Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Dünyaya Nereden, Nasıl ve Hangi Bilgilerle Bak(tırıl)ıyoruz?

Fr. düşünürü Voltaire, 250 sene öncelerde, ‘hayatı boyunca pek çok hükûmetlerin devrilmesi ve kurulması, savaşlarada kumandanlık yapmak ve savaşların kaybedilmesi veya kazanılması, barış görüşmeleri ve andlaşmaları yapılması gibi konularda yer aldığını’ söyledikten sonra, ‘Yooo, yooo...  Öyle zannettiğiniz gibi gerçek olan şekilde değil, salonlarda, ziyafetlerde..’ gibi bir değrelendirmeyle durumunu açıklıyordu.

Böylesi, her yerde ve her zaman yok mudur?

Kur’an müslümanlara, ‘fâsık birisinin getirdiği haberlere tahkik etmeksizin inanmamalarını’ emrediyor.

Kur’an, öyle birisinin getirdiği haberi ‘reddedin’ de denilmiyor; tahkik etmeksizin, araştırmaksızın kabullenmeyin deniliyor. 

Hele de, internet çağında, hemen her konunun bilen-bilmeyen herkes tarafından değerlendirildiği ve çok geniş bir alana yayıldığı gözönüne alınırsa..

Bugün, Kur’an’ın bu kutlu kriterine göre hareket ettiğimizi söyleyebilir miyiz?

*

Haber, bir söz veya hareketin, bir değişimin meydana geldiğinin- gelmesi ihtimalinin başka yerlerdekilere intikalidir.

Haber üretilmemeli, aktarılmalıdır. Ama, günümüzde, hele de belli hedeflere ulaşmak isteyen kişi veya odakların planlamalarıyla haberlerin özel hesablarla üretildiği ve belli süzgeçlerden geçirildikten sonra kamuoyuna veya ulaştırılması gereken özel yerlere intikal ettirildiği bilinen bir durum..

Bu bakımdan, bir haberle karşılaştığımızda.. Bu haberi kim veriyor, gerçeği ne? Denilmesi gerekir.

Ama, gerçeği kim, neye ve hangi delillere göre göre belirleyecektir?

Ve haberi alanın durduğu ve baktığı yer ve o haberi değerlendirme gücü nedir?

Bu noktada, Hz. Ali’den gelen güzel bir ölçü vardır: ‘Sen insanlara, hayata ve hadiselere bakarak hakikati bilemezsin.. Önce hakikati öğren; sonra, insanları, hayatı ve hadiseleri o hakikatin ölçülerin göre değerlendir..’ meâlinde..

*

Bugün yakın çevremizde ve iç siyasî sahnelerde olan bitenleri bırakalım; dünyada olan bitenleri bile hemen değerlendirmekte nasıl sür’atli hareket ettiğimizi hepimiz biliyoruz. Bu yorumlamalar ve değerlendirmeler sırasında, belirli bir dünya görüşü etrafında birleştikleri kabul edilen arkadaşlar arasında bile bazı konuları değerlendirmekte farklılıklar ve hattâ soğukluklar meydana gelebiliyor. Kaldı ki, zıd görüşlü kimseler arasında meydana gelen tartışmalarda daha sert ve istenmeyen noktalara varılabiliyor.

Mes’elenin aslı ise, zâhiren, gerçeğin anlaşılması çabası..

Herkes bu gibi değerlendirme ve tartışmalara böyle niyetlerle girdiğini söylüyordur, genelde.. Bu gibi durumlarda o konuları öğrenmek istiyenler bile, bazı konularda hüküm belirtiyorlar. muhtelif toplantılarda

Bunlardan pek çoğuna hepimiz şâhid olmuş veya katılmışızdır, herhalde..

Herhangi bir konuda, değerlendirme ve görüş açıklama ayrı bir konu..

Ama, tartışma..

Bunun ne gibi bir faydası olabilir?

Tartışma, gerçi, tartmak fiilinden üretilmiştir.

Yani, bir bakıma, tartışma da bir değerlendirmedir.

Tıpkı, tenkıd / eleştiri gibi..

Tenkıd / intikad  da, aslında arabcada, para mânasındaki nakd/ naqdden gelip, paranın gerçek değerinin anlaşılması için yapılan işi anlatmakta kullanılırken, zamanla, her konuda bir değerlendirme mânâsında kullanılmaya başlamış bir kelimedir.

Eleştirmek de öyle değil mi?

Elemek fiilinden türetilen bu fiilde, eleğin üstünde kalanlar veya alta geçenler açısından bir ayırım işini anlatır. Elenen nesneye göre, bazan üstte kalanlar tercih edilir, bazen alta geçenler..

İster tartışma diyelim, ister değerlendirme, ister eleştirme..

Her durumda, bir şeyin doğrusunu öğrenme cehdi ortaya konulamıyorsa veya öyle bir dikkat yoksa, her ne söylense boşun boşudur, belki de bir takım kırılmalara bile yol açabilir.

Çünkü, ‘müşterisiz meta/ mal, ziyandır..’ denilmiştir. Müşterisi, alıcısı olmayınca, siz satmak isteseniz bile, satışa sunduğunuz nesneye ihtiyaç duyulmuyorsa, kaç para eder ki..

Birileri sırf, tandır veya taş fırın biraz ısınsın, ortalık biraz renklensin diye bir konu ortaya atıyorsa.. Orada, gerçek müşteri yoktur..

Gerçek müşteri nedir ve kimdir?

Bir şeyi almaya, öğrenmeye, gerçekten ihtiyaç duyandır.

İhtiyaç duymayan insana, ‘Gel ey filan, sana şu konudaki görüşümü anlatayım..’ demek komikliğin ötesinde, bir de saçmadır..

Bu gibi durumlar hepimizin karşısına her an çıkabilir.

*

Bir şeyi öğrenmek isteyen varsa, bilenler bir şey anlatmalı.. Tabiî, biliyorsa ve bilgilerinin sıhhatine güveniyorsa..

Güvenmiyorsa.. Bunu da belirterek.. ‘Duyumlar böyle, ama, ben ihtimal vermiyorum veya ben de öyle sanıyorum, benim kanaatim şu, ama, böyle de olmayabilir..’ diyerek..

Ya da, doğru olduğuna büyük çapta kanaat getirilen bir durum sözkonusu ise.. O zaman da bu konu, başkasını tahrik ve tahkir etmiyecek bir uslûb içinde dile getirilmelidir.

Ve en zor olan da, ve en faziletli olan da, herhalde, kişinin, ‘Ben de bilmiyorum.. Bilenlere soralım..’  diyebilmesidir.

Hele bilginin özü açısından ise..

Bugün nicelerimiz bir araya geldiğimizde, haydi bir IŞİD, en-Nusra, el’Qaide,  Suriye, Irak, İran, Gazze, Ukrayna, Putin, Obama, NATO, sionist İsrail rejimi ve F.G etrafında şekillenen konuların da önümüzdeki masaya yatırıldığını görüyoruz. Buna bir de iç siyasetin yeni şekillenmelerini ve iniş-çıkışlarını ekleyiniz; şer’an, aklen ve, mevcud beşerî hukuk düzeninin kuralları açısından da delillendirilemiyen ve belli hedefler için üretilmiş iddia ve suçlamaları elyordamıyla, ındî ve subjektif kanaatlerle hükme bağlamaya kalkışmak ne kadar âdil ve mâkul olur?

Elde kesin denilebilecek belgeler, bilgiler olmadığı zaman, elbette tercihimizi ortaya yine koyabiliriz, ama, çok kesin taraf tutmalara, suçlama ve kesin kabullere gitmeden.. Hele de tartışılan konunun yanında veya karşısında yer almış olanları tahkir etmeden, aşağılamadan veya yüceltmeden.. Ve kendimizi biri stratejist yerine koymadan.. Böyle olmayınca, karanlık bir odada, olmayan bir karakediyi aramaya kalkışanlar durumuna düşüyor ve oda aydınlanınca, ortalığın dökülüp saçıldığını görerek şaşırıyoruz.

Bir diğer konu da..

Bana göre çok da doğru gözüken bir husus, bir başkası için, çok mantıksızca, komik ve hattâ saçma gözükebilir.

Anlayış, kavrayış, algılama ve tepkiler kişilerin bilgi seviyesine, edeb anlayışına, yetiştiği çevrenin kültürüne, hâlet-i ruhiyesine/ psikolojisine, karakterine, vs. ve içinde bulunulan şartlara göre farklı olabilir.

Sözgelimi, insanlar birbirini yaralar veya öldürürken, ortada hiç bir şey yokmuş gibi, siz sâkin, telaşsız, ağır ağır izahlarla duruma çare aramaya kalkışırsanız, tepki görebilirsiniz.

Kezâ, ‘Benim doğru olduğuna inandığm hususu -istendiğinde ya da suçlandığımda- anlatmak hakkım nasıl varsa; bunu kendim için en tabiî bir insan hakkı olarak görüyorsam; aynı şekilde karşımdakinin kendi görüşünü anlatmasını da kabul etmem gerekir.’

Hiç kimseden, benim dediklerimi aynen veya kısmen kabullenmelerini beklemek hakkım olmadığı gibi, başkasının da benden kendilerinin istedikleri gibi düşünmemi istemek diye bir  hakklarının olmadığını taa baştan kabullenmesi gerekir.

‘İllâ da ben galib geleceğim, benim görüşüm galib gelmelidir..’ gibi bir mantık ise, okullarda konuşma yeteneğini geliştirmek için yapılan münazaralarda kalmalıdır.. Hattâ, o münazaralarda bile, çocuklara, inanmadıklarını, sırf karşı tarafı mat etmek için savunmak veya saldırı vesilesi yapmamak noktasına dikkat edilmelidir. Çünkü, insan zihninde, olumsuz bir örnek olarak bıraktığı izler hep olacaktır.

*Bir ağabeyimiz var, yazı hayatında.. 40 yıl öncelerde, ‘İslam’da bu böyledir!’  der ve kesip atardı, halen de öyle yapıyor, genelde..

Ağabey, İslam’ın hükmü böyledir’ diye belirttiğiniz o konu size göre öyledir..’ denildiğinde -Hayır,  İslam’ın bana göresi, sana göresi olmaz.. İslam tektir..’ diye hışımlanırdı.

İslam, elbette ki tektir. Ama, onun anlaşılmasında, algılanmasında, yığınla farklılıklar vardır. Bu da tabiîdir.. İlmî seviye, sosyo-kültürel durum, içinde bulunulan şartlar çetinliği, vs., herbirisi, aynı hükümlerden farklı sonuçlar çıkarmakta etkili olacaktır, tabiatiyle.. 

Bu farklı anlayışlarımızdan dolayı, birbirimizi hemen ‘tekfir’  mi etmemiz gerekir?

Ki, hele de eline silah almış insanlarla dünlerde Afganistan’da ve bugünlerde Irak, Suriye ve Libya’da de diğer yerlerde yaşandığı üzere, her müslümanın içini yaralayan bir acı tablo yaşanmış ve yaşanıyorsa; bu, kesin ve sadece kendi anlayışını en doğru bilen anlayış yüzünden değil midir?

Bugün, aynı Kur’an âyetlerini, kendi haklılığı için okuyup, kendisine karşı karşı çıkanları ‘Allah’u Ekber!’ diyerek öldürmekten çekinmeyen bir körlük yaşanıyorsa, işte bundan dolayı değil mi?

Kaldı ki, bırakınız, aynı inancın temel hükümlerinin yanlış yorumlanmasından dolayı ortaya çıkan öldürmeleri; aynı inancı paylaşmayan insanları bile, bize saldırmadıkça, yani şer’an geçerli bir meşru müdafaa’ durumu olmadıkça, hiç bir insanı öldürmek hakkımızın olmadığını, bir insanı haksız yere öldürmenin, bütün bir beşeriyeti öldürmek gibi olduğunu herkesten daha bir hassasiyetle biz müslümanlar daha bir güçlü şekilde dilee getirirken..

Bugün sergilenen tablo, işte ortada.. 

Kur’an bize, başkalarının inançlarını zorla değiştiremiyeceğimizi açık olarak bildirmiyor mu? Keza, başkalarının inançlarına hakaret etmemeyi de.. ‘Lekum dinikum veliyedin.. / Sizin dininiz size, benim dinim de bana..’  ibaresi, gerçekte, sadece başka dinden olanlara değil, çok zıd noktalarda olanlar arasındaki tartışmalarda da, kabul edilebilecek bir ölçü değil midir?

Bu beyan, gerçekte, tartışmaları ve savaşı da keser.. Haa, bundan sonra da, bir de saldırı gelirse.. O meşrû’ müdafaa ölçüleri devreye girer.

*

Bu noktada bir örnek olarak Hz. İsâ (s)’dan gelen bir rivayeti de hatırlayabiliriz.

Onun düşmanları olan yahudiler gelirler ve ağızlarına geleni söylerler, hakaret ederler..

Hz. İsâ ise, onlara gaayet sâkin olarak karşılık verir. Onun söylediklerinin karşı tarafça mutlaka kabul edilmesi gerekmez.. Ama, onların iddia ve ithamlarına kendi uslûbunca karşılık vermiştir. Bu husus kendisine hatırlatıldığında, Hz. İsâ, ‘herkes kendi tıynetinin gereğince davranır, onlar geldiler, içlerindekini boşalttılar ve ben de kendi içimdekini..’ der.

*

Bu konuda, son günlerdeki çok değişik nice örneklerden söz etmiyeceğim..

Bu sütunda yazılara gönderilen yorumları dikkatli okuyup anlamaya, değerlendirmeye, ders almaya, öğrenmeye çalışıyorum.

Ama, bu arada bazı okuyucuların seviyeyi hangi çizgide tuttuklarını kendileri karar versinler, ama, bazıları ilginç yorumlar ve izahlar yapıyorlar. İlginç sorular soruyorlar.

Bu gibi küçük  çerçeveli, dar mekanlardaki yazışmaları, toplumun geneline teşmil edebiliriz. Esasen, toplumlar, ülkeler ve devletlerarası münasebetler bile, ferdî irtibatların ve ilişkilerin milyonlarca kez büyütülmüş şeklinden başka nedir ki.. Ve bu dünyayı ve ondaki gelişmeleri değerlendirmeye çalışırken, bizim düşüncemiz ve bakış açımız kadar, başkalarının da kendi açılarından sağlıklı düşünüyor olabileceklerini ve de, bize açık veya dolaylı olarak dayatılan ve telkın olunan, bazı güç odaklarınca gösterilmek istenen bilgilerle hareket etmek tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğumuzu da asla unutmadan..

Buna rağmen, konuşmaktan korkmayalım.. Ama, açıklanan fikir ve görüşleri sabırla dinlemeye ve alınacak faydalı şeyler varsa, onları almaya ve anlamaya bakalım ve, kimsenin bizim istediğimiz gibi düşünmeye mecbur olduğu zannına kapılmadan ve kendimizin de başkaları gibi düşünmeye mecbur olmadığımızı unutmadan..

Her insan, dünyaya bir kafa gözüyle bakar, bir de gönül gözüyle.. Bizim gördüklerimizi başkalarının görmesi mutlaka gerekmez.

Ve, başkalarınınkini de bizim..

Çünkü, durduğumuz ve baktığımız yerler ve aslî ölçülerimiz farklı olabilir.. Herbirimizin akıl terazisi de, duygu terazisi de farklı farklı olabilir.

Farklı olmaktan çok, yeknesak, monoton, bir marangoz tornasından çıkmış tahta parçaları misali, donuk ya da şartlanmış kafa yapılarına sahib bir toplum olmaktan korkalım.

*

Kendi dışımızdaki dünyaya değil, kendi içimize bile bakmakta, kendimizi anlamakta bile hergün daha bir âciz kalırken, dünyayı sağlıklı şekilde yorumlamakta, ‘Ayaklarımızı sâbit kıl, göğsümüzü genişlet, bize sabır ni’metini bahşet..’ diyerek Rabb’imizin yardımını dilemezsek, savrulmalardan kurtulamıyacağımızı ve varacağımız yerin neresi olacağını daha bir düşünmeliyiz.

Yûnus, 750 yıl öncelerde ne güzel söylemişti:

‘İlim, ilim bilmektir,

İlim,  kendin bilmekdir,

Sen kendini bilmezsin,

Bu nice okumakdır..’ 

haksöz

Bu yazı toplam 1186 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar