Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Diyarbekir, Batman, Hasankeyf, Midyat, Nusaybin ve Mardin’de..

Birkaç günlük kısa bir süre için olsa bile, geçen hafta, İstanbul’dan Diyarbekir’e ve Mardin’den de İstanbul’a dönüşle tamamlanan bir yolculuk yaptım. Bu yolculuğumun sebebi, Batman’da ‘Özgür-Der’ yöneticisi olan aziz kardeşlerin davetine icabet etmek idi. Ama, hemen arkasından Diyarbekir Özgür-Der’deki kardeşler de bir sohbet toplantısı isteyince.. Proğramı biraz değiştirdik.. Ama, arkasından, ‘bölgeye gelmişken, bize de uğrasa..’ diye, Urfa, Tatvan, Bingöl ve Mardin’den de benzer talebler de ulaştı.
Ama, proğramı uzatmak imkanım yoktu.. O talebleri, inşaallah, münasib bir zamanda..
*
Ülkenin bu yörelerinde 5 yıldan fazla yaşadığım için yabancı değildim. Ama, aradan 40-45 yıl geçmişti, görmeyeli.. Bu bakımdan, geçmişle bir mukayese yapma imkanım vardı..
Tabiatiyle, ülkenin her bir yanı gibi bu bölgelerde de büyük değişiklikler olmuştu. O zamanlar halkın yüzde 25-30 kadarı şehirlerde, yüzde 70-75’i de köylerde yaşarken, şimdi tam tersi bir noktaya ulaşılmış durumda..
Böylesine bir sosyal değişimden sonra elbette büyük sosyo-ekonomik değişimler yaşanacaktı. Ancak, bölgede 30 yılı aşkın bir süre devam eden silahlı çatışmalar güvenlik açısından büyük problemler meydana getirmiş ve tablo daha bir ağırlaşmıştı. Çünkü, silahlı mücadelelerin kaçınılmaz gereği olarak, yüzbinlerce sivil halk kitlelerinden yüzbinler, yerlerini-yurtlarını bırakıp büyük şehirlere sığınmak yolunu seçmişlerdi..
Bu arada, silahlı mücadele verenlerin saklanmalarına zemin hazırlayan ormanlar yakılmış, köyler boşaltılmıştı. Ama, şehirlerde ne toprakları, mer’aları, ne küçük ve büyükbaş havyanları, ne başka ziraî geçim ve gelir kaynakları; hiç bir şeyleri yoktu bu yüzbinlerin.. Sığındıkları şehirlerde de mesken, su, beslenme, barınma konuları büyük problemdi. Ayrıca bu yeni hayat alanlarında, eriyip gitmemek ayrı bir maharet istiyordu. Ki, o yıllarda ne çetin mücadelelerden geçmişler ve de ne büyük kayıplara uğramışlardı.
*
Benim 45 yıl öncelerde yaklaşık 200 bin nüfuslu bir şehir olarak bıraktığım Diyarbekir, şimdi, 1,5 milyonu bulmuştu.. Yani 10 misli büyümüştü.. Aynı şekilde 30-35 binlik Batman olmuştu, 400 binlik bir dev şehir.. Diğerleri de öyle..
Eskiden uçakla yolculuk yapan dar gelirli veya orta-sınıftan kimseler pek görülmezdi.. Şimdi ise, uçağımızın yarıdan fazlası o alt ve orta gelir grubuna aid kimselerle doluydu. Sadece gelirleri yükseldiğinden değil, uçak yolculuğunun otobüs yolculuğundan daha ucuza geldiğindendi bu tercih.. Saatlerce otobüs yolculuğu, kaybolan zaman, eziyet ve yollardaki harcamalar hesab edildiğinde, uçak yolculuğu daha ucuza geliyordu, ve üstelik, İstanbul’dan Diyarbakır’a iki saatte..
Uçağımız havalandığında, pilot, özellikle iniş bölgesinde türbülansla karşılaşılacağını bildirdi.. Ama, bunun hangi derecede olacağı tahmin edilmiyordu.. Gerçekten de Diyarbakır’a 100 km. kalınca.. Âdetâ uçağı savuracakmış gibi güçlü bir türbülans durumuyla karşılaşıldı.
*
Diyarbekir’in henüz bir sivil havaalanı yok, askerî havaalanından faydalanılıyor.
Uçakdan bakınca, Diyarbekir’in özellikle Seyrantepe’den sonra Urfa tarafına doğru nasıl yayılıp geliştiği, dev bir yeni şehrin doğduğu görülüyordu.
Uçaktan inişte ise.. Ben görmemiştim, meğer, bir karşılama merasimi varmış..
Takım elbiseli, kravatlı, ellerinde çiçekler olan bir karşılama ordusu, bir önemli kişiyi karşılamaya gelmişler.. Beni almaya gelen iki arkadaş, bir ‘Bakan’ filan geliyor sanmışlar..
Meğer, gelen zat, mâlum cemaatin yayın organı olan gazetenin Genel Yayın Md. imiş.. Yani, Havaalanı’nda yolcularını bekleyen herkese karşı ilginç bir gövde gösterisi yapmışlar, ‘ayaktayız, hayattayız..’ mesajı vermişler..
*
Diyarbekir’de hava hafif yağışlı idi, sıcaklık da, 13-14 derece civarında..
Şehre doğru giderken, Bağlar, Yenişehir.. Surların Urfa Kapı dışındaki bahçeler- bostanlar, binalarla dolmuş..
Öğle namazında Ulu Câmi’de olmayı düşünüyordum, ama, yetişemedim. Tarihî mekanların burada da restore edildiği görülüyor. Eski Belediye’nin önündeki meydan biraz tanzim edilmiş, alt geçit ve pasaj yapılmış ama, pasaja halk rağbet etmemiş olmalı ki, bir-iki dükkandan başkası kapalı ve boş…
Karşıda Hasan Paşa Hanı.. Şimdi çayhane va kahvaltı mekanları olmuş.. Restore edilmiş olan bu han’ın sabahtan gecenin geç vakitlerine kadar cıvıl cıvıl olduğu söyleniyor.. Han’ın bodrum katı, bütünüyle bir kitabevine aid..
Üç kat halindeki kahvaltılık Hasan Paşa Hanı’nın üst katından açılmış olan güneşlik bez perdeler üzerlerindeki toz ve çamurlarla, hiç de hoş olmayan bir görüntü oluşturuyor. Belediye biraz titiz olsa, o perdeler yerine temiz düzenekler konulabilir.. Temizlik anlayışı, aynı zamanda bir kültür mes’elesi.. Ulu Câmiin oradan, Melik Ahmed Caddesi’ne doğru uzanan veya dört ayaklı minareye ve de Mardin Kapısı’na doğru giden yolun iki tarafı, sanki tarihî uykularından uyanmamışlar gibi, 45-50 yıl öncesinin havasındalar.. Trafik kurallarına uymamak, asıl..
Diyarbekir’de, belediyenin iyi çalışmadığı, şehrin görüntüsünden hemen anlaşılıyor. Karmakarışık ve temizlikten uzak bir günlük hayat.. Hizmet değil, etnik kimlik siyaseti yaparak seçilen G. Kışanak’ın belediyecilikten anlamadığı söyleniyor ve görülüyor da.. Ama, bu HDP’li belediyeler için dert değil.. Çünkü, Ankara’daki CHP’li Çankaya Belediyesi ve benzeri örneklerde olduğu gibi hiç çalışmasalar bile, yine kazanacaklar..
*
İkindiden sonra Batman’a vardık..
Günlük belediye hizmetleri açısından Batman, Diyarbekir’den biraz daha iyi gözükse bile, belediyenin çalışmadığı söyleniyor.. Ama, şehir büyüyüp gelişirken, çok düzenli inşa edilmiş ve dev apartmanlarının çevresinde bile, rahat nefes alma alanlarının ve yeşil saha düzenlemelerinin olması, güzel..
Sırf, TPAO’nun (Petrol Rafinerisi’nin) elemanları için, şehir içinde, yeşil alanları, parkları ve düzenlemeleriyle ayrı bir şehir gibi düzenlenmiş olan ilginç bir semtte çay-kahve..
Gece, Kültür Merkezi’ndeki 2,5 -3 saati bulan, yoğun ilgi ve dikkatin olduğu sohbet toplantısını geçiyorum. Sadece toplantı sonunda, bizim 38-40 yıl öncelerde İstanbul’da çıkardığımız dergilerde birlikte olduğumuz Abdulhalîk Ekmen olduğunu görmek, benim için ayrı ve hoş bir sürpriz oluyor. Şimdi mimar-mühendis..
Ertesi sabah, Batman’daki İslamî faaliyetlerin önde gelen isimlerinden mühendis Mehmed Şad kardeşimizin evinde bir grupla birlikte sabah kahvaltısı.. Ve, Diyarbekir’e tekrar dönüyorum, akşam Özgür-Der salonundaki sohbet toplantısı için.. Ve Diyarbekir’i biraz daha gezip dolaşmak istiyorum. Akkoyunlulardan zamanından kalma nebi camiinin avlusunda, -Diyarbekir’deki İslamî faaliyetlerin odağındaki isimlerden olan Abdulhakîm Beyazyüz kardeşle ve daha sonra bize katılan Özgür-Der Başkanı Murad Koç ve diğer dostlarla İçkale’deki tarihî câmî ve cezaevi çevresini geziyoruz.. Özellikle, 12 Eylûl 1980 Darbesi sonrasındaki korkunç işkence ve zulümlerin mekanı olarak bilinen (şimdi boş olan) meşhur Diyarbekir Cezaevi.. Restore edilmiş, etraf düzenlemesi yapılmış, rahat bir mekân haline gelmiş.. Aşağıda Dicle.. Karşıda, Dicle Üniversitesi’nin binaları..
İçkale Camii’nin etrafı da düzenlenecekmiş, bunun için etraf yıkılmış.. Ama, aylar geçtiği halde, o yıkılan yerler temizlenmemiş, hiç de hoş olmayan bir görüntü..
Sonra, İstasyon ve Alipınar üzerinden Kayapınar semtine doğru yollanıyoruz.. Birkaç tane Diyarbekir daha kurulmuş buralarda.. Dev apartmanlarıyla, geniş caddeleriyle, oldukça hareketli görüntüsüyle, Diyarbekir’den farklı bir şehir miş gibi, oldukça modern bir semt..
Sonra, Özgür-Der merkezine ve oradan da sohbet toplantısının yapılacağı mekâna..
İki buçuk saati bulan bir sohbet ve dertleşmeden sonra.. Gece yarısı, tekrar Batman’a dönüş.. Yine, kadîm dost Abdullah Şad’un evinde geceleyiş.. Çünkü, 13 Nisan Pazartesi sabahı erkenden Hasankeyf, Midyat, Nusaybin ve Mardin’e geçme planımız var. Birkaç yıl öncesinde buralarda gece yolculuğu mümkün değilmiş..
Sabah 3 arkadaş olarak yola çıkıyoruz.. Abdullah Şad ve Selim Özalp.. Selim, Güney Sudan’da iş yapan bir mühendis kardeşimiz.. Sudan’la ilgili gözlemlerini dinliyorum, yolda..
Yolumuz üzerinde, ülkemizde petrolün ilk bulunduğu mekan olarak bilinen Raman mıntıkasındaki bir köyden Halid’i de alıyoruz. Üçüyle de Almanya’dan aşinâyız..
Hasankefy, birkaç yıl sonra su altında kalacak olan tarihî ve eski şehir.. Dicle kenarında.. Yeni Hasankeyf, daha ileride kuruluyor..
Bu yöredeki dağlar, kireçtaşı denilen yumuşak ve oyulması çok kolay bir taş cinsinden oluşuyor.. Yol boyunca her tarafta, km.ler boyunca irili-ufaklı, yüzlerce-binlerce mağara…
Buralarda, silahlı mücadele veren mahallî güçler karşısında, güvenlik güçlerinin işinin ne kadar çetin olduğunu bu mağaralar bile anlatmaya yetiyor.
Hasankeyf’den Gercüş ve Midyat’a varıyoruz.. Bir çok dostlarımızın şehri olan Gercüş, küçük bir ilçe.. Midyat, tarihî bir şehir olduğu kadar yenilenmiş de.. Ve oldukça büyük -ya da büyümüş- bir şehir.. Belediye, AK Parti’deymiş, hissediliyor.. Çarsı-pazar, epeyce temiz ve düzenli.. burada dükkanların çoğu, telkarî denilen gümüş işlemeciliği üzerine.. Midyat, büyük çapta süryanîlerin elinde olduğu söylenen bu san’atın merkezi..
Eski ve yeni câmileri, hristiyan mahallesinde ve eski mimarînin ilginç örneklerini yansıtan 5 kadar eski kiliseye nazîre teşkil edercesine yükseliyor.. Hele, Ank. Kocatepe Câmii’ni hatırlatan 4 minareli yeni ve kocaman bir câmi..
Hava yağışlı.. Bir eski kiliseyi soruyoruz, bir kişiden.. Türkçe bilmediğini söylüyor, arabî, süryanice ve kırmanço bildiğini söylüyor.. Hristiyanmış.. Şehrin nüfusunun yaklaşık onda biri hristiyan.. ‘Bir dışlanma veya baskı hissediyor musunuz?’ diye soruyoruz.. ‘Asla.. Midyat hepimizin.. Kardeşce yaşıyoruz..’ diyor. Gitmek istediğimiz mekanı tarif ediyor ve bizi hemen evine davet ediyor, ‘Buyrunuz şarab takdim edeyim size..’ diyor..
4-5 km. kadar uzakda, Suriye’liler için yapılmış dev bir Mülteci Kampı görülüyor.
Sonra, Nusaybin.. Yolun kenarındaki telörgüler, Suriye sınırını gösteriyor. Karşı tarafta, 1967 yılında gittiğim, Qamişlu..
Ancak, Nusaybin üzerinden Mardin’e giderken, yolun sağında, 25 km. kadar içerde Dara denilen bir yer var ki, eski Pers hükümdarlarından Dara (Darius/ Daryuş) zamanından kalma, çok ilginç tarihî kalıntılar.. Halk ‘Zindan’ diyor, ama, burası zindan değil de, yeraltı sığınma evleri olsa gerek.. Dev sütunlarıyla yer altı sarayları veya sığınakları ve 12 km. uzaktan taş kanallar içinden getirilen suların dinlenme havuzları, vs. ilginç..
Geçmişte, yazılması değil, konuşulması bile yasaklanmış olan kürdçe, bu bölgede, resmî daire talebalarından reklam panolarına kadar her yerde karşınızda..
Mardin yolunda ilerlerken, yol üzerinde, süryanî hristiyanlığının ünlü merkezlerinden Deyr’u Zaferan kilisesine uğruyoruz.. Uçağımın kalkış vakti yaklaştığı için, acele Mardin’e..
Mardin eski Mardin.. Ama, bir o kadar da yeni Mardin kuruluyor. Ama, yapılmış dev binaların çoğu boşmuş.. ‘25 binden fazla daire, boş’ diye bilgi veriliyor.
Mardin Belediyesi’nin hizmetlerine gelince.. Ahmed Türk’ün belediyecilikten hiç anlamaması ve yaşının da müsaid olmaması yüzünden, bu güzel şehre yazık oluyor.. Etnik kimlik siyaseti hele de genç nesilleri tatmin etse bile, şehirleri kurtarmaya yetmiyor.

Kadîm dostumuz Mardin Artuklu Üni’nin rektörü Prof. Ahmed Ağırakça ve İmam-Hatib arabça öğretmenlerinden edebiyatçı Mahmûd Yavuz’la buluşup, üniversiteye giderek bir kahve içimlik sohbet ânında, problemler, gelişmeler, tasavvurlar etrafında konuşuyor ve oradan da vedâlaşıp, havaalanına yetişiyoruz.
*

dirilişpostası

Bu yazı toplam 1194 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar