ayaklar suya değmeye mi başladı, yoksa?

Aylardır, Ergenekon Dosyası ile ilgili yargılamaları sulandırmaya çalışan ve kendisini o davânın sanıklarının avukatı olarak ilan eden Deniz Baykal, 29 Ocak akşamı, M. A. Birand"ın sorularına karşılık verirken, çok farklı şeyler söylemekle bayağı ilginç bir çizgi ortaya koydu..

"Ergenekon iddiası altında yargılanan insanların hiçbiri suçlu değil demek.. Böyle şey olur mu?

Türkiye'de Güneydoğu'da faili mechul cinayetlerde öldürülen birçok insan var, bunların irdelenmesi gerekir. Mafyalaşmaya karışmış çeşitli zamanlarda devlet ilişkilerini kullanarak yanlış işler yapmış yığınlarca insar var. Bunlarla da hesaplaşılması gerekir. Var bunlar bir gerçek. Bundan sonra da olacak bunlar. Mafyalaşma ciddi bir sorun, Susurluk bunun bir parçasıydı"(")  Gerçekçi olalım. Yanlış, yanlış vardır o yanlışların hepsiyle hesaplaşılır."

"-Sizi bir şekilde kafanıza soru işareti uyandıran, bir darbe tertibi oldu mu? Özden Örnek günlüklerinden başlayan ve bugüne gelen.. Yani, bunların tamamı mı yalan?" şeklindeki soruya ise, Baykal şöyle karşılık veriyordu:

"Türkiye'de Silahlı Kuvvetler'in yönetiminde bulunan insanların, komutanların Türkiye'nin nereye gittiği konusunda; ciddi ve Silahlı Kuvvetler'e yasanın verdiği sorumlulukları da dikkate alarak, geçmişi de dikkate alarak hiç yadırganıcı değildir. (") Ortaya atılan iddialar doğru mu yanlış mı bilmiyorum. Şu ana kadar ortaya atılan iddiaların bu konuda o dönemde ciddi sistematik bir iç değerlendirmenin yapıldığını ortaya koyuyor.

Bir iç değerlendirmenin yapıldığı anlaşılıyor. İç değerlendirme yapılmıştır ama bunu bir türlü ortak bir karara dönüştürülememiştir, bunu hayata geçirecek uygulamaya koyacak bir karar noktasına gelememişlerdir. Bu da çok doğaldır, hiç yadırganacak değildir. (") Bunun konuşulduğu, tartışıldığı ancak karara bağlayamadıkları açıktır ve bu da doğaldır ve doğrudur. Bu kararı almamış olmaları, doğrudur. Doğru bir karara varlışlardır ve bunu uygulamamışlardır. Yani bir teşebbüs haline gelmiş bir girişim. Bir değerlendirme yapıldığı anlaşılıyor. Ne ölçüde doğrudur bilmem, ama bu izlenim doğdu, onda tereddüd yok. Yaparlar, geçmişte de yapmışlardır. Şimdi önemli olan bunun hayata geçirilmemiş olması.. Ve geçirilebilecek olmadığını öğrenmişlerdir. Ama darbe Türkiye'nin gündeminde değil..

Türkiye'de artık darbeyle ülkeyi bir yere taşınamayacağı kesin olarak açık bir biçimde anlaşılmıştır. Bizim geçmiş darbe deneyimlerimizde, darbeyle sorunların çözülemeyeceğini göstermiştir..(")"

 

Baykal"ın geldiği bu nokta, önemlidir.. O da, kanun tarafından kontrol edilmeyen bir güce destek vermenin kendilerine daha da pahalıya mal olacağını hissetmiş olmalıdır.

*

Zorba şakşakçıları nazarında millet, zırcahildir, elbette..

"Balyoz Güvenlik Harekatı Planı" adıyla ortaya çıkan ve Mart- 2003"de yani Tayyîb Erdoğan"ın iktidara yeni geldiği sırada tezgahlandığı ve zamanın I. Ordu Kom. Org. Çetin Doğan tarafından geliştirildiği anlaşılan darbenin üzerinden 7 yıl geçtikten sonra açıklanması, bize herşeyden önce, bugün de başka nice darbe çalışmalarının, başka ihanet planlarının tezgahlandığını hatırlatmalıdır..

Zâten, son bir-iki yıl içinde yayınlanan yığınla darbe ve ihanet planları, Tayyîb Erdoğan"ın deyimiyle, işaret fişekleri mahiyetindedir..

Bu arada, darbelerin topluma aktarılmasında ve anlatılmasındoa goygoyculuk yapanların başında medya mensublarının geldiği, bilinmeyen bir durum değil..

Balyoz Planı"nda ilk anda tutuklanacak 35 kadar yazar-çizer takımının isimleri yayınlandığı gibi, darbecilerle alkış tutacak 150 kadar kalemşör de işaretlenmiştir..

Ömrü darbecilere akıl hocalağı yapmasıyla ve onlarla içiçe olmasıyla geçen Cumh. başyazarı İ. S."un ağzından, 31 Ocak günü, o gazetede şu görüşler aktarılıyordu: 

"İşin şakası bir yana... Bir iktidar ordunun üzerine bu kadar gitmez. Bu ordu, asker, yani Türk Silahlı Kuvvetleri bizim, işgalci bir yabancı ordu değil. Elbet eleştirelim ama saldırmayalım. Benim gördüğüm, hükümet, askeri "darbe yapacak" gibi gösteriyor kamuoyuna. Bazı çevreler de Türk ordusunu karşı düşmanca davranıyorlar.
Daha önce söyledim, bir kez daha altını çizeyim. Darbeler dönemi artık bitti. Ali Baransel"in söylediği gibi, ABD"siz ve NATO"suz darbe yapılmaz. Darbe geliyor diyerek siyaset yapanlar, önce şu demokratik açılımı yapsınlar, görelim."

*

Bu tiplerden bir diğeri olan (Habertürk yazarı) B. C. ise,  İnternethaber"de 29 Ocak günü yayınlanan röportajında, müslüman halk"a karşı darbe yapacak ve milletin silahını milletin üzerine çevirecek olanları nasıl alkışlayacağını bir daha ortaya koyuyordu..

Benzerlerinin bir prototipi olan bu kişinin görüşlerindeki çarpıklığın ibretli bir hulâsası için, bir kısmını buraya dercedelim:

"-Askeri korumaya çalışıyor musunuz?
Evet. Askeri korumaya çalışıyorum. Çünkü irticanın giremediği tek yer TSK kaldı. Dinciler tüm kurumları sardılar. Bu yüzden askeri koruyorum. Çünkü askerin, bir ülkenin "rezervi" olduğunu düşünüyorum. (") Türkiye"deki iç tehdit o kadar büyük ki... Anayasa Mahkemesi iktidar partisinin "irtica"ın odağı olduğunu kabul etti zâten.
Örneğin bir senaryo çizelim. Bu senaryo 2010"da geçiyor olsun. İktidarda, Anayasa Mahkemesi tarafından "irtica" odağı olmakla hüküm giymiş bir parti var. Ve ülkede kaos ortamı oluştu. Bu durumda ne yapmalı? Senaryoya göre asker müdahale etmezse ne olur? Polis zaten bölünmüş durumda. Üniversiteler paramparça. Yargı kendi içinde kavga ediyor. Bunlara bir de kargaşanın sokağa dökülmesi eklenirse ne olur? Ben bundan korkuyorum.
-TSK"nın darbe ortamı hazırlama ihtimali var mı?
Evet. Bu da mümkün tabii. Ama bunların araştırılması lazım. Toplum olarak uyanık olmalıyız. Yani keleğe gelmemeliyiz.
-Bu iktidarı nasıl tanımlarsınız?
Tek kelime ile "faşist"" Ama, bunun fotoğrafını çekemem size. Ama görünen o. Çünkü iktidarın başında "tek adam" var. O tek adam hem yürütmenin hem yasamanın başında. Geriye yargı kalıyor ki, o da baskı altına alınmış durumda. Yargı mensupları dinleniyor.
-Nasıl bir toplum görüyorsunuz?
Bizim toplumumuzun yüzde 60"ı, 70"i zırcahil.."

Kendi halkından böylesine kopmuş ve onun inanç sistemine karşı ancak diktatörlükten meded umanların zırcahilliğe karşısında söylenecek fazla bir söz yoktur.. Burası, sözün bittiği yerdir.. 

30 Oack akşamı bir tv. proğramında, (27 Mayıs 1960 darbecilerinden Muzaffer Özdağ"ın oğlu olan) Prof. Ümit Özdağ, TSK"nın dinî hassasiyetlerine vurgu yapıp, eşinin başı örtülü olduğu için ordudan subay atılmasının düşünülemiyeceğini iddia ederken, Taraf yazarı  Râsim O. Kütahyalı, "Hoca, şunu unutmayın hoca! Bu ülkede yüzlerce subay eşi başörtülü diye bu ordudan kovuldu" diyor, buna karşı Cumhuriyet"ten G. Zileli‚ "Yalan söylüyorsun, yalaaaaan!..."  diye tepiniyor ve Taraf yazarına bu konuda bir belge göstermesini gerektiğini söylüyordu..

Bu kadar açık bir konu hakkında, belge istemek kadar abes bir şey olamazdı ya da kör olunması gerekirdi..

Çünkü, toplumumuzun bu konuda yaşadığı acı gerçekler ap-açık ortada ve derin bir ruh yarası halinde..

İlginçtir ki, aynı gün, Başbakan Erdoğan, refikası Emine Erdoğan"ın Gülhane Askerî Tıb Akademisi"nde (GATA"da) tedavi gören tiyatro san"atçısı Nejad Uygur"u ziyaret etmek istemesi üzerine; Uygur"un hanımının kendisine, Emine erdoğanın türbanlı olduğu için komutan/doktorların ortaya bir rahatsızlık çıkabileceğini söylediklerini, dışarda görüşelim teklifinde bulunduğunu dile getiriyor ve bunları, toplumda gerilimler olmaması izin,  kamuoyuna yansıtmadıklarını, ama, gerekli makamlarla bu konuları görüştüklerini anlatıyordu..

*

Bunları niçin, sadece tek bir gazete yayınlayabiliyor?

Bu tartışmaları yönlendiren yayın organlarının başında Taraf"ın gelmesi, elbette düşündürücü gelebilir.. Çünkü, bu gazetenin etkili isimlerinden Yasemin Çongar"ın eşinin,  Milliyet"in Washington temsilcisiyken evlendiği Chris Mason isimli bir Amerikalı olduğu ve o kişinin de, Amerikan Dışbakanlığı ve diğer etkili birimlerinde etkili olduğu ve ayrıca bir takım düşünce kuruluşlarında, başta Ortadoğu olmak üzere, müslüman coğrafyaları üzerindeki çalışmalarıyla bilinmektedir..

Ve ayrıca, TSK"nın, NATO andlaşması dolayısiyle, TSK"nın bütün sırlarının aynı zamanda NATO Başkomutanlığı"nın -yani Amerikalıların- elinde olduğu da bir ayrı gerçektir..

Bu bakımdan, bu belgelerin Taraf"ın eline, hangi kanallardan geçtiği hakkında yapılan tahminlerin herbirisi de ilginç olabilir.. Taraf ise, bu haberlerin ve belgelerin kendilerine TSK içinden sızdırıldığını ileri sürmektedirler.. Ve Org. Başbuğ da bu konuyla ilgili olarak bazı çok sayıda personel hakkında soruşturma yapıldığını ve bazı subayların tutuklandığını açıklamış bulunmaktadır.. Yani, her ihtimalin doğru olması da mümkündür.

Ancak, bu durumda, Org. Başbuğ"un çelişkisine de düşmemek gerekir..

Çünkü, bu iddialar ortaya atıldığı zaman, Başbuğ, onların doğruluğunu -yanlışlığını belirlemek yerine, kim tarafından sızdırıldığını araştırmak gibi bir çırpınışın içine giriyor..

Türkiye"de hem kamuoyunun ve hem de yönetimin halletmesi gereken konu, bu iddiaların gerçek olup olmadığını kesinlikle belirlemektir.. Bir devlette, belge ve bilgilerin korunması elbette ve asla önemsiz sayılamaz.. Ama, kendi halkına ihanet planlarını yansıtan belge ve iddialar doğruyba, asıl olan, önce bu ihanet odaklarını, bataklıklarını, hastalığın merkezini kurutmaktır..

Bu konuların halledilmesinin, öyle söylemek kadar kolay olmadığı açıktır; ama, ülkemizin ve müslüman halkımızın sağlığa kavuşması isteniyorsa, söylemenin ötesinde, yapmak durumunda olanların, daha cesur ve en azından, entrikacıların cür"etkarlıklarını etkisizleştirecek derecede gözükara olması da, bir mecburiyet değil, bir mahkûmiyettir..

Evet, bir memlekette haklı, ahlâklı ve doğru insanlar, en azından haksız, ahlâksız ve zâlimler kadar cesur olmadıkça, o memleket için kurtuluş yoktur!

haksöz

Bu yazı toplam 2586 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar